Elif Şafak yazdı:
***
Gizli edebiyatçılar ülkesidir Türkiye. Ortaya çıkmamış, henüz üretmemiş ama üretme hayalinden hiç vazgeçmemiş “potansiyel yazarlar ülkesi”. Kitap okuma alışkanlığının görece sınırlı olduğu birçok ülkede, buna paralel olarak toplumda “şair ya da romancı veya aydın olma arzusu” da düşük kalır.
Başka meslekler ve uğraşlar revaçtadır. Bu da anlaşılır bir kalıptır. Halbuki bizde durum böyle değildir. Türkiye’de kitap okuma alışkanlığı, kitap yazma arzusunun fersah fersah gerisinde kalır. Uzun lafın kısası, bizde henüz “okur” olmadan, kısa yoldan “yazar” olmak istenilir. Pek çoğumuz, edebiyat şehrinin kestirme yollarının peşindedir.
Eskiden herkesin gönlünde bir şair yatardı. Diyebiliriz ki; 2000’lere kadar bu böyle devam etti. Ama şimdilerde pek çoklarının gönlünde yazarlık yatıyor. Herkesin illâ ki yazmak istediği bir kitap var. Günün birinde, işler biraz rayına oturunca, bir kenara üç beş kuruş para koyup çalışmak zorunda kalınmadığında oturup yazılacak bir kitap… Hayali bile güzel kitap! Kimisi hayat hikâyesini yazmak istiyor, kimi bir tanıdığının başından geçenleri. Kimi geçmişin intikamını kitapla almak istiyor, kimi sadece kalıcı bir eser bırakmak. Kimi bir kurgu peşinde, öyle bir kurgu ki sürekli yeniden yazılıyor zihinde. Ayrıntılar ekleniyor, ayrıntılar çıkarılıyor. Ama kitap hayali hep sabit kalıyor.
Böyle bir ortamda sık sık “Nasıl kitap yazarım? Yazdığım kitabı nasıl yayınlatırım? Roman yazmak için önce ne yapmalıyım? Size yollasam okur musunuz?” konulu mesajlar alıyor ya da sorulara muhatap kalıyorum. Doğrusu, beni zorlayan sorular bunlar. Çünkü her insanın hayatı ve kişiliği, mayası ve kimyası nasıl farklıysa, yazı serüveni de farklıdır. Herkese uyan evrensel bir reçete yok. Kimi kırkından sonra yazmaya başlar, kimi en güzel eserlerini gençliğinde verir. Kimi bir kitabı beş senede tamamlar, kimi beş ayda. Hiçbir yol, bir diğerine üstün değildir. Aslolan, ortaya çıkan eserin derinliği ve kalitesidir.
Ama işte gene de dinmiyor sorular. Her yaştan, mizaçtan ve meslekten insan benzer şeyler danışıyor. Sanki bildiğim ve kendime sakladığım bir formül var. Coca-Cola’nın açıklanmayan terkibi ya da simyacıların kadim bilgileri gibi saklı, özel bir formül… O formülü uygulayınca pat diye çıkıveriyor kitap. Baktım “herkesin yolu kendine” demekle bu işin içinden çıkamayacağım, ben de bu makalede kitap yazmanın formülünü açıklayacağım.
Aslında bir değil iki formül var. Zira iki temel itkiden beslenir kitap. Birbirine taban tabana zıt ama ikisi de son derece güçlü ve devingen iki süreç eşlik eder edebiyatçıya.
Formül bir: Hınç/Hırs çarpı Emek artı Disiplin bölü Yalnızlık. Kitap yazmanın ve “meşhur” yazar olmanın ilk formülü kişisel hınç ve hırsla ilgilidir. Kimi yazarlar kızgınlıktan, kırgınlıktan, hakkının yenildiği ya da kıymetinin yeterince bilinmediği saplantısından, bir konuda kimsenin kendileri kadar uzman olmadığı inancından yahut birilerine bir şeyler anlatma arzusundan, bazen de kavgadan, kavgacılıktan beslenir. Hınç, hırs ve öfke… üçü de kudretli çarklardır. İnsanı hayli üretken kılabilirler. Her halükârda tek başlarına yetersiz kalırlar. Muhakkak emek ve disiplin gereklidir, bir de tabii yalnız kalmak. Yalnızlık olmadan yazarlık olmaz.
Formül iki: Aşk/Tutku çarpı Emek artı Delilik bölü Yalnızlık. Yazar olmanın ikinci formülüdür. Burada temel etmen aşk ve tutkudur. Ve aşk demek irrasyonellik demektir. Akıl, mantıkla açıklanamayan bir öte boyut. İnsan niye âşık olduğunu bilebilir mi? Tek bildiği âşık olup olmadığıdır. Niyesi değil. Bu formüle uyan kişi severek ve tutkuyla yazar. Yaptığı işi o kadar çok benimser ki yazmadan yaşamayı, hatta nefes almayı bile düşünemez. Burada disiplinin yerini delilik almıştır. Kişi yazmaya koyuldu mu durmadan, duramadan, gece gündüz yazar. İçinden cin çıkartırcasına. Gene de muhakkak artı bir emek harcamak durumundadır. Saatler, günler, aylar ve senelerce gıdım gıdım biriken emek. Ve tabii bir de yazarlığın olmazsa olmazı: yalnızlık.
İki formülden hangisinin uyacağı tamamen kişiye, kişinin ruhunun rengine kalmıştır.