Nazan Bekiroğlu ile Söyleşi

0
877

Cümle Kapısı, Mor Mürekkep, Mavi Lâle. Neden deneme?

Yazdığım her ne ise, en soğukkanlı olmam gereken yerde bile, bir biçimde metnin dünyasına dahil olmayı seviyorum. Muaşaka hali. Benim yazdığım, benim içindir, benimledir. Ben yazdığım için o vardır, yoksam yoktur. Ben olmazsam olmaz. Yazdığım şey karşısında soğukkanlılığımı korumam mümkün değil ve nesneme karşı objektif davranmak gibi bir saplantım da asla yok. Çünkü zaten yazımın temeli muhabbet, hükmü paylaşım ve bu da heyecanı dayatıyor, heyecana dayanıyor. Bu durumda deneme, taşkın yazar ve onu taşıyabilecek kabiliyetteki okuyucuyu vasıtasız bir araya getirmesi bakımından benim için biçilmiş kaftan gibi duruyor. Büyüleyici bir özgürlük alanı. Yazan gibi okuyanın da metnin dünyasına bir hayli dahil olduğu günümüz edebiyatında deneme, parlayan bir yıldızın sahibi ve buna şaşmamalı. Ancak bir de kurgu alışkanlığı/yeteneği/isteği var serimde, inkar olunamaz. Ve ki denediklerimin bir yanıyla kurgusal metne doğru koştuğu da aşikar. Söz buraya gelince, günümüzde türlerin melezleştiği vakıasını görmezden gelmediğimi, bununla birlikte, denemenin hikayeye göz kırpması değil ama hikayenin denemeye dönüştürülmesini hikaye adına bir zaaf olarak algıladığımı da belirtmek isterim. Hikaye yaratıcı muhayyileye daha çok muhtaç olduğu için.

Bir bilim adamı olarak makaleden çok deneme ve hikâye yazmanızın temel nedeni nedir? Denemenin özgürlüğü mü cezbediyor?

Asgari şartları yerine getirilmekle birlikte ihmale uğramış akademisyenliğimin benden öbür dünyada davacı olacağı gibi bir korkuyu zaman zaman taşıyor olsam da, yazarlığın bile hayatımdaki aslî kıymeti teşkil etmediği gibi bir savununun arkasına sığınabilirim. Demem o ki, yazı bile değil/miş, diyebilirim çok rahatlıkla. Yazı da zaman zaman, varılmak istenen (nedir, nerededir, nasıl gidilir) menzil için ayağa bağ oluşturuyorsa, yazarlar arasında iğreti, prof.lar arasında iğreti. Elhamdülillah.

Nun Masalları’yla başlayan yolculuğunuza, Mor Mürekkep, Yusuf ile Züleyha, Mavi Lâle, İsimle Ateş Arasında ve Cümle Kapısı’yla devam ediyorsunuz. Yazarken sizi en çok hangi kitabınız uğraştırdı?

Hepsi birer yangının, birbirinin süreği tek bir yangının sonucu bende bütün bu yazı diye bildikleriniz. Lakin yazı macerasının ilk şartı olarak gördüğüm ilk ateşin arkasından emek kısmını hiç inkar etmedim. Bu, beş sayfalık bir hikaye için beş ay emek demektir en az hasarla. Şimdi buradan bakalım, geniş bir hacmi evirip çevirmek itibarıyle İsimle Ateş Arasında’nın bazı bölümlerinin beni diğerlerine göre daha çok uğraştırdığı düşünülebilir. Ki onlar da fışkırıp taşan bölümlerin hatırına kaleme alınmıştır. Bir de siz sormadınız ama benim içimden geldi, söyleyeyim, türlü suret hayat gailesinin arasında bir de yazının (ve en korkuncu yazanlar bilir, yazamamanın) çilesine muhatap yazıcı için belki bunca çilenin lûtfu olan bazı yazılar vardır ki gelir, vurur, oturursunuz hatta belki oturacak bir masa başı bulmaya bile vakit kalmaz. Yazarsınız ve biter. Üzerinde çok fazla oynamanıza gerek kalmayacak kadar bitmiştir. Bunlar armağandır. Bunlar ezel sözüyle birdenbire yüz yüze geldiğiniz yazılarıdır. Ama ağır geliyor bu lütuf. Esirgendiği zamanlar adına. Cennet hatırası, dünya sürgünü. Katlanmak size kalmış.

Cümle Kapısı’nda Zindan Risalesi’nin ön plana çıkmasını neye bağlıyorsunuz? İnsanın karanlığı bilme merakı mı?

Trajik olanın ilgi çekmesinde şaşılacak bir şey yok. Nedir ki sanat? Yazıya talip olan sıradanın değil, aykırı olanın arkasında değil midir? Sanat eserini aşkın yapan ıztırabın işlenişidir. Ve entelektüel bilinçten geri gelen zindan ıztırabı, bunun için cazip bir alandır. Ve daha bir çok şey. Okuyucu için de öyle.

Cümle Kapısı’nda “Her şeyi özetleyecek” cümleyi aradığınızı söylüyorsunuz. Bu cümleyi buldunuz mu? Aradığınız nasıl bir cümle ki her şeyi özetleyebilecek.?

Hayır, yeryüzü kelimeleriyle henüz bulamadım. Bulamam da.

İsimle Ateş Arasında, sizin ilk romanınız. Zamanı doğru yakalayamamak açısından tarihten bir sayfayı anlatmak tehlikeli değil midir?

Tarih anlatmak değil ki benim gayem. Onu tarihçilerin benden daha iyi yapacağı muhakkak, bırakalım tarihi tarihçiler anlatsın. Peki o zaman ne? Nun Masalları’ndan bu yana en çok vermek zorunda kaldığım cevap da bu oluyor galiba. Tarihî gibi görünen kahramanlar, tarihî gibi görünen zamanlar ve mekanlar üzerinde, bütün olanı, ortak olanı, bugün, yarın ve dünde değişmez olanı görmeyi istiyorum ben. Nun Masalları’nda da böyleydi, Yusuf ile Züleyha’da da böyleydi. Kaldı ki gaye tarih anlatmaksa bunun zamanı hiçbir zamandır, hatta eşzaman bile günü anlatmak için yeterli değildir. Kaç tane Irak işgali anlatısı var? Sizinle aramızda geçen şu konuşma benim içime farklı kaydediliyor, sizin içinize farklı kaydediliyor. Bir gün hatıralarımızı yazarsak, şu ortamı farklı anlatacağız. Tarih diye bir şey yok. Tarihten hareketle şundan bundan bahsederiz biz, asl-ı murad odur. Dolayısıyla tehlike her zamanki kadar.

Türk edebiyatında romanın şu anki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Münferit başarıların varlığını ve daha önemlisi neredeyse kitlesel olarak müdahili olduğumuz arayışların yoğunluğunu inkar etmiyorum. Bu başarıların bir kısmının görece varlığının, batı pazarının ideolojik ya da kişisel ilişkiler ağına ustaca tutturulmuş olmalarından kaynaklandığı gerçeğini inkar etmemekle birlikte, o ayrı mevzu. Demek bireysel, dağınık başarılar var. Lakin benim her şeyi net olarak algılamak isteyen akademik bir bakış açısıyla eksikliğini hissettiğim şey şu ki, Türkçe bir hissedişi Türkçe bir deyişe çevirerek görünür kılan, yani ki geleneğini oluşturmuş bir Türk romanının teşekkül ettiğinden, kendi ırmağının yatağında aktığından söz etmek şimdilik zor. En uzak örneklerinin bile o en kavi örneklerin şemsiyesi altında gölgelendiği bir Türk romanının teşekkül etmesi için biraz daha zamana ihtiyacımız var. Aşağılık duygusuna kapılmaya gerek yok ama övünmek için erken.

Piyasaya, tüketime yönelik metinler üreten yeni medya yazarları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sizi bu soruyu sormaya iten saiki kolayca tahmin edebiliyorsam, farklı değil düşündüklerimiz, demekle yetinebilirim. Popüler kültürün çarkından piyasaya arz olunan ve talep gören tüketim objesine, söz gelimi kullanılıp atılan kağıt mendil ya da bir ay dinlenip de arşivlenmeyen kaset/CD (çoğu kez MP3)’ye dönüştürülen edebiyat, kendi eleştirisini de beraberinde getiriyor aslında. Sanatların en hası olarak görülmesi gereken şiir bile bundan nasibini alıyorsa roman, hikaye ve müzik bu kaderden kazasız kurtulamaz. Yakında “hikaye klipleri” çekilirse hiç şaşmayın ve bunun kısa metrajlı filmler ile bir ilgisi de olmaz. Azgın bir ağız yiyecek yutacak bir şey arıyor ve buluyor, önüne ne gelirse. Ve daha yok mu, diyor. Sosyolojik, psikolojik tahlili, eleştirisi çok yapıldı bunların. Bilindik şeyler. Tekrarlamak niyetinde değilim. Sadece sorumluluğunu taşıdığım sağduyulu bir bakış açısını aktarmakla ve yüreklere su serpmekle yükümlüyüm şu an. Hayatın şu hızıyla akıp gitmesi halinde popüler/medyatik ırmağın da akıp duracağı muhakkak, meğer ki ırmaklar geri aksın, hayatlar geri dönsün. Ama her ortamda içten içe, ağır ağır akan bir başka ırmağın var olduğunu ve olacağını da kimse inkar edemez. Toplumsal varlığı kavi kılan bu ırmaktır, ancak uzgörü sahipleri görür. Popüler olan, bugünkü boyutta değilse de her dönemde estetik olanı tehdit etmiştir. Kısa vadeli bir tehdittir bu. Uzun vadeli düşünmeyi başarabilirsek, paniğe kapılmaya gerek yok. Lakin paniğe kapılmama rahatlığı da rehavet doğurmamalı. Kısacası her şey her şeyle alakalı. Varlığı bu saatten sonra engellenemeyecek olan medyatik/popüler kültüre rağmen akıtılacak olan o gümrah ırmağı besleyecek hayat şartlarının sağlanması gerekiyor ve bu, sizin ve benim yetki ve etki alanlarımızın dışına taşıyor. Benim etkim sivil vatandaş olarak çocuğuma uzanır ama okul ve TV onu elimden alıp duruyorsa ne yapacağım? Başlangıç için her şey olduğunu düşündüğüm aileden başlayarak; iktisat, teşkilat, siyasiyat dahil her şeyi içine alan, birleşik kaplar esasına bağlı bir hayatın tesisi ile mümkün direnmek. Yani malum problemlerimiz. Cemiyet meselelerimiz. Yazara düşen, burada bugün ve yarın arasında tercih yapma mecburiyetini hissettiği anda tercihini yarın’dan yana kullanabilecek yürekliliği gösterebilmesi. Ki bu da çok defa epey pahalıya mal olan bir göze alış ve bugünü feda ediş anlamına geliyor. Her babayiğidin harcı değil bir avuç okuyucuyla yetinmek. Belki ideal cemiyet o ki, has yazarı fark edip onu bu tercih trajedisinden kurtarsın. O da “soyut dağıtım, hayal pazarlama” şimdilik ve ne çare, kader böyleymiş!

Bir edebiyat profesörü olarak, her şeye rağmen, Türkçe’nin imkanlarını yeterince kullanabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Şükür ki benden başka da hatırlayanı bulunan anadilimin yüksek ifade kabiliyetine ve büyüleyiciliğine her gün bir daha, biraz daha tanık oluyorum. Dilin “doğru düzgün” kullanım üzerindeki kullanımı, ki sanat burada başlar ve çok defa cesur teşebbüsleri, taşkın deneyimleri gerektirir bu, kişisel yetenek ve ona eklemlenen bir eğitimin neticesidir. Bu kadar geniş bir ummanın bütün imkanlarını kullanabilmek akademik kariyer ya da dil alimliğiyle sağlanabilecek bir şey değil.

Bugün edebiyat dergilerinin edebiyata ciddi katkılar sağladığını söyleyebilir misiniz?

Elbette. Hem de çok ciddi katkılar bunlar. Pek çok yazarın dergilerden yetiştiğini, o dergilerin, geniş bir coğrafya üzerinde dağılmış ve merkezi zorladığı düşünülebilecek bir taşra damarını derleyip toparladığını, merkezle birleştirdiğini düşünürsek. Tabii verdiğim bu olumlu cevap edebiyat dergisi olma ehliyetini haiz dergiler için geçer akçe gibi duruyor.

“Edebiyatın taşrası  – taşrada edebiyat” söylemlerine nasıl bakıyorsunuz? Edebiyatın yapıldığı toprakla ilgili bir bereketi ya da kısırlığı olabilir mi?!

Bir edebiyat tarihi terimi olarak “Halk edebiyatı” dediğimiz alanı entelektüel kesimin edebiyatından, tarihsel süreç içinde bu güne de sirayeti tartışılır düşey bir çizgi ile ayırırsak, entelektüel kesim için standart bir edebiyattan bahsetme zorunluluğu doğar ki bu da kendisini merkezin lisanı ile ifade etmektedir. Lisandan kastım sadece dil ile sınırlı değil. O zaman, taşrada yaşamakla taşralı kalmayı birbirinden ayırt etmek lazım. (“Taşralı” sözcüğünü, burada, sözünü ettiğim entelektüel edebiyatın ihtiyaç duyduğu iç ve dış görü zenginliğine, teknik bilgiye ve dil yetkinliğine ulaşmak için gerekli olan kültürel zenginlik ortamının mefhum-ı muhalifi olarak algıladığımı belirtmek isterim). Ezcümle insan merkezde de taşralı kalabilir. Taşrada da taşralı kalabilir. Coğrafyadan çok insanın kumaşıyla ilgili bir şey bu.

Trabzon’dan baktığınızda, (özellikle İstanbul’da) edebiyat nasıl görülüyor?!

 

Bazen sessiz sedasız, bazen sisli puslu, bazen toz duman. Bazen üzücü bazen güldürücü, bazen sağaltıcı ve onandırıcı, bazen hasta edici. Sizin gördüğünüzden farklı değil hasılı. Uzaktan bakıyor olmanın getirdiği bir derli toplu görüş de cabası.

 

*

Söyleşi: Seyfullah Aslan

www.gencgelisim.com

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız