Kaldırımların yolcusu yoktu bugün. İnsanlar evlerine çekilmiş, yağmurlu bir günde kimse dışarı çıkmak istemiyordu. Gökyüzü tüm asaletiyle kararmış ve aralıksız yağmur yağıyordu. Zafer, pencereden sokağı izliyordu. Arkadaşlarıyla tartıştığından…
Yazar : Hakan BİROL
hakanbirol@hotmail.com
Kaldırımların yolcusu yoktu bugün. İnsanlar evlerine çekilmiş, yağmurlu bir günde kimse dışarı çıkmak istemiyordu. Gökyüzü tüm asaletiyle kararmış ve aralıksız yağmur yağıyordu. Zafer, pencereden sokağı izliyordu. Arkadaşlarıyla tartıştığından biraz sinirliydi. Eline aldığı bir kalemi sürekli çeviriyordu. Yağmuru çok sevdiğinden belki biraz rahatlarım diye yağmur damlacıklarına dikkat kesilmişti. Fakat ne kadar rahatlamaya çalışsa da bir türlü moralini düzeltememişti. O imkânsızı istiyordu. İnsanların düşüncelerini okuyabilme gücüne sahip olmak en büyük arzusuydu. Bunu başaracağına da kendini iyice kaptırmıştı. Yağmurun ritmine kendini iyice kaptıran Zafer bisikletini alarak dışarıya gezmeye çıktı.
Zeminin ıslak olması yolun güvenilirliğini azaltıyordu. Zafer, aşırı hız yapıyordu. Bu hızda giderken dört yolda önüne aniden bir araba çıktı. Frene yüklenmesine rağmen tekerler kaydı ve olağan hızıyla arabaya vurup bisikletin üstünden dengesizce uçtu. Yere düştüğünde bayılmıştı. Arabanın içindeki adam Zafer’i alıp hemen bir hastaneye götürdü. Durumu ağır olmamasına rağmen kendine gelememişti. Herkes Zafer’in başında meraklı bir bekleyiş içerisindeydi. Zafer’le tartışan arkadaşları bile gelmişti. Bu yoğun ziyaretçi ağına rağmen Zafer hala gözlerini açmamıştı.
Meraklı bekleyişin ardından, Zafer bir ara kendine gelir gibi oldu ve gözlerini araladı. Zafer’in gözlerini aralamasıyla beyninde müthiş bir zonklama başlamıştı. Biraz durakladıktan sonra kimsenin dudaklarını bile oynatmadığını gördü. Zafer çok şaşırmıştı. Bu durum da neyin nesiydi. O zaman kim konuşuyordu? Beyninde zonklayan ve hiç yabancı olmayan bu sesler de kimindi? Gözlerini biraz daha aralayıp babasına baktığında, babasının: “Allah’ım oğlumu bize bağışladın. Sana ne kadar şükretsem azdır.” dediğini duydu. Fakat işin garip tarafı babası bu cümleleri ağzını dahi oynatmadan söylüyordu. Annesine baktığında onun da aynı şeyleri söylediğini duydu. İçerdeki diğer arkadaşlarını süzdü. Kaza yapmadan önce tartıştığı arkadaşını gördüğünde, onun da: “Zafer’le keşke tartışmasaydım. Benim yüzümden böyle oldu. Çok pişmanım.” dediğini duymuştu. İşin garip yanı hiç kimsede ne bir dil oynaması ne de dudak kıpırtısı vardı. Herkes dikkatle onu seyrediyor ve kimse konuşmuyordu.
Zafer en sonunda istediğim oldu diye sevinmeye başladı. Ama işin bir de kötü yanı vardı. Zafer, herhangi bir kimseye bakmadığı zaman çevresindeki tüm insanların düşünceleri onun beyninde yankılanıyordu. Şu an bile beyni çatlayacak dereceye gelmişti. Acıdan dişlerini sıkmış ve yavaşça gözlerini kapayarak: “Galiba benim istediğim bu değilmiş.” dedi.
Gözlerini tekrar hafifçe araladığında kendini bol ağaçlı bir göl kenarında buldu. Kafası hastanedeki ortama göre daha sakindi. Kuş cıvıltılarını, böcek seslerini birbirine karışmadan gayet iyi duyabiliyordu. Bunun yanında insanların konuşma sesleri de yoktu. Çok rahat ve huzurlu bir ortamdı. Zafer, insanların düşüncesini okumanın ne kadar yanlış bir fikir olduğunu şimdi çok daha iyi anlamıştı. Olayın bu boyutlara geleceğini hiç düşünmemişti. Kısa süreliğine de olsa, o anı yaşamış ve hiç beğenmemişti.
Gölün güzelliğini seyrederken bir ara içinden keşke balık olsaymışım diye geçirdi. İşte o anda bir balık kıyıya doğru yanaştı ve kafasını sudan çıkararak: “Balık olmak mı? Sen aklını mı kaçırdın! Hayatın boyunca büyük balıklardan ve yaşadığın ortamdaki senden güçlü olan tüm canlılardan kaçmak zorundasın. Bunun yanında sizin bizi yemek için sarf ettiğiniz çabayı da gözden kaçırmamak lazım. Her taraf olta ve ağlarla dolmuş. Bir de gelmişsin balık olsaydım diye düşünüyorsun!” dedikten sonra kafasını suyun içine sokarak suyun içinde kayboldu. Meğer balık olmak ne kadar da kötü bir fikirmiş. Balık olmak istediği için bir ton da fırça yemişti. En iyisi bu fikirden de vazgeçmekti.
Zafer, gözleriyle engin maviliği izlemeye başlamıştı. İrili ufaklı birçok bulut vardı. Gökte özgürce süzülen kuşları görünce birden keşke bir kuş olsaydım diye iç geçirdi. Bu düşüncesinden kısa bir süre sonra küçük bir kuş Zafer’in yanına inerek onu süzmeye başladı. Ardından: “Sanırım özgürce uçmamıza özendin. Peki, çektiğimiz sıkıntıları biliyor musun? Göç mevsiminde yer değiştirmeye, yırtıcı kuşlardan kaçmaya, av tüfeklerinin hedefi olmaya hazır mısın? Her ne kadar gökte özgürce uçuyorsak da yere indiğimizde yüzlerce tehlike ile karşı karşıyayız. En basitinden, su içerken bile küçük bir çocuğun elindeki sapana hedef olma ihtimalin var. Bütün kuşlar Martı Jonathan değildir. Herkes onun yaptığını gerçekleştirmeye cesaret edemez. Bence insan olmanın kıymetini bil ve ona göre yaşa.” dedikten sonra sessizce uçarak sonsuz mavilikte kayboldu.
Zafer, balık ve kuşun konuşmasından sonra neye uğradığını şaşırmıştı. Gerçekten de dünyada insandan daha üstün bir varlık yoktu. Aklıyla, eliyle, ayağıyla ve diğer tüm uzuvlarıyla başlı başına bir şaheserdi. Bir şeyi gerçekleştirmek için istemesi yetiyordu. Bu yüzden diğer canlılar arasında insan çok farklıydı. Zafer bu düşünceler eşliğinde, sağ omzuna birinin dokunmasıyla uyanmıştı. Bisikletle kaza yaptıktan sonra ilk defa bilinçli olarak gözlerini açmıştı. Sadece yaşadığı hayatın kıymetini bilerek onu en iyi şekilde kullanmak istiyordu. Bu isteğini yaşadığı tecrübenin verdiği ayrıcalıkla birleştirerek hayatına zafer dolu adımlarla devam etti.