Kişisel gelişim eğitimlerinde her zaman öyküler anlatılır. Bu öyküler dilden dile dolaşır. Milyonlarca insan gülümser, düşünür, ibret alır. Öyküler kısacık cümlelerle bize hayatı anlatılar. Eksiklerimize dikkat çeker. Gelin bu 3 öyküde yüreğimize bir yolculuk yapalım.
Suyu taşırmadan varolmak
Uzakdoğuda bir Budist tapınağı bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik, anlatılmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısında bir yabancı geldi. Kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı. İçerdeki Budist, kapıda duran yabancıya baktı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu, sonra ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve yabancıya uzattı. Bu, yeni bir aracıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı su üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerdeki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.
“Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.”
Huzur için içinize bakın
İnsanoğlu mutluluğu hep hor kullanıyormuş… Hep şikayetçi, hep bıkkınmış… Bir gün melekler, mutluluğu saklamaya karar vermişler. ”Saklayalım, zor bulsunlar. Zor buldukları için belki kıymetini bilirler.” diyerek başlamışlar tartışmaya. Sorun büyükmüş. Mutluluğu saklamak kolay değilmiş çünkü. Kimisi “Everest’in tepesine saklayalım”, kimisi
“Atlas Okyanusu’nun dibine” demiş. Tac Mahal’in kubbesi, Mekke sokakları, İtalyan sofrası, bir hastanenin yeni doğan odası, dondurma külahı, sigara paketi, lale bahçesi… Pek çok yer düşünmüşler ama hiçbiri yeterince zor gelmemiş..
Derken, meleklerden biri “İçlerine saklayalım.” demiş. “Kimsenin aklına gelmez içine bakmak…”
İşte o gün bugündür mutluluk insanın kendi içinde saklıymış… Hiçbir mutluluk kolay gelmiyor. Kolay kolay gülmüyor insanın yüzü… Emekte ve insanın içinde saklı mutluluk. Ne başkasının ekmeğinde, ne başkasının evinde, ne de başka bir şeyde…
Bu yüzden gözünüz hep içeride olsun. Siz dışını boş verin, içine bakın…
Güneş ve rüzgar
Güneş ile rüzgar, hangisinin daha güçlü olduğu konusunda tartışırlar. Ve rüzgar “Sana benim daha güçlü olduğumu kanıtlayacağım.” der. “Şuradaki yaşlı adamı görüyor musun, hani şu üstünde palto olan. Bahse girerim, o paltoyu üstünden senden çok daha çabuk söküp alabilirim.”
Bu denemeye razı olan güneş, bir bulutun arkasına gizlenir ve rüzgar bir fırtına gücüyle esmeye başlar. Ancak rüzgar şiddetini ne kadar artırırsa yaşlı adam da paltosuna o kadar sarınır. Sonunda rüzgar pes edip durulur ve güneş bulutun arkasından çıkarak yaşlı adama sıcacık gülümser. Bunu gören yaşlı adamın yüzünde bir hoşnutluk ifadesi belirir. Ve paltosunu çıkarır. İddiayı kazanan güneş rüzgara “Dostluk ve naziklik, her zaman haşinlik ve zorbalıktan daha güçlüdür…” der.
İyilik ve kötülük
Yaşlı kızıldereli reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine. Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı:
– Onlar benim için iki simgedir evlat.
– Neyin simgesi?
– İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
Çocuk, sözün burasında; ‘mücadele varsa, kazananı da olmalı’ diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
– Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa ve şöyle dedi:
– Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem!
Nereye bakarsan onu görürsün
Hapishanede günlerini sayan iki mahpus birlikte duvara bir delik delerler. Deliği sadece başlarının sığacağı kadar genişlettiklerinde, hadi dışarı bir bakalım, derler. Önce biri başını delikten dışarı uzatır ve ekşimiş bir yüz ifadesiyle “Çok kötü ağabeyciğim çok kötü!” der. “Her taraf çamur, her taraf berbat…” Diğeri şaşırır ve başını dışarı uzatır. Bakar bakar… Ve hayran bir yüz ifadesiyle; “Muhteşem!” der. “Muhteşem bir gökyüzü, ağaçlar, bulutlar, kuşlar çiçekler var…”
Hayat 5 topla oynanan oyundur
Rahmetli Üzeyir Garih, yıllar önce Çukurova’ya gelmiş. Adana’da iş adamları toplantısında bir konuma yapmış. Bugünlerde yaşanılan ilişkileri görünce şöyle demiş rahmetli Garih: “Hayat havaya attığımız 5 topla oynanan bir oyundur. Bu toplardan sadece bir tanesi lastik, diğer 4 top ise camdandır. Bu toplar; işimizi, ailemizi, sağlığımızı, dostluklarımızı ve benliğimizi temsil etmektedir. Belirttiğim gibi, bu 5 top içinde bir tek işimiz lastik bir toptur. Düşürürsek zıplatabiliriz. Ancak diğer 4 top camdan yapıldığından düşerse kırılır, yerine konulamazlar. Bunu fark etmeli ve hayatımızı bu dengeye göre kurmalıyız.”
Oysa, hepimiz o lastik topu tutabilmek uğruna diğerlerini kırıp dökmez miyiz? Dostlarınıza, ailenize, sağlığınıza ve benliğinize sıkı sıkı sarılın, onları çantada keklik sanmayın.
Elinizdekinin değeri
Cimri bir adam, tüm mal varlığından emin olmak için her şeyini satar ve altına çevirir. Altınlarını yer altına gömüp ara sıra ziyaret ederek inceler. Bu hareketi işçilerinden birinin dikkatini çeker ve orada bir hazine olduğundan kuşkulanır. Gece o noktaya gider ve altını çalar. Cimri ertesi sabah altının yerinde yeller estiğini görür, ağlayarak saçını başını yolar. Onu böyle perişan gören komşusu nedenini öğrenince şöyle der: “Kendini üzme artık, bir tas alıp aynı çukura koy ve o taşın altınların olduğunu düşün. Çünkü kullanmayı hiç düşünmediğine göre tas da aynı işi görecektir.”
Elimizdekilerin değeri onlara sahip olmakta değil, onları kullanmaktadır. Hiçbir şey için “benimdir” deme. Sadece de ki; “yanımdadır”. Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili, ne hayat, ne ölüm, ne huzur, ne de keder… Hiçbiri daima seninle kalmaz.
Aşık ol, öyle gel!
Adamın biri büyük oğlunu Bağdat’ ta yaşadığı söylenen çok arif, alim bir zatın yanına verip yetiştirmek istemiş. Anadolu’dan kalkıp alimin yanına gitmişler.
Çok hoş karşılanmışlar, ikramlar yapılmış, kahveler içilmiş. Alim, babayı dinledikten sonra oğluna dönmüş; “Evladım bekleyenin var mı?” diye sormuş. Genç, “Evet efendim, köyde bekleyen sevdiğim var.” demiş. Alim, “Efendi, gönlünde başkası olanın bizimle işi olmaz, var oğlunu, al git, sevdiğiyle evlendir…” demiş.
Öyle de olmuş ama baba bu sefer ufak oğlunu alıp yola koyulmuş. Aynı şekilde karşılanmışlar. Kahvelerden sonra Alim ufak oğla, “Evladım, bekleyenin var mı?” demiş. Çocuk; “Yok efendim!” demiş. Alim şöyle sormuş bu kez: “Peki, hiç aşık oldun mu?” “Hayır efendim!” yanıtını almış. Tebessüm ederek bakmış çocuğa Alim ve demiş ki: “Evladım, önce git aşık ol, öyle gel!”
Adem Özbay
www.gencgelisim.com
bu yazılar da ilginizi çekebilir: