Yolculuk esnasında uyku tutmuyor bedeni ve kalem konuşmaya başlıyor: Bir otobüs… İçinde destek taşıyor, insan bedenlerine doldurmuş taşıyor. Gelecek kaygısını yüklenmiş gençler, başkalarının geleceklerine yardımcı olmaya doğru ilerliyor, zorlu yolları aşıyor. Evrende minnacık kalıyor olsa da, tozu dumana katıyor. Ne de olsa kalpleri zamanın tersine, iyiye kanıyor. Aldanıyor. Kendi nefeslerinden ve zevklerinden kaçarcasına, sarılıyorlar imdat diyene. Soruyor insan kendi kendine: Rahatına bakmak varken, bu gençlerin burada işi ne?
Cevap gelmiyor bu tarz sorulara duyarsızlardan. Çünkü duyarsız duymuyor, duymaktan da korkuyor. Biliyor bu cümleleri, kendiyle hesaplaşmalarından. Yol uzun ama dünya küçük, otobüsten. Ancak otobüs götürmüyor gidilecek yere hemen. Bekletmeyi seviyor, ona kızan, ayağıyla gaz pedalını tekmeleyen şoföre rağmen. Otobüsteki kimsenin kimsesi yok orada ama herkesin her şeyi var aslında. Otobüs gizlese de, içten içe o da biliyor: toprak kokuyor insan ve bu koku insana hep kendini hatırlatıyor. İşte bu yüzden kopamıyor insan insandan ki, zaten kopabilir mi insan kendi toprağından?
Zaman geçtikçe otobüs camı cana daha çok yaklaşıyor. Belki de otobüs gitmiyor. İçindekiler koşuyor, hiç yorulmadan. Ama hepsi farklı konuşuyor aynı duyguları. İşte bu duyguları dinleyen bedenler, yere daha iyi basıyor, bastığı yeri aydınlatıyor. En güzeli de bir bedenle getirilen binlerce yürek, binlerce dua, binlerce umut… Yani tıklım tıklım dolu bu otobüs. Kapıları zorluyor içindekiler, varacağı yere açılsın diye. Belki yapılacak küçücük bir destek ama herkes küçük bir kartopunun nasıl da bir çığ olduğunu biliyor ve elinden gelenin en iyisiyle katkıda bulunmak istiyor. Nitekim bu uğurda emeğini sunmak için kısıldı gençler bu otobüse. Belki binlerce zengin televizyondan sayı sayı veriyor paralarını, sayılsın diye miktarı. Belki markalar günü değerlendirip hizmet yollu reklam peşinde, belki bazıları günün anlam ve öneminden faydalanmanın… Tabi elbet var bizde de farkı iyi niyetli olanlarının. Ne de olsa tarlaya ekilen tohum karışık. Mahsul topraktan kafasını çıkartana kadar tanımak ne mümkün! Sonradan anlaşılıyor ne olduğu mahlûkun. Tartı tartanın elinde ve bir gün tartılacak herkesin sıkleti. İşte o gün anlaşılacak karpuz tarlasındaki kabaklar ve onları teker teker oyacaklar.
Çocuklarına Çadır Olan Anne-Babalar
Velhasıl kelam minnacık da olsa karşılıksız doğurulan iyilik büyüyor, güzelliğiyle etrafındaki dikenleri çürümeye mahkum ediyor. Ayrıca ona otobüs dediğime de bakmayın, Ataşehir Belediyesi’nin küheylanı o. Yılan yolların üzerinde dengede durup, volkan saçan dağların üstünden zıplıyor sanki… Van’daki babalarımıza, annelerimize, abilerimize, ablalarımıza, kardeşlerimize, bebeklerimize… Daha çabuk naçizane destek olabilelim diye.
