SAHTE PEHLİVANLAR MİSALİ!
Değerli Okur!
Kur’an’ı indiren O’nu yüce, evrensel ve değişmez kılmıştır.
O’nun methiyesini yapan bazı zavallıların ona bir katkısı olmaz, olamaz!
Tersine, O’nu elden, dilden, gözden düşürürüz.
Hazreti Peygamber Efendimiz, daha kendisine vahiy gelmezden önce“Muhammed’ül Emin” olarak bilinmektedir. Emin olmayanın Rasüllüğü nasıl kabul görmez ise, emin olmayanların Müslümanlığı nasıl kabul görsün? Sahte pehlivanlar gibi minderin dışında dolanmanın anlamı yok. Yiğit olan minderde künde atar.
Müslüman olan da Kur’an aynasında kendini arar ve ne olduğunu anlar, pişmanlık duyarak, Müslüman olmanın gereklerine koşar. Kaybettiği yılları da düşünerek performansını ona göre ayarlar.
Önce sorar kendine; “Bu kitap bana ne diyor?” diye.
Yüce Rabbim bana ne anlatmış, eşyayı, nasıl yorumlamış? diye. Neyi emretmiş, neyi yasaklamış, neyi serbest bırakmış? diye. Yiğit olan yapar bunu. Yiğit olan sadece bunlarla kalmaz, düşüncelerini, fikirlerini, kabullerini, inançlarını da tartar Kur’an’ın Terazisi’nde! Görür onların “Kur’an” terazisindeki karşılığını, hafifliğini veya ağırlığını, anlamlılığını veya anlamsızlığını.
Arkasından da başını iki eli arasına alıp, niye böyle olduğunun muhasebesini yapar! Yıllarca peşinden koştuğu ilkeleri, ülküleri, liderleri, büyük denilenleri düşünür. Devrilen nice fidanları ve harcanan emekleri hatırlar. Samimiyetin, ihlasın, bağlılığın sonuçları böyle mi olmalıydı diye kafa yorar.
Ve geçen zamanın hesabını yapar.
Önce kendinden hesap sorar. Sonra çevresine bakar. Herkes bilir ki bu anlamda yiğit olmak o kadar kolay değildir. Sorun samimi olmak veya bağlılık da değildir. Elbet her işin başı samimiyet ve vefadır/bağlılıktır ama önemli olan da arkasını getirmektir.
Nedense her şey buraya kadar çok güzeldir de bundan sonrası çirkinleşir. Belki de bundan sonrası yoktur. Her zaman film de burada biter. Her şey övgü ile başlar, karşılığında da samimiyetlerimiz ve bağlılıklarımız alınır. Bundan sonrası akla bile gelmez, sorulmaz, bu düşüncelerin kaynağı nedir, nereden alınmıştır? kim, ne için, ne zaman, kim için söylemiştir?… bunların hiç birisi sorulmaz/sordurulmazda övgüler ve kahramanlık ve bağlılık nutuklarıyla ve kör sevdalarla yüzyıllar kayb-olup gider.
Kur’an, yüce kitaptır ama O’nda kendimizi görmek hoşumuza gitmez. Belki de O’nda kendimizi görmek, aramak aklımıza bile gelmez. Nedense hep böyle olur. “Kur’an” yüce kitaptır ama genellikle, mezarlıklarda, ramazan aylarında cuma gecelerinde, mevlitlerde kandillerde okunur.
Ama içinde ne yazıyordur düşünmeyiz. Amacımız sevap kazanmaktır. Kendimizin ya da sevdiklerimizin günahları bağışlansın içindir bu çabalarımız. Ne yazıyor anlamadan derin bir huşu içerisinde, tecvidin ritmine kapılıp dalar gideriz. Hatta gözümüzden yaşlar süzülür çoğu zaman.
Ritm bizi kendimizden alır götürür. Bu ritm sevabı bizi ateşten korur mu?… Böyle bir soru aklımıza bile gelmez!
Kur’an, yüce kitaptır, kutsal kitaptır.
Onun için, O’nu güzel ciltler, bezler, torbalar içerisinde evimizin başköşesine asarız. Kütüphanemizin en üst tarafına yerleştiririz. Çocuklara “aman ha! dokunmayın, sonra ağzınız eğrilir” diye de tembihleriz. Sanki onları zehirleyecek ilaç gibi(!) Çoğu zaman, yüce dinimizin kaynağı, mübarek kitabımız Kur’an” diye başlayan sözlerimize nedense:
“Allah şöyle olmamızı istiyor” diye devam etmeyiz, edemeyiz..
ATATÜRK KÖŞESİ
Hayatta En Hakiki Mürşit ilimdir…
DÜŞÜN-TAŞIN
Ey İman Edenler Neden Yapmadığınız Şeyleri Söylüyorsunuz?
AFORİZMALARIM
Hatalarım var çünkü insanım Melek robot değilim öyleyse yaşıyorum çünkü ancak ölüler hata yapmazlar…