ANTİKÇAĞ FİLOZOFLARI

0
1182

Antik felsefede ya da diğer deyimiyle ilkçağ felsefesinde, Anaximenes, Pythagoras(Fisogor), Empedokles, Heraklaitos(Heraklit), Socrates(Sokrat),Platon (Eflatun), Aristoteles (Aristo) gibi filozoflar spiritüel-ruhsal felsefeleri işlemiş filozoflardır. Felsefe tarihi içinde, ilkçağ filozoflarından başlayarak, ortaçağ skolastikleri, Rönesans felsefecileri, yeniçağ filozofları; insan-evren, varoluşun kökeni, Tanrı-insan-doğa ilişkileri, evrenin (kozmosun) meydana gelişiyle, insanın bu dünyadaki yeri ve ödevinin ne olduğu sorularına yanıt ararken doğal olarak ruh-tanrı-doğa üçlemesinden uzak kalamamışlardır.

ANAXİMENES

İlkçağ filozoflarında ve eski dinlerin bir çoğunda ruh sözcüğü ile nefes (Hava) sözcüğü aynı anlama gelir. İnsan yaşadığı süre soluk alır ve soluk aldıkça da ruh bedende bulunur. Soluk alma durunca ruh ve yaşam bedeni terk etmiş demektir.
MÖ. 550-500 yıllarında yaşayan Anaximenes, bütün canlı varlıkların bir ruh taşıdığını söyler. Canlıyı cansızdan ayıran, canlı olanı ayakta tutan ruhtur.
Anaximenes ’e göre, “bir hava (soluk) olan ruhumuz (psykhe) bizi nasıl ayakta tutuyorsa, bunun gibi, bütün evreni de soluk ve hava sarıp tutar.” Anaximenes bir doğa bilimcisi olduğu için canlı cansız her şeyi doğa ile açıklamak istemiştir. Böylece, ruh kavramı felsefede ilk defa ortaya çıkmıştır.
Anaximenes ’te
ruh, insanın canlı bedeninin ayakta tutan, daha doğrusu bir arada tutan, onu canlı kılan, onun cansız bir yığın olarak dağılmasını önleyen
“şey” dir; burada ruh, yaşam yani canlı bedeni, cansızdan ayıran olarak anlaşılıyor ve soluk ile bir tutulduğu için, maddi bir şey olarak düşünülüyor. Şimdi nasıl hava-soluk-olan ruh, insanın bedenini cansız bir madde olarak dağılmaktan koruyorsa, bunun gibi, havada evrenin bütününü, onun düzenini ayakta tutar.

Hava; canlı, canlandıran şey, etkin olan bir ilke. Onun bu canlılığı, etkinliği olmasaydı, evren sadece, ölü, dağılan bir yığın olurdu; boyuna yeni biçimler alan kendini canlı olarak değiştiren yaratıcı bir varlık olmazdı.

Yine bu yüzyıllarda ruh kavramı, ruhun anlamı ve ölümden sonrası üzerinde çok durulmuştur. Homer;
“ölüm sonrasında yaşamda ruhlar yarı şuurlu, gölgemsi bir hayat sürerler” der. Bu dönemde Reenkarnasyon (Yeniden Doğuş) olgusunun bozulmuş şekli olan “tenasüh” inancı önemli bir problem oluşturmuştur. Çünkü, bu dünyadaki yaşam yeni bir imkan olarak değil de, eski bir yaşamda işlenen suçların cezalarının çekildiği ya da ödendiği bir yaşam olarak anlaşılır.

Hint Felsefesinin temelini oluşturan “tenasüh” inancı, Yunan’da Orfe (Orphic) denen dini bir akıma paralel olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Orfe ’den kısaca söz etmeden bir başka ilkçağ filozofuna geçmek pek doğru olmaz.

>> ORPHEUS VE ORPHİC ÖĞRETİ

PYTHAGORAS (PİSAGOR)

M.Ö 550 yılında yaşayan Pisagor’a göre sayılar bütün varlığın ilkeleridir (Arkhe). Örneğin, belli bir sayı belli nitelikleriyle adalettir, bir başka sayı ruhtur, bir başkası akıldır.
Müzikteki uyum-harmonia yasalarının sayılarla anlatılabileceğini gördüğünden ve bütün olayların sayılara doğal bir yakınlığı olduğunu anladıklarından sayı öğelerinin bütün varlıkların da öğesi olduğu düşüncesine varmışlardır.