İlk olarak Patnos yakınlarındayken çalkalanıyoruz, yolun kenarında durmuş bekleyen 10-15 kişi görünüyor. Dışarıdan gelen haberlerden o kadar etkilenmiş durumdayız ki, her topluluğu yağmacı olarak nitelendiriyoruz. Aradan bazıları jandarmayı haberdar ediyor, biz yolumuza devam ediyoruz. Hava karardıkça üstümüze ve biz Van’a daha çok yaklaşıyoruz. Önce Van-Merkez’e uğruyoruz ve ardından Erciş… Van merkezin karanlığında anlayamıyorsun deprem bölgesinde olduğunu, binalar tam. Ama Erciş’e girdiğinde legonun parçaları gibi dağılmış binaları gördüğünde tüylerin ürperiyor. Hemen hayal de olsa altına giriyorsun enkazın, canın yanıyor. Çadırlardaki adamlar, kadınlar, çoğu zaman çocuklarına çadır oluyorlar. Hava soğuk. Ama hazırlıklıyız. İlkokulda karlı havalarda annelerin kat kat sarmaladığı çocuklar gibi giyinmişiz hepimiz.
Erciş’le çoğumuzun ilk tanışması olduğu için meraklı gözler hakim. Nerede bir enkaz var, üstünde kurtarma ekipleri, gecenin karanlığını ışıklarıyla yırtıyor, bir can daha kurtaralım diye yırtınıyor. Etraflarında büyük bir kalabalık hakim: Bazısı sadece izliyor, bazısı dua ediyor, bazısı ağlıyor, bazısı çaresiz bekliyor… Her nereden bir canlı kurtarma haberi gelse, bütün şehir dinliyor, mutlu oluyor ve umutlanıyor diğerleri için. Geçen her zaman umutları yıkıyor, zaman gibi hoca durmadan sala okuyup bedenleri yıkıyor.
Yemek Kaşığıyla Toprağı Kazan Çocuk
Aklında hem terör, hem de yağmacılar varken kime güvenebilirim diye düşünüyorsun. Kafanda hep bir şüpheyle dolaşıyorsun. Ama küçücük bir çocuk gecenin karanlığında çorapsız, terlik giymiş. Üzerinde bir kazak, kulakları ve burnu kızarmış, oturmuş elindeki yemek kaşığıyla toprağı kazıyor. Bir anda gözlerinin ta içine tüm masumiyetiyle bakıyor. İşte o an anlıyor insan, insanlığını ve insanı… Az da olsa ayırt edebiliyor insan olmayanı.
İş seçmeye değil, destek olmaya gelmiştik. İlk geldiğimiz gece hiç dinlenmeden gelen yardımların stoklanmasına yardımcı olduk. Afet koordinasyon merkezinin yönlendirdiği bir derneğe… Kaç adet tır, kaç adet kamyon indirdik hatırlamıyorum. Dürüst olmak gerekirse aklımdaki ilk düşünce, “Bunları neden stokluyoruz? Götürüp hemen dağıtsak, ihtiyaç sahiplerine ulaştırsak” idi. İyi niyetimi hiç bozmadan çalıştım. Binlerce kutu süt indirdik. Makarna, bulgur, pirinç, yağ, zeytin, çocuk bezi, kadın pedi, kıyafet… Aklına ne gelirse… Depo dediğim de İstanbul’daki gibi küçük değil, içerisine süper market açılabilecek ölçüde. Gece boyunca sürdü yardımları stoklamak, durmadan. Gücüm gecenin sonunda bitmişti. Karnım açtı ama ne yardımlardan bir şey açıp yiyecek, ne de birilerinden bir lokma isteyecek yüzüm yoktu. Hava iyice soğumuştu, yağmur hızla yağıyordu. Kalacağımız çadıra geçtik. Toplu bir çadır. Kızılay’ınkilerden değil. Derneğin kermes için kullandıklarından. Biz gelmeden çay demlenmiş, ne var ise sofraya dökülmüştü. Karanlık hakimdi, net bir şey göremedik ama o sofranın tadı bir başkaydı ve unutulmazdı. Sabaha az kalmıştı. Dinlenmek amaçlı yatağa uzanalım diye girdik ki, yatak ıslak. Ama girmiştik bir kez ve yorgun beden suya rağmen dinlenmeye koyuldu. Fark ettirmeden öğrendik: “Şimdilik biz bunlarla yetiniriz. Afet durumunda lükse ne gerek var! İhtiyacı olan yetinsin, sonrası Allah Kerim. Gerçekten ihtiyacı olan alsın.”
Sabah oldu erkenden… Daha gözlerimizi bile kapamaya fırsat olmadan kalktık. Soğuk ciğerimi üşütüyordu. İşte şimdi Erciş’le gerçekten tanışıyorduk. Kime benzediğini, nasıl olduğunu anlıyorduk. Kahvaltı yapmamış insanlar, büyük bir hızla dışarıdaki insanlara kahvaltılık yetiştirmeye çalışıyordu. Peynirler, ekmekler ve helvalar… Ne varsa elde, dağıtılıyordu hızla. Biz de işin ucundan tutuyorduk. Oluşan sırayı görseniz, hiç bitmeyecek sanırsınız. Ama bitiyor bir şekilde. Özellikle yardım dağıtımı işinin içinde oldukça, gerçekten ihtiyacı olanla olmayanı ayırt etmeye başlıyorsunuz ister istemez. Birileri var her sıraya giriyor, son model arabasının bagajını dolduruyor. Birileri var gözlerinden, duruşundan anlıyorsunuz ihtiyacı var. Bi de birileri var, ihtiyacı var ama yok diyor. Saat ilerledikçe Erciş merkezde bulunan çadıra gece depoladığımız sütler yavaş yavaş geliyor, bebek mamaları da, bezleri de… Sokağın ortasından su şişeleri dolu durumda, ihtiyacı olanlar alıyor, bazıları ise alıp alıp depolamaya çalışıyor. Demem o ki bazıları var, bu felaketin ardından küçülecek bakkal açacak bu malzemelerle, ama bazıları var sırtta taşınacak, gözde büyük, gönülde büyük insanlar olacak…
Gözü Kapalı Yardıma Koşanlar
Koşturuyoruz orada bir aşağı bir yukarı. O esnada bir genç görüyoruz. Soğuğa rağmen bir eşofman bir t-shirt duruyor. Soruyoruz, “önemli değil” diyor ve hızla ilerliyor. Yanındaki adamdan öğreniyoruz, evi yıkılmış, enkazın altından çıkmış ve hiçbir şeyi kalmamış. Zorla kolundan tutuyoruz, bin ikna bin çaba çadıra getiriyoruz. Genç ısrarla, “Benim ihtiyacım yok. Ben bir şekilde idare ederim. Siz ihtiyacı olana verin,” diyor. Üzerine bir mont buluyoruz, giydiriyoruz. Arkadan bir abimiz soruyor: “Oldu mu?” Gençten gelen cevap birçoğuna örnek: “Mağaza mı burası abi, keyfimize göre seçelim? İdare etsin yeter.”
Ben o derneğe yardım için yönlendirilen 6 kişiden sadece biriydim. Diğer 5 kişi ise tanıdığım en nadide insanlar olmuştu bir anda. Mesela bir sivil savunmacı abimiz vardı. Kendisi Sakarya depreminde karısını ve iki çocuğunu kaybetmişti. Yaşadıkları ve gördükleri yüzünden uçuk davranışlar sergilese de, garip ve bazen gülünç bir siniri olsa da içindeki güzelliği, iyiliği görmek mümkündü. Çalışmadığı arama kurtarma ekibi yok denecek kadar azdı. Birçok enkaza gözü kapalı girmiş ve küçük-büyük demeden birçok işi yapmış bir değerdi. Öğrenci arkadaşlarımız vardı İstanbul’dan, sıcak yataklarından koşarak gelmişlerdi. Van’daki Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden bir arkadaşımız vardı mesela, oturmak varken, sırtında yük taşıyan. Bu arada bir de güzeller güzeli bir öğretmen adayımız vardı yanımızda. O da Sakarya depremini yaşamış. Tek başına, kız başına koşarak gelmişti İstanbul’dan. Gösterdiği en küçük çaba bile büyük bir enerji sağlıyordu bana ve tabi ki o çabaya şahit olanlara.
Emre Tuncer / e@3e5.com