|
Antik felsefede ya da diğer deyimiyle ilkçağ felsefesinde, Anaximenes, Pythagoras(Fisogor), Empedokles, Heraklaitos(Heraklit), Socrates(Sokrat),Platon (Eflatun), Aristoteles (Aristo) gibi filozoflar spiritüel-ruhsal felsefeleri işlemiş filozoflardır. Felsefe tarihi içinde, ilkçağ filozoflarından başlayarak, ortaçağ skolastikleri, Rönesans felsefecileri, yeniçağ filozofları; insan-evren, varoluşun kökeni, Tanrı-insan-doğa ilişkileri, evrenin (kozmosun) meydana gelişiyle, insanın bu dünyadaki yeri ve ödevinin ne olduğu sorularına yanıt ararken doğal olarak ruh-tanrı-doğa üçlemesinden uzak kalamamışlardır. |
İlkçağ filozoflarında ve eski dinlerin bir çoğunda ruh sözcüğü ile nefes (Hava) sözcüğü aynı anlama gelir. İnsan yaşadığı süre soluk alır ve soluk aldıkça da ruh bedende bulunur. Soluk alma durunca ruh ve yaşam bedeni terk etmiş demektir. Hint Felsefesinin temelini oluşturan “tenasüh” inancı, Yunan’da Orfe (Orphic) denen dini bir akıma paralel olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Orfe ’den kısaca söz etmeden bir başka ilkçağ filozofuna geçmek pek doğru olmaz. |
M.Ö 550 yılında yaşayan Pisagor’a göre sayılar bütün varlığın ilkeleridir (Arkhe). Örneğin, belli bir sayı belli nitelikleriyle adalettir, bir başka sayı ruhtur, bir başkası akıldır. Müzikteki uyum-harmonia yasalarının sayılarla anlatılabileceğini gördüğünden ve bütün olayların sayılara doğal bir yakınlığı olduğunu anladıklarından sayı öğelerinin bütün varlıkların da öğesi olduğu düşüncesine varmışlardır. Pisagorcuların dünya görüşü düalist; sınırlının, tekin, yetkin ile iyinin karşısında sınırsız, çift, yetkin olmayan ile kötü var. Ama nasıl sayıların temel birimi olan “ bir ” hem tek, hem çift sayı ise, onda her iki ilke de nasıl bir araya gelip birleşmiş bulunuyorsa, bunun gibi karşıtlarda evrende bir uyuma varırlar; karşıtların birliği ilkesine göre evren bir sayı uyumudur. Beden ruh için hapishanedir. Ölümden sonra ruh başka bir bedene geçer ve göçer; bu geçme ve göçme de dünyada yaşadığı hayata göre olur. Ruhun asıl gayreti ve gayesi özgür yaşamak yani bedene bağlı olmadan mutlak ruh haline erişebilmektir. Bu dönemde tekrar doğuş kavramı yanlış bir algılayış ve inanışla “tenasüh” anlayışı şekline dönüşmüştür. |
M.Ö. 450 yılında Empedokles, Heraklaitos (Heraklit) ile birlikte ruhu ateşe benzeten filozoflardı. Pisagor’dan gelen tekrar doğuş kavramı bu filozofların öğretilerinde de vardı. Fakat bu kavram, ruhun bir ceza olarak insanlık aşamasından hayvanlık aşamasına inmesi yerine, sıra ile bitki, hayvan, insan basamaklarından geçmesi olarak ele alınıyordu. “Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. İkinci kez girdiğimizde bu ırmak büsbütün başka bir ırmaktır artık. Bu arada akıp giden sular onu başka bir ırmak yapmıştır.” Empedokles’e göre, meydana gelme ile yok olma diye bir şey yoktur aslında. İnsanların meydana gelme dedikleri şey, temel maddelerin bir karışması, yok olma dedikleri de bu karışmanın dağılmasıdır. Çok küçük parçalardan kurulmuş olan temel maddelerin kendileri meydana gelmemişlerdir, yok olmazlar, değişmezler. Bunlar Parmenides’in bengi varlığı gibidirler. Son üçünü daha önce İonia filozofları ileri sürmüşlerdi. Bunlara dördüncü öğe olarak toprağı eklemekle Empedokles, günümüze kadar yaşayacak olan “Dört Öğe” öğretisinin temellerini İlkçağ filozofisi için kurdu. |
MÖ. 550-480 yıllarında Efes’te yaşadı. İyonya o dönem İranlıların elinde bulunuyordu. Ülkenin Efes dışındaki bütün kentleri özgürlüklerine kavuşmak için birleşmişlerse de İran kralı Dairus tarafından şiddetle cezalandırıldılar. Heraklit bir süre siyasal olaylara yabancı kalmadıysa da daha sonra politik yaşamdan tamamen ayrıldı. Arkadaşı Hermodor’un Efes’ten sürülmesiyle de bir ormanda inzivaya çekildi ve yalnız felsefeyle ilgilendi. En çok hoşlandığı şeyin doğayı derinden seyretmek ve yalnızlık olduğu söylenir. Heraklit Mile okulunun kozmolojisini iyi kavramış ve Pisagor’dan etkilenmiş bir filozoftu. Heraklit kendi sözlerinin güldürmediğini, süslü, boyalı olmadıklarını, fakat sesinin bu seste konuşan Tanrı sayesinde bin yıllar içinde uzayıp gideceğini söylerken çok önem verdiği Logos-İlahi Kelam hakkındaki görüşlerini de belirtmiş oluyordu. O, İyonya filozofları gibi evrenin ana maddesini değişmeyen kalıcı bir töz olarak kabul etmemiş, alemin sürekli olarak değişken olduğunu ve değişken varlık içinde kalıcı bir güç olarak akıl (logos-kanun) bulunduğunu savunmuştur. “Alem, Tanrılar ve İnsanlar tarafından yaratılmamıştır. O her zaman vardı” derken, her şeyden önce insan aklının, yokluktan varlığa geçişi yani “İlk” olanı anlamasının mümkün olmadığını savunuyordu. Yani evren, bağımsız ve özgür bir varlıktır. Alemi meydana getiren birinci ilke de, Ateş’tir. Bu ateş canlıdır, ölçüyle yanacak ve ölçüyle sönecektir. Ateş tek bir tözdür (cevherdir) ve her şekle girebilir; bütün değişimlerine karşın, kendi doğasından hiçbir şey yitirmez; ve bir alemi oluşturabilmek için bu değişikliğin kendiliğinden beliren gücü, hareket şeklinde kendini gösterir ve kendi varlığında bazı yoğunlaşmalara ve seyrekleşmelere neden olur. Ona göre, sükun gibi görünen her uzlaşma, bir kaçmadır ki, bu yeni bir savaşın hazırlığını yapmak demektir. Şu halde, alemde gördüğümüz ölüm ve doğum olayları bir görünüşten ibarettir; bu yaşamın yeniden doğması demektir. Bunlar, birbiri içinde devam etmek suretiyle, alemdeki dengeyi yaratırlar. Heraklit’in savunduğu ateşin belirlenmiş ve duyulur bir varlığı yoktur. O, bütün duyulur tözlerin ortak bir esasından başka bir şey değildir. Savaş halinde bulunan karşıtlar, birbirinin yerini almaya meyledince, eşyada durup dinlenmeyen bir hareket devam eder, durur. Zira, “ Her şey akıyor, her şey kaçıyor, hiçbir şey durmuyor; bir nehir içinde bizi yıkatan su, daima başka sudur; hiçbir zaman aynı nehre iki kere dalamazsın. ” |
İ.Ö.470 yıllarında yaşamış olan Socrates (Sokrat) bir aydınlanmacıdır. Aydınlanmanın istediği, yaşamımızın normlarını aklın ışığına tutmak, bunları akılla eleştirmek, akılla aydınlatmaktır. Sokrat bir de içinde bir Daimonion’un barındığını söylermiş. Yaşamının önemli anlarında bu Daimonion’u kendisine yol gösterirmiş. Sokrat bu sesi içindeki Tanrısal bir ses sayar ve ona uyarmış. Bu sesin ne olduğu üzerinde çeşitli yorumlar vardır. Vicdan, ahlaki bir sezgi, bir tebliğ, bir psişik alışveriş olabilir. |
MÖ. 427 yıllarında yaşamış olan Platon’a göre ruh ölümsüzdür ve birçok defalar yeryüzüne gelmiştir. Bu arada yeryüzünde ve Hades’te (öte dünyada) bulunan her şeyi görmüştür. Yeryüzünde her şey de birbirine bağlı olduğu için ruh bunlardan birini görünce, sürekli bir araştırma ile ötekilerini de bulabilir ve anımsayabilir. Ruhta doğru tasavvurlar, önce bilinçsiz bir halde bulunurlar; bunlar önce bir rüya gibidirler; uygun sorular ve araştırmalarla sonunda aydınlık bir bilgi haline gelirler. Bilginin konusu olan İdeayı Platon, Elea’lıların “Bir Olan” ındaki niteliklerle anlatır; Platon’un ünlü ‘Mağara’ örneğine göre bizim bu dünyada gördüklerimiz sadece gölgelerden ibarettir. Eşyanın hakikat ve gerçeği ise bu dünyanın ötesinde ve üstündedir. Bir mağaradakiler nasıl, ancak, gün ışığına çıktıkları zaman eşyayı olduğu gibi görebiliyorlarsa, biz de eğer gerçeği görmek istiyorsak, ruhlarımızın, ezeli dünyanın güneşi olan, en büyük realite tarafından nurlandırılması gerekir. Ruh öncesiz ve sonrasız olan İdealara benzer. Dünyanın gerçek sahibi Tanrı’dır. Tanrı’nın bu dünyayı olgunluğa götüren bir planı vardır; insan Tanrı’ya inanmakla erdemli olmak için bir dayanak elde eder. Ruh sürekli olarak ilk İdealar alemindeki yaşamını özler. Ona kavuşması ancak bu dünyada faziletli (üstün ahlak) ve ölçülü bir yaşam sürmesiyle mümkündür. |
Antik çağ sonlarında felsefeye dayanarak ruhsal bir dünya görüşü geliştirme denemelerinden ilki olan Yeni-Platonculuğun, kendisinden sonraki gelişme üzerinde büyük etkisi oldu. Çünkü bu çığır, Batı ve Doğu mistisizmlerinin başlıca kaynaklarından biridir. Plotinos ve Yeni Platonculukla örtüşmeyen ezoterik/ hermetik bir öğreti yoktur. Rönesans ötelerine kadar Platon felsefesi, daha çok Yeni Platonculuk şeklinde ele alınarak işlenmiştir. Bu çığırın kurucusu Plotinos’tur. (M.Ö.203-270) Plotinos doğu, Hint bilgeliği, astronomi ve astrolojiye de büyük ilgi duymuş bir düşünürdü; felsefesi çok yönlü olduğu ve hermetik etkiler taşıdığı için kendisinden sonraki kuşakları da, ezoterik, mistik ve okült araştırmalar açısından çok etkilemiştir. Ona göre Tanrı, eşyanın ilkesidir, başlangıcıdır. Fakat o, kendisinde çıkan ışınlara karşın, eksilmeyen bir güneş gibidir. Kıyaslamadan, benzetmelerden ve yaratıkların niteliklerinden uzaktır. O, her şeyin üstündedir ve her şeyden üstündür. Tanrı, saf düşüncedir; ne düşünür, ne düşünmez denilemez. O, öyle bir birliktir, bütünlüğü ile değişmemiş ve başkalaşmamış vahdettir. Bütün kendi yetkinlik sıfatlarıyla kendisidir ve kendi kendisinin içindedir. Bu itibarla külli olarak bilgiye ihtiyacı olmadığı gibi, bilgisiz de değildir. Tanrı’yı ancak kendi içimizden keşfedebiliriz. Bunun içindir ki, kendisini tanıyan ruh, ancak vecd sayesinde ona yükselebilir. Tanrı, tüm tanrısal sıfatları kendisinde toplamış olan saf birliktir. Kendini Tanı |
MÖ. 385 yıllarında yaşamış olan Aristo, antik çağ felsefesinin bel kemiği sayılan bir filozoftur. Aristo’ya göre beden madde; ruh da formdur. Ruh üç tabakalıdır, her alt tabaka üstteki için maddedir. Bitkilerde, yalnız organik yaşamdaki, özümseme ve üreme gibi mekanik ve kimyasal değişmeleri biçimlendiren ruh vardır. Bitkiler ruhun yalnız fizyolojik olan bu en alt tabakasında kalırlar. Hayvanlar dünyasında, buna özellikleri, ‘kendiliğinden hareket’, ‘istek’ ve ‘duyum’ olan hayvan ruhu eklenir. İnsanın akıllı özü, en yüksek olgunluğuna bilgide eriştiği için, bilen/teorik (theorik) aklın ürünü olan erdemler de en yüksek erdemlerdir, eksiksiz mutluluğu sağlayan erdemlerdir. Teorik akıl, en yüksek doğruları, en yüksek kavramı ve yargıları doğrudan doğruya kavramaya ve bunları bilmek için bilmeye yönelir. Bu en yüksek konuların bilinmesine, insandaki etkin aklın tam olarak açılıp gelişmesine de Aristo, “theoria-bakış” der. |