Pisagorcuların dünya görüşü düalist; sınırlının, tekin, yetkin ile iyinin karşısında sınırsız, çift, yetkin olmayan ile kötü var. Ama nasıl sayıların temel birimi olan “ bir ” hem tek, hem çift sayı ise, onda her iki ilke de nasıl bir araya gelip birleşmiş bulunuyorsa, bunun gibi karşıtlarda evrende bir uyuma varırlar; karşıtların birliği ilkesine göre evren bir sayı uyumudur.
Ruh ise kendi kendine hareket eden bir sayıdır. Öncesiz ve sonrasızdır yani sonsuzluk ifade eder.  Ruh aynı zamanda, alem ruhunun bir parçası, gök ateşinin bir kıvılcımı, Tanrının bir düşüncesidir. Dolayısıyla da ölümsüzdür.

Beden ruh için hapishanedir. Ölümden sonra ruh başka bir bedene geçer ve göçer; bu geçme ve göçme de dünyada yaşadığı hayata göre olur. Ruhun asıl gayreti ve gayesi özgür yaşamak yani bedene bağlı olmadan mutlak ruh haline erişebilmektir.

Bu dönemde tekrar doğuş kavramı yanlış bir algılayış ve inanışla “tenasüh” anlayışı şekline dönüşmüştür.

EMPEDOKLES

M.Ö. 450 yılında Empedokles, Heraklaitos (Heraklit) ile birlikte ruhu ateşe benzeten filozoflardı. Pisagor’dan gelen tekrar doğuş kavramı bu filozofların öğretilerinde de vardı. Fakat bu kavram, ruhun bir ceza olarak insanlık aşamasından hayvanlık aşamasına inmesi yerine, sıra ile bitki, hayvan, insan basamaklarından geçmesi olarak ele alınıyordu.
Heraklit’e
göre evrenin temel maddesi ateştir. Ateş, bütün varolanların ilk ve gerçek temelidir yani ruhtur, bütün karşıtların birliğidir.
Evren boyuna akan bir süreçtir, başı sonu olmayan bir değişmedir, hiç durmayan bu değişme içinde aynı kalan, sürüp giden hiçbir şey yoktur. Bu sürekli oluş içinde durucu, kalıcı bir şey var sanırsak bu Heraklit’e göre bir yanılmadır, bir aldanmadır.

“Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. İkinci kez girdiğimizde bu ırmak büsbütün başka bir ırmaktır artık. Bu arada akıp giden sular onu başka bir ırmak yapmıştır.”

Empedokles’e göre, meydana gelme ile yok olma diye bir şey yoktur aslında. İnsanların meydana gelme dedikleri şey, temel maddelerin bir karışması, yok olma dedikleri de bu karışmanın dağılmasıdır. Çok küçük parçalardan kurulmuş olan temel maddelerin kendileri meydana gelmemişlerdir, yok olmazlar, değişmezler. Bunlar Parmenides’in bengi varlığı gibidirler.
Doğa bilgisinin gelişmesinde çok önemli bir yeri olan öğe-element kavramını ilk olarak ortaya koyan Empedokles olmuştur. Element burada, kendi içinde bir cinsten diğerine doğru; niteliği bakımından değişmeden, bölünmeden yalnız çeşitli hareket durumlarına geçebilen madde demektir. Bu elementler de 4 tanedir.
Toprak-Su-Ateş-Hava

Son üçünü daha önce İonia filozofları ileri sürmüşlerdi. Bunlara dördüncü öğe olarak toprağı eklemekle Empedokles, günümüze kadar yaşayacak olan “Dört Öğe öğretisinin temellerini İlkçağ filozofisi için kurdu.
Oysa, kadim uygarlıklarda ve kadim bilgeliklerde,ayrıca  astroloji ve simyanın kökeninde bu dört temel madde kavramı zaten dünya kuruldu kurulalı vardı.

Empedokles’in
felsefe anlayışında, bu dört öğe evrenin gereçleridir. Dört öğenin kendileri, değişmez tözler olduklarından, bunların kendisinde de bir hareket nedeni bulunamaz;yani bunlar kendiliklerinden birbirleriyle karışamazlar, bir karışmayı bozamazlar. Onun için doğa açıklamasında, bu dört öğenin yanı sıra bir de hareketin bir nedeni, hareket ettirici bir güç de gerek. Dört ana öğeyi birbiriyle karıştıran, bunların karışımlarını yeniden çözen neden de sevgi ve nefrettir Yani maddi olmayan ruhsal bir etkendir.

HERAKLİT (EFESLİ HERAKLAİTOS)

MÖ. 550-480 yıllarında Efes’te yaşadı. İyonya o dönem İranlıların elinde bulunuyordu. Ülkenin Efes dışındaki bütün kentleri özgürlüklerine kavuşmak için birleşmişlerse de İran kralı Dairus tarafından şiddetle cezalandırıldılar. Heraklit bir süre siyasal olaylara yabancı kalmadıysa da daha sonra politik yaşamdan tamamen ayrıldı.
Arkadaşı Hermodor’un Efes’ten sürülmesiyle de bir ormanda inzivaya çekildi ve yalnız felsefeyle ilgilendi.
En çok hoşlandığı şeyin doğayı derinden seyretmek ve yalnızlık olduğu söylenir. Heraklit Mile okulunun kozmolojisini iyi kavramış ve Pisagor’dan etkilenmiş bir filozoftu.
Heraklit
kendi sözlerinin güldürmediğini, süslü, boyalı olmadıklarını, fakat sesinin bu seste konuşan Tanrı sayesinde bin yıllar içinde uzayıp gideceğini söylerken çok önem verdiği Logos-İlahi Kelam hakkındaki görüşlerini de belirtmiş oluyordu.

O, İyonya filozofları gibi evrenin ana maddesini değişmeyen kalıcı bir töz olarak kabul etmemiş, alemin sürekli olarak değişken olduğunu ve değişken varlık içinde kalıcı bir güç olarak akıl (logos-kanun) bulunduğunu savunmuştur.

“Alem, Tanrılar ve İnsanlar tarafından yaratılmamıştır. O her zaman vardı” derken, her şeyden önce insan aklının, yokluktan varlığa geçişi yani “İlk” olanı anlamasının mümkün olmadığını savunuyordu. Yani evren, bağımsız ve özgür bir varlıktır.
Alemi meydana getiren birinci ilke de,
Ateş’tir. Bu ateş canlıdır, ölçüyle yanacak ve ölçüyle sönecektir. Ateş tek bir  tözdür (cevherdir) ve her şekle girebilir; bütün değişimlerine karşın, kendi doğasından hiçbir şey yitirmez; ve bir alemi oluşturabilmek için bu değişikliğin kendiliğinden beliren gücü, hareket şeklinde kendini gösterir ve kendi varlığında bazı yoğunlaşmalara ve seyrekleşmelere neden olur.
Ona göre, sükun gibi görünen her uzlaşma, bir kaçmadır ki, bu yeni bir savaşın hazırlığını yapmak demektir. Şu halde, alemde gördüğümüz ölüm ve doğum olayları bir görünüşten ibarettir; bu yaşamın yeniden doğması demektir. Bunlar, birbiri içinde devam etmek suretiyle, alemdeki dengeyi yaratırlar. Heraklit’in savunduğu ateşin belirlenmiş ve duyulur bir varlığı yoktur. O, bütün duyulur tözlerin ortak bir esasından başka bir şey değildir.
Savaş halinde bulunan karşıtlar, birbirinin yerini almaya meyledince, eşyada durup dinlenmeyen bir hareket devam eder, durur. Zira, “ Her şey akıyor, her şey kaçıyor, hiçbir şey durmuyor; bir nehir içinde bizi yıkatan su, daima başka sudur; hiçbir zaman aynı nehre iki kere dalamazsın. ”

SOCRATES (SOKRAT)

İ.Ö.470 yıllarında yaşamış olan Socrates (Sokrat) bir aydınlanmacıdır. Aydınlanmanın istediği, yaşamımızın normlarını aklın ışığına tutmak, bunları akılla eleştirmek, akılla aydınlatmaktır.
Sokrat, Sofist-bilgici değil, filozof-bilgi sever olduğunu söyler; bilgiyi elde bulundurduğuna değil, onu sevip aradığına inanır; kendisi kendini bildiği gibi, kendilerini bilmelerini
“Kendini Bil !” ana ilkesine uygun olarak başkalarından da ister.
Sofist; yunanca; Sophistes sözcüğü aslında
“bilen, bilgili kişi” demektir. Demokratlaşan Atina’da “başarılı yurttaş nasıl gelişir?” sorusuna “sofist” adını taşıyan kimseler cevap bulmayı, bu konuda gerekli öğreti ve eğitimi yapmayı üstlenmişlerdir. Sofist sözcüğü sonra siyasette yararlı olmayı öğreten kimse, daha sonraları ise söz söyleme sanatı üzerinde ders veren kimse anlamını kazanmıştır.
Sokrat’a göre gerçek bilgiye götüren yolda en büyük engel, sofistlerin ortalığa yaydıkları sözde bilgi olan şeyler, o yarım yamalak bilgilerdir.
Ona göre ruhta saklı doğrular vardır. Bunlar herkes için ortak olan doğrulardır. Disiplinli, sıkı bir düşünme ile “Doğru” nun bulunabileceğine inanır. Bu doğrular çalışma ve üzerlerinde durup düşünme ile yukarıya çıkarılabilir, bilinir bir hale getirilebilirler.
Sokrat’a göre evren, akli bir düzene göre kurulmuştur ve orada tesadüfün yeri yoktur. Evrende her şey, mevcut bir gayeye, her gayede diğer bir gayeye göredir. En son gaye de, ‘bir’ dir, ‘tek’ tir.
O, her şeyi görücü, her şeyi işiticidir. Bütün varlıkların hüküm ve tasarrufu onundur. Biz, onu duyularımızla kavrayamayız. Nasıl ki, gözü güneş aydınlattığı halde göz güneşe bakamaz. Biz de bu şekilde onu kavrayamayız. Karma karışık olan kaosu düzene sokan ve belirli olmayan bir maddeden alemi yaratan, işte bu en yüksek akıldır.  İnsan ruhu alem ruhunun bir parçası olduğundan ölümsüzdür ve dolayısıyla bir ahiret vardır.

Sokrat bir de içinde bir Daimonion’un barındığını söylermiş. Yaşamının önemli anlarında bu Daimonion’u kendisine yol gösterirmiş. Sokrat bu sesi  içindeki Tanrısal bir ses sayar ve ona uyarmış. Bu sesin ne olduğu üzerinde çeşitli yorumlar vardır. Vicdan, ahlaki bir sezgi, bir tebliğ, bir psişik alışveriş olabilir.
Ne olarak anlaşılırsa anlaşılsın onun Daimonion’la demek istediği şu idi:
“Tanrıların sesini içimizde, gönlümüzde duymalıyız; onları dış belirtilerde aramamalıyız; dindarlığımız bir dış görünüş olmamalı”
Ama Sokrat, bütün bunlara rağmen Yunan Aydınlanmasına, bunun temsilcileri olan sofistlere karşı olan bir tepkinin kurbanı olmuştur. Onunla sofistler arasındaki amaçlar bakımından olan temelli ayrılıkları Atinalılar ayırt edebilecek durumda değildiler. Onun rasyonalizmi, sofistlerin relativizmi kadar halk inancı için tehlikeli sayılmıştır.

PLATON (EFLATUN)

MÖ. 427 yıllarında yaşamış olan Platon’a göre ruh ölümsüzdür ve birçok defalar yeryüzüne gelmiştir. Bu arada yeryüzünde ve Hades’te (öte dünyada) bulunan her şeyi görmüştür. Yeryüzünde her şey de birbirine bağlı olduğu için ruh bunlardan birini görünce, sürekli bir araştırma ile ötekilerini de bulabilir ve anımsayabilir. Ruhta doğru tasavvurlar, önce bilinçsiz bir halde bulunurlar; bunlar önce bir rüya gibidirler; uygun sorular ve araştırmalarla sonunda aydınlık bir bilgi haline gelirler.
Platon’a göre öğrenmek eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden anımsamaktır. Bu anlayış ile Platon felsefesinin iki ana görüşünü de belirtmiş oluyordu.

Bir yanda asıl gerçeğin dünyası var ki buna
‘İdeaların Dünyası’ adını verir. İdealar dünyası bilginin aslının olduğu dünyadır. Öte yanda da relatif gerçeğin dünyası var ki bu da meydana gelen ve yok olan nesnelerin dünyası yani içinde yaşadığımız ‘geçici dünya’.

Bilginin konusu olan İdeayı Platon, Elea’lıların “Bir Olan” ındaki niteliklerle anlatır;
İdea birliktir, bölünemez, değişmez, öncesiz-sonrasız olarak kendi kendisine eşittir.
Ve bilgi, gerçek aşığını, gerçeğin mahiyetini kavramaya zorlar ve bilgi aşığı olan kimse de ilahi realiteyi temaşadan başka hiçbir şeyden zevk almaz.
Ruh, Platon’a göre, aslında idealar dünyasında bulunur, sonra da yeryüzüne iner. Bu nedenden ötürü de ruhun iyiliği ile kötülüğünün kökünü dışarıda değil de, ruhun kendisinde, kendi içinde aramalıdır.

Platon’un ünlü ‘Mağara’ örneğine göre bizim bu dünyada gördüklerimiz sadece gölgelerden ibarettir. Eşyanın hakikat ve gerçeği ise bu dünyanın ötesinde ve üstündedir. Bir mağaradakiler nasıl, ancak, gün ışığına çıktıkları zaman eşyayı olduğu gibi görebiliyorlarsa, biz de eğer gerçeği görmek istiyorsak, ruhlarımızın, ezeli dünyanın güneşi olan, en büyük realite tarafından nurlandırılması gerekir.

Ruh öncesiz ve sonrasız olan İdealara benzer. Dünyanın gerçek sahibi Tanrı’dır. Tanrı’nın bu dünyayı olgunluğa götüren bir planı vardır; insan Tanrı’ya inanmakla erdemli olmak için bir dayanak elde eder. Ruh sürekli olarak ilk İdealar alemindeki yaşamını özler. Ona kavuşması ancak bu dünyada faziletli (üstün ahlak) ve ölçülü bir yaşam sürmesiyle mümkündür.

PLOTİNOS

Antik çağ sonlarında felsefeye dayanarak ruhsal bir dünya görüşü geliştirme denemelerinden ilki olan Yeni-Platonculuğun, kendisinden sonraki gelişme üzerinde büyük etkisi oldu. Çünkü bu çığır, Batı ve Doğu mistisizmlerinin başlıca kaynaklarından biridir. Plotinos ve Yeni Platonculukla örtüşmeyen ezoterik/ hermetik bir öğreti yoktur. Rönesans ötelerine kadar Platon felsefesi, daha çok Yeni Platonculuk şeklinde ele alınarak işlenmiştir.  Bu çığırın kurucusu Plotinos’tur. (M.Ö.203-270)
Plotinos felsefesini Platon’a dayanarak açıklamaya büyük değer verir; kendi düşüncelerini hep Platon’un yapıtlarındaki belli temel noktalara dayatarak yorumlamayı dener; ayrıntılarında bile Platon’un bir öğrencisi olduğunu vurgulardı. Bu nedenle de bu çığır Yeni-Platonculuk adını aldı. Ama şunu da belirtmek gerekir ki, Plotinos’un öğretisinde Aristo ve Stoacılığın da büyük etkileri vardır.

Plotinos doğu, Hint bilgeliği, astronomi ve astrolojiye de büyük ilgi duymuş bir düşünürdü; felsefesi çok yönlü olduğu ve  hermetik etkiler taşıdığı için kendisinden sonraki kuşakları da, ezoterik, mistik ve okült araştırmalar açısından çok etkilemiştir.
Plotinos’un
öğretisinin baş özelliği, katı maddeciliğe tam bir kesinlikle karşı çıkışındadır ve ondan sonra gelen tüm hermetik/ezoterik okullara da bu anlamda büyük bir destek vermiştir. Bu felsefeye göre asıl gerçek; nesnelerin kendisi şeklinde varlıkta etkiyen her şeyin cisimsel olmadığı, her şeyin özde salt ruhsal nitelikte olduğu ilkesine  dayanır. Plotinos’a göre, “Cisimler dünyası, o görünmeyen ruhsal dünyadan üzerine bir parıltı vurursa ancak değer kazanır, güzel olur.”
Plotinos’a
göre evren ve insan, Tanrı’dan gelmiştir ve Tanrı’ya dönmektedir. İniş merdiveninin ilk basamağında ruhlar, ikinci basamağında hayvanlar, üçüncü basamağında nesneler vardır. Çıkış merdiveninin ilk basamağındaysa anlamak, ikinci basamağında sonuç çıkarmak, son basamağında mistik seziş yani gizemcilik vardır.
Böylece Tanrı’dan ruh olarak çıkan nesnel varlık dünyaya inerek maddeleşir ve madde olarak da vecd yoluyla yeniden Tanrı’ya döner. Bunun da adı Sudur, Uruç ve emanasyondur. (emanation)

Tanrılık yaşamın tedrici/kademeli  yayılışı ve varlığın son gayesinin Tanrı’da yeniden erimek olduğu suduriyeci bir panteizm onun felsefesinin temelini oluşturur.

Ona göre Tanrı, eşyanın ilkesidir, başlangıcıdır. Fakat o, kendisinde çıkan ışınlara karşın, eksilmeyen bir güneş gibidir. Kıyaslamadan, benzetmelerden ve yaratıkların niteliklerinden uzaktır. O, her şeyin üstündedir ve her şeyden üstündür. Tanrı, saf düşüncedir; ne düşünür, ne düşünmez denilemez. O, öyle bir birliktir, bütünlüğü ile değişmemiş ve başkalaşmamış vahdettir. Bütün kendi yetkinlik sıfatlarıyla kendisidir ve kendi kendisinin içindedir. Bu itibarla külli  olarak bilgiye ihtiyacı olmadığı gibi, bilgisiz de değildir. Tanrı’yı ancak kendi içimizden keşfedebiliriz. Bunun içindir ki, kendisini tanıyan ruh, ancak vecd sayesinde ona yükselebilir. Tanrı, tüm tanrısal sıfatları kendisinde toplamış olan saf birliktir.
Bu tanım,
Milattan önce altıncı yüzyılda Delfi’deki kehanet tapınağının duvarına kazınan, Milet’li Thales’e ait ünlü “Kendini Tanı” ibaresi ile birebir  örtüşmektedir.

Kendini Tanı
Çoklukta Mutlak Bir’in dolgunluğundan öylece ve  emanasyon yani yayılım yoluyla belirir. Tanrı tüm yaratıkların başlangıcı ve hepsinden önce saf yetkinliktir.
Plotinos’un
felsefesinde 3 ana  temel nokta vardır;
Mutlak, dolgunluğundan sudur, emanasyon yolu ile belirir.
Bir tam bir bağımsızlık içinde, kendi yücelik ve saflığından hiçbir şey kaybetmeden evreni oluşturur.
Sudur prensibi aynı zamanda insanın uluhiyete yani ilahi olana çekilişinin, ilahi cezbenin de bir açıklamasıdır ve
aynı zamanda kaçınılmaz bir olgudur.

ARİSTOTELES

MÖ. 385 yıllarında yaşamış olan Aristo, antik çağ felsefesinin bel kemiği sayılan bir filozoftur. Aristo’ya göre beden madde; ruh da formdur.
Ruh canlıyı canlı yapan, onu  cansızdan ayıran başlıca etkendir. Ruh için bir şeyin aktif tekamülünü gerçekleştiren aktif  prensip manasına gelen
Enthelecia sözcüğünü kullanır. Ona göre ruh, benin enthelecia’sıdır (entelekyasıdır), bedenin içinde taşıdığı erektir, bedenin hareketleri ve değişmeleri içinde kendini olgunlaştırıp gerçekleştiren formdur; ruh, bedenin biçimlenme ve hareketlerini bir ereğe doğru yönelten nedendir. Ruhun kendisi cisimsel değildir ama bedeni hareket ettiren ona egemen olan güçtür.
Aristo, ruhta bulunan esaslı unsurları üç psikolojik kısım olarak ele alır;
Ruhun en aşağı kademesi: Bitkisel ruh. Bedendeki bitkisel yaşamı temin eden kademedir.
Hayvansal ruh: Bedendeki hareket ve hassasiyetin yeridir. Beden sadece beslenir.  Havyan ise, hareket eder ve
etrafından tesir alır.

İnsan ruhu: Bu ruhun özelliği, bilmek ve akıl sahibi olmaktır.

Ruh üç tabakalıdır, her alt tabaka üstteki için maddedir. Bitkilerde, yalnız organik yaşamdaki, özümseme ve üreme gibi mekanik ve kimyasal değişmeleri biçimlendiren ruh vardır. Bitkiler ruhun yalnız fizyolojik olan bu en alt tabakasında kalırlar. Hayvanlar dünyasında, buna özellikleri, ‘kendiliğinden hareket’, ‘istek’ ve ‘duyum’ olan hayvan ruhu eklenir.
Hayvanın bir ereğe doğru kendiliğinden hareket ettiğini istekte görebiliriz. İstek, bir şeyi elde etmeyi ya da ondan kaçınmayı isteme olarak, haz ve acı duygularından çıkar. Bu duygular hep obje tasavvuru ile birliktedirler. Bu tasavvurdan da objenin elde edilmeye değer mi olduğu, yoksa ondan kaçınılması mı gerektiği anlaşılır. Tek tek duyumlarda verilmiş olanları hayvan ruhu genel  bir algı olarak birleştirir. Ruhun birliğini sağlayan bu ortak duyu, duyumları tasavvurlar olarak sakladığı için hatırlama ile kendi hallerimizi bilmemizin merkezidir.
Bitki ve hayvan ruhlarının üstünde yükselen
“insan ruhu”nun özelliği ise “akıl”dır. Ruhun ilk iki şekli, insana özgü aklın, bu formun gerçekleşmesinin maddesidirler. Akıl yüzünden, istek, tasavvur ve bilgi şeklini alırlar. Akıl, ruhun bütün bu etkinliklerine “dışarıdan gelmiş”, yeni ve daha yüksek bir şey  olarak eklenir; ama ancak ruhun öteki etkinliklerine dayanarak, bunların içinde kendini gerçekleştirebilir. Bu ilgiyi Aristo aklı etkin ve edilgin diye ikiye ayırmakla açıklamıştır.
Edilgin Akıl: Aklın, tek insandaki onun kendi görgüleriyle belirlenmiş olan, görünüş biçimidir. Buna karşılık etkin akıl, aklın bütün tek tek insanlar için ortak olan, her insanda bir ve aynı olan şeklidir.
Etkin Akıl: Meydana gelmemiştir, yok da olmayacaktır; edilgin akıl ise bağlı olduğu bireylerle ortaya çıkar.

İnsanın akıllı özü, en yüksek olgunluğuna bilgide eriştiği için, bilen/teorik (theorik) aklın ürünü olan erdemler de en yüksek erdemlerdir, eksiksiz mutluluğu sağlayan erdemlerdir. Teorik akıl, en yüksek doğruları, en yüksek kavramı ve yargıları doğrudan doğruya kavramaya ve bunları bilmek için bilmeye yönelir. Bu en yüksek konuların bilinmesine, insandaki etkin aklın tam olarak açılıp gelişmesine de Aristo, “theoria-bakış” der.
Doğruya bu bakma ile insan, Tanrılığın özü olan salt düşünmeden pay alır, bununla Tanrılığın öncesiz-sonrasız mutluluğuna da katılmış olur. Pratik yaşamın yani isteme ve yapmanın bütün amaçlarından sıyrılarak yalnız kendi kendisi için olan bu theoria’ya-bakışa yönelme, bütün isteklerden kendini kurtarmış olan bu sonsuz doğru’ya dalma, Aristo için dünyada en iyi şey, insanı da en çok mutlu eden şeydir. Ona göre insanoğlunun asıl ereği, dünyasal isteklerden arınıp, sonsuz doğruya dalabilme ereğidir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız