Ben Uluğ Bey… Timur İmparatorluğunun hırsı olmayan veliahtı. Devletteki siyasî konumumla bilimdeki araştırmacı tarafımı sentezleyememiş acemi Mehmet Turgay. 15. yüzyılın en büyük astronumu. Semerkand’ı ilimle yeniden inşa eden bilim adamı. İktidar sevdalısı oğlu tarafından öldürülen bahtsız baba… Ay’daki bir kratere adımın verilmesiyle onurlandırılmış şanlı gök bilimcisi. Hesapladığım yıldız haritası ve geliştirdiğim trigonometri hesaplarıyla tüm dünyaya öncü olmuş dâhi matematikçi. 16 yaşında Semerkand’a valilik göreviyle onurlandırılmış Emir-i Kebir. Ben Uluğ Bey… Adını büyük Türk astronomu olarak tarihe yazdırmış Türk Uluğ Bey…
Dedem Timur. Bilirsiniz, nâm- diğer Timurlenk. 27 ülkenin emiri. Cengiz Han’ın acımasız Moğol ordusunu dize getiren aksak Timur. Dedemin lâkabı “emir”di. Cengiz Han gibi dünyanın en büyük komutanının ordusuna kök söktürmesine ve onun devletini ele geçirmesine rağmen “han” ünvanını kullanmadı. Biz de kullanamazdık. Çünkü Cengiz Han soyundan gelenler bu ünvana sahip olabiliyor. Dedem de kendi soyuna “emir” adını yakıştırdı. Emir Timur… Şimdilerde “bey” kelimesi kullanılır oldu. Emir-i Kebir olan ünvanım Uluğ Bey’e dönüştü.
Düşmanlarına acımasızca, dostlarına merhametle yaklaşan, komutanlıkta ve devlet adamlığında otoriter ve deneyimli olan dedem Çin’e sefer hazırlığındayken 1405 senesinde vefat etti. Vasiyetinde kendisinden sonraki hakanı, en sevdiği torunu Pir Muhammed Cihangir olarak tayin etti. Ancak netice hiç de istediği gibi olmadı. Aralarında babam Şahruh’un da bulunduğu oğulları ve torunları devleti paylaştı. En küçük oğul olan babama Horosan idaresi verildi. Babası gibi güçlü ve hırslı olan babam kısa zamanda Maveraünnehir bölgesini ele geçirerek Timur İmparatorluğu’nun 3. büyük hükümdarı oldu.
Dedem öldüğünde 11 yaşındaydım. Atalarım gibi askerliğe ve yöneticiliğe merakım yoktu. İlgimi çeken tek gerçek bilgi ve bilmenin sınırsızlığıydı. Ailem sayesinde oldukça iyi de bir eğitim almıştım. Hafızamın güçlü olduğunu söylerlerdi hep. Doğru muydu? Bilmiyorum, ama okuduğum bir kitabı cümlesi cümlesine zihnimde canlandırabiliyordum. Bu, zekâmın kuvvetliğinden değil, bilgilerin oldukça tuhaf ve gerçek olmasındandı bana göre. Öğrenmeyi seviyordum.
Vali oldum.
1409 yılında yani daha 15’imdeyken babam Şahruh beni Horosan ve Maveraünnehir bölgelerine hakan nâibi olarak atadı. Okumayı ve araştırmayı seven biri için valilik gibi oldukça mesai gerektiren bir görevin üstesinden gelmek zor olacaktı ama vazgeçmedim. Hem öğrenimime devam ettim hem idarecilik yaptım.
Beni şu dünyada en çok alakadar eden konu gökyüzüydü. Yeryüzü ve savaşları beni hiçbir vakit ilgilendirmedi. Zenginliğin gökte ve ötesinde olduğunu hissediyordum. Bu sebeple göğe bulunduğum yerden daha yakın durmalıydım.
Benim Semerkand’ım…
Doğu’nun incisi Semerkand’ı başkent yaptım. Burası benim için dünyanın ilim merkeziydi. Gerçi Cengiz Han bizden önce burayı yerle bir etti. Irmaklar, nehirler her yer kanla birlikte mürekkep doldu. Evet, o kanla işi olan adam sanata ve bilime dair ne varsa bu ilim ve kültür merkezinde hepsini yok etti. Ama kader Semerkand’ı ilme, bilgiye ve sanata sunmuşsa her ne belâ dolaşırsa dolaşsın yeni gelenler bu şehri daima dik tutmalıydı. Ben de bu düşünce ve inançla dünyanın birçok bölgesindeki bilginleri, sanatçıları buraya çağırdım. Allah’tan babamın hiçbir itirazı olmadı. O da düşkündü benim gibi bunlara. Vaktimi geçirdiğim sarayımda hep bu sanatçı-bilgelerle oturdum. Geceler boyu düşündük, tartıştık, araştırdık, yazdık, bildik, bildiğimizi keşfettik. Gençleri de yetiştirmeliydik. Bilgi kazanmak her Müslüman kadın ve erkeğin göreviydi. Bu amaçla merkezim Semerkand’da medrese inşa ettirdim 1917-1920 yılları arasında. Matematik ve gökbilim dersleri ağırlıktaydı. Orada hem hoca hem öğrenci oldum. İkisi de çok zevkliydi. Hep öğrenmek ve öğretmek…
Bu sırada göğe yaklaşmanın vakti gelmişti. 1928’de bilgelerimle göğü incelemek için medresenin yanında dünyanın en gelişmiş rasathanesi yaptırdım. Silindir biçiminde ve 3 katlı inşa ettirdiğimin bu bilim evinin ilk müdürü Gıyeseddin Cemşid oldu. Medresemin bu değerli hocası ne yazık ki bir sene sonra vefat etti. 1429’da onun ölmesi üzerine Bursalı Kadızade görevi üstlendi. İkisi de tarihin yetiştirdiği en büyük bilim adamlarıdır.
Rasathanede başlangıçta üç dev gökbilim aleti vardı: Derecelere ve dakikalara bölünmüş ve zodyak imlerini gösteren bir sekstant, bir güneş saati ve de kadrant. Gözlemevinin yuvarlak yapısı kuzeyden güneye mermerden dev bir açı ölçer tarafından kesiliyordu. Açı ölçme aygıtları pirinç raylar üzerinde kaydırılıyordu. Bu o güne dek en doğru yıldız tablolarının düzenlenmesini sağladı.
Çalışkan öğrencim Ali Kuşçu vardı.
Gözlemevinin tüm tavan ve duvarlarını gök cisimlerinin resimleriyle donattırdım. Benim en sevdiğim dünya burasıydı. Gözlemlere başladığımız sırada Cemşid’in vefatıyla sarsıldık. Kadızade de gözlemler bitmeden öldü. Derin acılar içindeydim. Arkadaşlarım olmadan araştırmalarımı devam ettirebilecek miydim? En çalışkan öğrencimiz Ali yardımıma yetişti. Babasını kuşçulukla vazifelendirmiştim. Ona da Ali Kuşçu diyordu çevresindekiler.
Gökyüzünde her şey güzel giderken yeryüzünde işler karışıktı. Semerkand’da valiydim, babama bağlı gibi görünsem de aslında kendi bölgelerimi bağımsız bir devlet gibi idare ediyordum. Dedem ve babam gibi at üstünde şehirler, ülkeler fethetmek niyetinde olamadım hiç. İdaresini üstlendiğim şehirlerin imarı, düzeni, refahı ve güvenliği ile meşgul olmak, iktidar kademesindeki bana kâfi geliyordu. Başta Semerkand, Buhara ve Herat olmak üzere birçok şehri sanat eserleriyle donattım, eğitim merkezleri açtım.
1937 senesine geldiğimizde öğrencim-yardımcım Ali Kuşçu ile birlikte yıldız kataloğumuzu bitirdik. Bizim zamanımıza kadar yapılan “zeyc(yıldız kataloğu)”lerin hatalarını düzelttik, daha önce hiçbir yerde adı geçmeyen yıldızları bulup yörüngelerini belirledik. Belirlediğimiz tüm yıldızların hareket alanlarını gösterdik. Bizden çok sonraları Zeyc-i Gürganî, Uluğ Bey Zeyci, Zeyc-i Cedid-i Sultanî olarak adı anılacak kataloğum İngiltere-Fransa gibi ülkelerde çevrilerek basılmış. Astronominin temelini teşkil eden trigonometri üzerinde çokça vakitler çalışırırdık Ali Kuşçu ile.
Bizim dönemimizde bilim-şiir-yazı-sanat birbirinden kuvvetle beslenirdi. Tek bir alanla uğraşmak yakışık olan değildi. Ben de sayıları-hesapları bir yana bırakıp hanedanlığını yıktığımız ve devamını getirdiğimiz Moğolların tarihini yazdım. Şimdi nerededir, bilmiyorum.
Hükümdarlıkla gelen ecelim…
Takvim 1446’yı gösterdiğinde Timurların şahı babam Şahruh öte dünyaya gitti. Amcamlar ve oğullarının kıyasıya mücadele ettiği taht kavgalarının içinden Timur İmparatorluğu’nun 4. hükümdarı olarak çıktım. Artık bir bölge değil, tüm devlet üzerinde tek söz sahibiydim. Sorumluluğum artmış, görevlerim çoğalmış, araştırmalarıma ayıracak vaktim azalmıştı. Genç yaşta vali olmam, devlet işlerinde deneyim kazanmamı sağlamıştı. Çevremde olup bitenleri gayet iyi gözlemleyebiliyordum. Acı olan ise bu taht çekişmesine büyük oğlum Abdüllatif Mirza’nın da katılmasıydı. Her yerden sıkıştırılmaya başlamıştım. Semerkand benim için güvenli bir kale değildi artık. Ayrıca bilim merkezimi bu entrikalardan uzak tutup korumam gerekiyordu. Bu amaçla babamın kalesi olan Herat’a taşıdım siyasi otoriteyi. Horosan’daki oğlum Abdüllatif, bendeki yönetim hırsının olmayışını bildiğinden daha da üstüme geliyordu. Doğruydu da… İlmin hükümran olduğu bir ülkede fert olmayı, hükümdar olmaya her zaman yeğledim. Oğlumun başlattığı iç savaşı bastırdım. Askerlerim onu esir almıştı. Ama yaptıklarını affedebilirdim. Zaten beni bildiği gibi tahtta gözüm yoktu. Vakti geldiğinde azmi ve gücü sayesinde yerime o geçebilirdi. O sebepten dolayıdır ki asi oğlumu bağışladım. Nereden bilebilirdim ki ecel kalesinin önümde sarsılmaz bir şekilde durduğunu… Nereden bilebilirdim cânım evladımın bana karşı tekrar kirli bir harekete geçeceğini… Hazırlıklarını tamamladıktan sonra ikinci bir iç savaş çıkardı ve yapılan mücadelelerde o beni esir etti. 55 yaşındaki Emir-i Kebir babasını 1449 yılında ölüme mahkûm etti.
1394 senesinde Sultaniye’de başlayan fâniliğim 1449’da Semerkand’da son buldu. Aynı sene muhalifler tarafından hayatımın anlamı, ilim yuvam, göğe yaklaştığım durağım olan rasathanemi talan etti. Onu da benim gibi bitirdiler. Ama hep bildim ki fiili olarak rasathanem yerinde durmasa da içinde keşfedilenler dünya tarihine geçecekti. Öyle de oldu ya…
Zamanda terk edilenler
Zamana kattığımız nedir diye soranlara… Oğlunun elinden ölümüne fetva verilen talihsiz bir babanın feryadı. Ama daha güzeli var. İnanarak çalışmış, huzuru yeryüzünün üstünde arayan Türk bilim adamının geleceğe bıraktığı miras…
Emel Topçu
emeltpc@gmail.com