Uzun bir süredir duyuyoruz değil mi; “Sorgulama bu kadar; oluruna bırak…” , “Akışa bırak…” diyenleri? “An’ı yaşa!” nidaları dilinde hemen hemen herkesin… Kim ne niyetle söylüyor pek bilemem, hesabı herkesin kendi kalbindedir; ama benim size anlatmak istediğim şey tüm bunların asıl manası; yani aslında neyi anlatmak istediği. Çünkü sanırım çoğumuz tüm bu ifadelerde kafamızın biraz karışıp, sonunda da “saldım çayıra Mevla’m kayıra” diye bir boş vermişliğe düşebiliyoruz. İşte beni asıl ilgilendiren kısmı bu; zira bu boş vermişliğin içinde, tatminsiz bir güvensizlik ve yalnızlık insanı sarıveriyor. Bu da var olma sürecini sarsıyor insanın… Kervan yolda düzülür elbet; ama kervanın kafası karışıksa, o yolda olmadık şeylerin başına gelmemesi işten bile değil herhalde. İnsan, en çok öyle anlarında ciddi sınavlarla daha çok boğuşur halde bulur kendini, sanki mıknatıs olmuş çeker bütün sıkıntıları.
Aslında bizler, nesil nesil her şeyin karşılılığı olduğuna dair hızlı bir tüketicilikle büyür ve büyütülürken; yaptığımız, yaşadığımız şeyin kendine değil, sonucuna odaklı yaşar bulduğumuz için biraz da böyleyiz sanırım.
Sonuca öyle bir odaklanıyoruz ki; bir an önce olsun diye, ilkin heyecanla çabaladığımız ve umutlandıklarımız, zaman geçtikçe beklediğimizin karşılığı alamamanın hayal kırıklıklarıyla dolduruyor ruhumuzu. Dahası; yaşadığımız şeyin, verdiğimiz emeklerin aslında bize neyi anlattığını unutuyoruz bazen. Belki de asıl olanın sadece o emeği vermek olduğunu, sonucunsa; sonsuz bir yaradılış gizeminde, emek ve niyetin kadar; o emeği ve duyguyu bize verenin; iradenin asıl ulaşması gereken noktaya doğru ilerlemesi için, senin gelişmeni isteyen bir yaratılış sırrına bağlı olduğunu unutuyoruz. Pes etmemizin en büyük nedeni de bu sanırım. Büyük çabalar verip, küçük şeylerde pes ediyoruz. Çünkü yaptığımız şeyin asıl amacının, bunun için çabalarken duyacağımız minnettarlık ve şükür oluşu uçuyor aklımızdan. Duygular, hele ki sebep ve sonuçlara göre; çabuk değişir. Amaç duygu değil zaten bu yüzden de. Amaç; o anlamı kavramak, bundan memnun olmak ve teslimiyet. Bize ne anlattığını anlamak…
Tecrübe denilen şey de ne ya da ne kadar yaşadığın değil, yaşadıklarının sana kattığı anlamı ve değeri kavramak değil midir zaten?
Bir filmde izlemiştim. Filmdeki genç; eğitmeninin değişik yöntemlerinden şunu anlamıştı bir karesinde: “Yolculuğun kendisi bizi mutlu eder, varılacak yer değil.” İnsan elde etmek istediklerine, beklentilerine, hesaplarına kendini öyle bir adıyor ve kaptırıyordu ki; bazen o esnada yaşadıkları ona keyifte verse, sonuç istediği gibi olmadığı için hayal kırıklığına uğruyor ve bir sonra ki adımına daha büyük bir umutsuzluk, daha çok tedbir ve beklentiyle; hayal kırıklığını çoğaltarak devam ediyordu. Bu da çoğu zaman, yaşadığı an’ın coşkulu, bir o kadar dingin ve öğretici ışığını görmeden, kendi kuruntu ve duvarlarında hapis olmuş bir şekilde yaşamasına sebep oluyordu. Hatta öyle ki; birçoğu o yolculuktan keyif almayı da unutup, etrafında olup biten tüm güzelliklere, çevresinde sarılı sonsuz nurla donanmış mucizelere, sevdiklerine gözünü kapatabiliyordu.
Öyle kaygılı ve kırgın oluyorduk ki böyle böyle; ne yaparsak yapalım kimse bizi göremiyordu; fark edilemiyorduk. Hatta öyle ki tüm evren bizi engellemeye çalışıyor sanıyorduk; çevremiz bizi çekemeyen, kötülüğümüzü isteyen insanlarla doluydu sanki. Hâlbuki bu çoğunlukla, yalancı bir sanrı… Kim olduğumuzu, karşımızdakilerin tutumu değil, bizim onlara olan tutumumuz belirliyor çünkü. Kim olduğunu ve neden yaptığını bilenin; emin olanın yüzlerce düşmanı olsa ne yazar?
Sanırım ancak ne istediğini ve asıl amacın özünü kavramak isteyenler, o tadı hissederek yoluna devam edenler, kendini akışa bırakabiliyor, bunun için gereken emeği, coşkulu umudu ve inancı olanlar anlıyor, suyun akarken onlara ne getirdiğini… Ancak böyle yaşayanlar, asıl mutluluğun, yolculuğun kendisi olduğunu anlıyorlar; çünkü amaç kendi varlığının özüne ulaşmak. O halde “Hadi An!”
Elif Atlı
www.gencgelisim.com