Psikologların sıklıkla kullandıkları bir tabir vardır; “Öğrenilmiş Çaresizlik.”
Kişiler deneme yanılma sonucunda çaresizliği öğrenirler. Bir takım işler yapmak için girişimde bulunurlar ve yapamayınca, bir daha o işin olmayacağını düşünürler.
Üzerinden zaman geçmesi, şartların, mekânın ve yaşanılan ‘an’ın değişmiş olması önemli değildir.
Bir kere düşmüşlerdir öğrenilmiş çaresizliğin pençesine. Artık çıkamazlar.
Bir de öğretilmiş çaresizlik vardır.
Kişi herhangi bir konuda henüz herhangi bir deneme yanılma yaşamamıştır. Henüz neyi başarıp neyi başaramayacağını tam bilemiyordur.
Ama etrafındakiler iş başındadır.
Anne-baba, öğretmen-amir, hala-dayı, amca-teyze, ya da hemen köşe başında her şeyden haberdar olan Bakkal Ahmet Amca!
Çaresizlik kültürünü her gördüğünde yüklerler çocuğun-gencin aklına ya da yüreğine.
Rollerini çok iyi oynar bu her şeyi bildiğini sanan ama hiçbir şey bilmeyen zavallılar!
Çocuğa neleri yapmamaları gerektiğini o kadar güçlü bir şekilde öğretirler ki, o çocuk o alanda yeni bir denemede bulunmayı aklından bile geçirmez.
Daha denemeden, doğru mu yanlış mı bilemeden, “doğuştan” kabul eder kaybetmeyi;
Yenilmeyi, ezilmeyi…
Arabesk müzik bunun en iyi örneğidir.
On altı yaşlarında iki genç çay içiyorlar.
Yer özel bir kolejin kantini!
Yani; paralı insanların gittiği bir yer. Yani; o çocukların ailesinin maddi durumları iyi. Yani; babalarının hem işi hem de itibarı yerinde. Yani; çocukların bir eksiği görünürde yok.
Karşılıklı oturmuş çay içiyorlar teneffüs arasında.
Biri diğerine sesleniyor;
“Abi be!!!”
“Efendim!” diyor öteki sessizce.
“Yaşamak buysa üstü kalsın!”
Derin bir “Offf!” çekiyor ikisi de. Derin bir “Offf!”…
Kravatlar neredeyse belde. Eller her zaman cepte.
Kulaklarına taktıkları o “şey” “Batsın bu dünya” diye bağırıyor… bazen de “Aynada baktığım yüze küskünüm…”
Bir ara “Hayat sen ne çabuk harcadın beni…” sözlerini duyuyorsunuz.
Yaş, “On altı…”
Para, “Var!”
Anne-baba, “Var!”
Ev-bark, “Var!”
Sevgi, “Bilemiyoruz!”
Ama görünen bir şey var ki;
Hedef, “Yok!”
Amaç, “Yok!”
Başarma duygusu, “Yok!”
Yanlarına yaklaşıp soruyorsunuz:
“Yavrum, bir derdiniz mi var?”
“Hayır!”
Aşık mısınız? Sevdiğiniz size yüz vermiyor mu?”
“Hayır!”
“Anne-babanızdan birini mi kaybettiniz?”
“Hayır!”
“Evladım bu ne hal o zaman?”
“Amca bee! Biz doğuştan kaybetmişiz! Yaprak dalından kopmuş bir kere rüzgâra gerek yok!”
“Peki, siz bilirsiniz!” diyerek ayrılırken başka bir cümle duyuyorsunuz;
“Amca! Sataşma, baba yorgun!”
www.gencgelisim.com