Uzaktaki yakın mı? Yakındaki uzak mı?

0
899

Şükrü ile Naime, evlendiklerinde hayallerinde büyük şehir vardı. Köyde yaşamak istemiyorlardı. Şükrü, bağ bahçe ve hayvancılık işlerinden pek anlamazdı.

İş makinelerinin dilinden anlardı. Büyük şehirlerde, inşaat sektörü çok canlı gidiyordu.  Şükrü de en iyi yaptığı işi, operatörlüğü icra edip Naime ile birlikte, mutlu bir yaşam hayal ediyordu.  Naime de bu düşüncelere itiraz etmiyor, Şükrü ile beraber şehirde hayatı omuzlamaktan keyif alıyordu.

 

Şükrü ve Naime, her ikisi de evin en küçükleri idi. Her ikisinin de anne ve babaları yaşlı sayılabilecek durumda idiler. Evlendikten hemen sonra şehrin kenar mahallelerinden birinde küçük bir ev kiraladılar. Şükrü, inşaata gittiğinde Naime de boş durmuyor, tanıdıkların referansıyla apartmanlara günlük temizliğe gidiyordu. Her ne kadar Şükrü, Naime’nin çalışmasına sıcak bakmasa da Naime, hayat arkadaşını yaşam mücadelesinde yalnız bırakmak istemiyordu. İlk çocukları Pınar dünyaya geldiğinde çalışmaya biraz mola verdi. Pınar biraz büyüdükten sonra tekrar çalışmayı düşünüyordu ama köyden gelen haber, bütün planları alt üst etmişti. Şükrü’nün babası vefat etmişti.

Şükrü, iş yerinden izin alarak ailesiyle beraber köye geldi. Cenaze defin işlemleri, taziye kabulleri derken izin bitmişti. Annesi, köyde yalnız kaldığı için Naime’yi ve Pınar’ı köyde bırakıp şehre geldi. On beş yirmi gün sonra tekrar köye vardığında eşini, kızını ve annesini de şehre götürmek istedi. Ancak annesi, yıllarca yaşadığı köy hayatından kopamayacağını, şehir yaşamının kendisine göre olmadığını söyledi.

– Oğlum var git yoluna. Eşini ve kızını da al. Ben köyümden ayrılamam.

– Ama anne sen burada yalnız kalamazsın. Sen bizim yanımızda olmalısın.

– Oğlum senin işin şehirde. Benim havam köyümde. Kusura bakma, ben şehre gelemem.

Şükrü, yaşlı annesini köyde yalnız bırakmak istemiyordu. Lakin annesini de bir türlü ikna edemiyordu. Köyde kalsa yapacağı bir iş yoktu. Sorun çözümsüzlüğe gidiyordu. Naime, araya girdi ve önerisini söyledi:

– Sen şehre gitmelisin Şükrü. Annem buradan ayrılmak istemiyor. Zorla götürecek halimiz yok. O halde ben de köyde, annemin yanında kalayım. Anneme bakarım. Ayrıca kendi anne ve babamın da yaşlılıklarında yanlarında olmuş olurum. Şimdilik tek çözüm bu gibi gözüküyor.

– Ama nasıl olur?

– Nasıl olacağı yok Şükrü. Sen şehre, işinin başına. Ben burada annemin yanında.

– Yahu Naime! Bir gün değil, beş gün değil. Sen ne dediğinin farkında mısın?

– Evet, farkındayım. Sen gidip çalışacaksın. Bize para göndereceksin. Biz de burada harcayacağız.

– Paranın sözünü eden oldu mu şimdi?

– Şükrüm, evimin erkeği! Başka yol var mı?

– Of ya! Anne ya! Neden gelmiyorsun bizimle?

– Anneye öf denmez! Hadi civanım! Hadi aslanım!

Şükrü, eşini ve kızını annesinin yanında bırakarak şehre gitmek zorunda kalmıştı. Bu durum gerçekten zoruna gitmişti. Ama yaşlı annesini köyde yalnız bırakamazdı. Yanına gelmeye de ikna edememişti. Allahtan Naime çözüm bulmuştu. “Helal olsun karıma, yiğit kadınmış vesselam” dedi.

Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Şükrü, inşaatlarda makinelerin üstünde ekmek parasını kazandı ve köydekilere gönderdi. En geç ayda bir ziyaretlerine gitti. Yıllık izinlerini ailesinin yanında geçirdi. Ailesinin yanında geçirdiği her dakikayı, dolu dolu canlı canlı yaşamaya özen gösterdi. Birlikte olamadığı zamanların acısını çıkartırcasına eşi ve kızıyla çok kaliteli zamanlar paylaştı. Uzakta olduğu zamanlarda da bir gün bile ailesini aramayı ihmal etmedi. Mesafe olarak uzaktaydılar ama gözünün siyahı ile beyazı ne kadar bir birine yakınsa onlar da yüreğinde o kadar yakında idiler.

 

Seval ile Okan, aynı üniversitenin iki ayrı fakültesinde okumuşlardı. Seval işletmeyi bitirip bankacı olmuş; Okan mühendislik okuyup büyük bir fabrikada kısım amiri olmuştu. Üniversite yıllarından beri birbirlerinden hoşlanıyorlardı. Okulu bitirip meslek sahibi olduktan sonra usulüne göre dünürcü gönderildi. Düğün dernek kuruldu. Seval ile Okan, dünya evine girdiler.

Evliliğin ilk yıllarında, ilişkilerini canlı tutmaya çalıştılar. Evde ya da dışarıda beraber geçirdikleri ortak zamanların içine çok şey sığdırmaya çalıştılar. Birlikte yemeğe çıktılar, sinemaya gittiler. Evde patlamış mısır eşliğinde film izlediler. Hayatı paylaşmanın hazzını yaşadılar. İlk çocukları Semih dünyaya geldiğinde Okan ve Seval, anne ve baba olmanın coşkusunu doyasıya yaşamışlardı.

Aradan geçen yıllarda Okan, çalıştığı fabrikada üretim kısmından sorumlu müdür olmuştu. Onlarca işçiyi idare etmek kolay değildi. Ayrıca üretilen ürünlerin hatasız olması, maliyetin yüksek olmaması, ürünlerin piyasaya hitap etmesi gibi birçok sorumluluğu vardı. Fabrikada çok yoruluyordu. Eve geldiğinde, günü paylaşmak, hayatı paylaşmak şöyle dursun; akşam yemeğini yiyecek mecali bile kalmıyordu. Oğlu Semih, gözünün önünde kendisinden habersiz büyüyüp gidiyordu. Seval’in de durumu Okan’dan farklı değildi.

Seval, stajyer olarak girdiği bankada, performansı ile göz doldurmuş, aldığı sorumlulukları eksiksiz yerine getirmişti. Önce gişeden alınıp pazarlama bölümüne atandı. Pazarlama bölümündeki başarılı çalışmalarından sonra aynı şubede müdür yardımcılığına getirildi. Kariyer basamaklarını koşar adım tırmanırken, eve dair aileye dair ihmaller olabiliyordu. Oğlu Semih ile Okan’ın daha çok ilgilenmesini istiyordu. Ev işleriyle ilgili bir yardımcı ayarlamıştı. Temizlik, yemek, ütü, çamaşır konusunda eve gelen kadın işlerini toparlıyordu.

Semih bir gün okulda arkadaşıyla kavga etmişti. Okul yönetimi, önce Okan’ı aradı ve okula davet etti. Okan, durumla ilgileneceğini söyledi ve Seval’den okula gitmesini istedi. Seval, işlerinin çok yoğun olduğunu ve bankadan dışarıya çıkamayacağını söyledi.  Her ikisi de Semih’in okuluna gitmediler, gidemediler. Akşam eve geldiklerinde her ikisi de Semih’e kızdılar:

Oğlum, ne diye kavga edersin. Ne diye insanlardan söz işittirirsin anlamıyoruz ki!

Ben bir şey yapmadım baba!

Sus! Bir de babaya cevap verme! Ha ne olurdu bankadan yarım saat izin alıp okula kadar gitseydin.

Allah Allah! Neden ben gidiyor muşum? Sen fabrikadan çıkıp gidiverseydin ya!

Ya ben bu okulu da anlamıyorum. Özel okul değil mi kardeşim. Parasını veriyoruz, bir istediklerini iki etmiyoruz. Daha ne istiyorlar anlamıyorum ki. Her sorunu biz çözeceksek, özel okula ne diye gönderdik sanki.

Asık suratla yenen yemeğin ardından Semih odasına geçerek, ders çalışmaya başlamıştı. Daha doğrusu anne ve babası öyle zannediyordu. Okan, salonda dev ekran televizyonun karşısına geçip, takımının maçları ile ilgili spor yazarlarının yorumlarını izliyordu. Seval, mutfakta kalıp sevdiği dizileri izlemeyi tercih etmişti. Bir elinde kumanda diğer yanda moda dergilerine göz gezdiriyordu.

Okan, çok yorulduğunu belirterek yatmaya gitti. Seval, mutfağı toparladıktan sonra Semih’e iyi geceler deyip yatak odasına yöneldi. Dişlerini fırçalayıp yatağa girdiğinde Okan’ın çoktan uyumuş olduğunu fark etti.

Semih, günlüğüne “her zaman ki gibi sıradan ve mutsuz bir gün daha sona erdi” satırlarını karalarken bu günkü kavgada haklı olduğu halde kendisini savunmayan, okuluna dahi gelmeyen bir ailesi olduğu için üzülüyordu.

Evet sevgili dostlar,

İki farklı aile, iki farklı tablo. Biraz abartı olduğunu düşünebilirsiniz. Zengin fakir ayrımı yaptığımı ya da neden zenginleri mutsuz fakirleri daha çok mutlu gösterdiğimi düşünüp eleştirebilirsiniz. Veya ikinci örnek ailemizin işleri gereği gerçekten çok yoğun olduklarını, birinci ailemizdeki insanların çok fazla bir arada bulunamadıkları için paylaşacak fazla bir şeylerinin olmadığını öne sürebilirsiniz. Düşüncelerimiz, mazeretlerimiz doğru olabilir. Ancak hiçbir mazeret, evimizi, eşimizi, çocuklarımızı, sorumluluklarımızı ihmal etmeyi haklı gösteremez ve gerekçe olamaz.

Sürekli aynı evin içinde olmak, fiziksel olarak aynı mekânı paylaşıyor olmak; aynı mekânı paylaştığımız insanlarla hayatı paylaştığımız anlamına gelmeyebilir. Hayatı paylaşmak farklı bir kavramdır. Aynı odada nefes alıp vermek demek değildir. Birbirinden habersiz ve birbirinin yaşamına kayıtsız olarak on saat beraber olmak yerine bu on saatin bir saatinde nitelikli beraberlik yaşamak daha güzel olmaz mı? Yaşadığımız hayatı rutine bindirip, makine gibi tek düze devam etmek, yanı başımızdaki insanın üzüntüsünden ve sevincinden habersiz, ilgisiz yaşamak; acaba gerçekten yaşamayı istediğimiz bir yaşam biçimi mi?

Gündelik yoğunluklar içinde avuçlarımızın içinden kaçıp giden kendi hayatımızı, yaşam coşkusunu yakalamayı ve işleri bir düzene koymayı ne zaman halledeceğiz acaba? Hallederiz deyip ertelediğimiz değerlerimize sahip çıkmanın zamanı gelmedi mi sizce?

Son bir not; insan sorgulamadan geçemiyor. Acaba uzakta olsun gönlü yakın mı olsun?  Ya da çok nitelikli paylaşımlar yaşanmasa bile fiziksel olarak yanımızda, yakınımızda olsunlar daha iyi mi olur? Veya en güzeli hem fiziksel olarak yanımızda olsunlar hem de gönülleri, zihinleri yanımızda olsun. Birlikte olduğumuz zamanlar, keyifli ve kaliteli olsun. Bu son isteğimiz yerine gelir mi bilmem ama bu amaç için uğraşmaya değer diye düşünüyorum.

*

Yusuf YEŞİLKAYA

www.yusufyesilkaya.com

 

 

 

*

Bu yazılarımızı da okumak isteyebilirsiniz:

Duygusal Zekâ Ve Duygusal Öğrenme

Öğrenmeyi Nasıl Öğrenmek Lazım?

Öğrenmeyi Öğreten 9 Taktik

Sayıları Hiç Böyle Görmemiştiniz!

Matematik İçin Ne Demiş?

Yabancı Dil Öğrenmenin En Pratik Taktikleri

Güçlü Öğrenme İçin Ne Yapmalı?

Nasıl Öğreniyor Neden Unutuyoruz?

Kavrama ve Anlamanın 3 Düzeyi

Aktif Öğrenme

Uyurken Bile Öğrenmek İster misiniz?

Hızlı Çekim Bir Motivasyon Terapisi

Kalıcı Bilginin Adresi: Aktif Öğrenme

Öğrenmenizi Kolaylaştıracak 10 Süper Teknik

Matematiksel Öğrenme Bozukluğu

Kolay Öğrenme Teknikleri

Okul Sıralarında Etkili Öğrenme ve Öğretme Yolları

Dahilerin Hastalığı: Öğrenme Bozukluğu

Başarı Yolunu Kesen Öğrenme Bariyerleri

Yenile Yenile Yenmeyi Öğrenmek!


LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız