İnsan varlığı için sonsuz bir yaşamın olup olmaması gibi yol ayrımına tabi tutulmasının akılla bağdaşan yanı doğallığına uygun olmasıdır. İnsan kendini inandıran ve kandıran bir varlıktır. Dalından düşen sararmış bir zeytin yaprağının anımsattıkları okulda ve başta yokken, olup bitenlerden yola çıkaran ölümün eşiğine gelmenin ve eşiğin ötelerine geçmenin berilerde olanlarla ilintili bağlantılı olduğu sonucuna varmak insan doğallığına ve akla uygundur. Aklın freni sonsuz ayrımcılığın seleksiyonunda. Bu semilojik bir yasadır. İşe yarar. Bir başka semilojik yasa semisosyolojiye konu olan dilin frenidir. Freni olmayan dil, dil sahibini dert sahibi yapar. Dilin derde dönüşümünün farkına varan dilini tutmasını bilirken, diline fren takmayan “dilin kemiği yok ki” demeye çalışır. Dil yarasının dert yarasından daha derin ve unutulmaz olduğunu “bir musibet bir nasihattan iyidir” sözünden sonra anlar.
Dil yarasının insan onuruna verdiği amansız zararın ne olduğunu onursuzların bile idrak ettiği, bildiği, hissettiği bilincine ererek onursuz olmanın koşullarından birinin kediler kadar özgürlüğüne düşkün, olmamaya bağladı. Bu bağ güçlü ve doğru bir bağdır, diyerek de inancını pekiştirdi. Kedi kadar özgürlüğü olmayanın köpek kadar sadakati vardır. Kedi ve köpek benzetmesi insanlara o sıfatı vermek için değildir. Her gün binlercesi daha binlerce olumsuz sıfatları ve küfürleri yağmur gibi birbirlerine yağdırmaktadır. Onun amacı özgürlüğün onurla, gururla olan güçlü bağlarını vurgulamak ve tüm insanların onur sahibi olduğunu söylemektir. Onurlu olduğu halde onursuz davranışta bulunanların bu eylemleri, suçu kabahatinden büyük kategorisine girer. Padişah vezirine bir gün der ki:
– Bana bir kabahat işle, özür dile, özrün kabahatinden büyük olsun. Padişah önde vezir arkada merdivenlerden çıkarken vezir padişahın kıçına parmak atar.
– Bre bilmem ne! Ne yapıyorsun? Deyince vezir,
– Affedersiniz Padişahım, sizi bir an için Sultanım
zannettim.
Padişah köpürür, küplere biner. Vezir onu küpten indirir. Vezirin Padişahı küpten indirmesinin nedeni küpe çıkaranın yine Vezir olmasıdır. Onursuzluk onuru asla ve asla desteklemez. Onurlu yaşamanın koşulu onurlu olmaktır. Onurlu olmanın olmazsa olmazı kedilerden daha fazla özgürlüğe sahip çıkmaktır.
Karaböcüğün anlattığına göre, Cuma sabahı Kara Cin’in çocuklarından biri onu uyandırmış. Balkondaki su kabını ağzına alıp tak tak diye ses çıkararak kapıya vuruyormuş. Her vuruştan sonrada bakışlarını yukarı doğru çeviriyormuş. Anlaşılan yemek saatleri gelmiş. Kader’e plastik tası vurarak ses çıkarttırma kavramı öğretilmediğinden deneme yanılma yöntemiyle kendisinin öğrendiği kuşkusuzdur. Balkon kapsının açılmasıyla çıkardığı “tık” sesini duydukları zaman bahçeden koşa koşa, gelip, birer birer birbuçuk metre yüksekteki duvardan tırmanarak balkona çıkmaları da onlara öğretilmedi. Onlar deneme yanılma yoluyla öğrendiler. Balkon kapısının “tık” sesinin ardından ciğerlerin geleceğini keşfettiler. “Şartlı refleks” denilen bu öğrenme metodunu kediler ve köpeklerin çok iyi kullandıkları bir yöntem olduğunu gözlem sonucu öğrendi. Bu gerçeğin öğrenilmesinin basitliği, sadeliğini insanların kullanmadıklarını yine gözlemleri sonucu görmüştü. Gördüğünde gözlerine inanamadı.
O bahçeyi suluyordu. Bahçede meyve ağaçları, güller, zakkumlar, zeytin ağacı, limon ağacı ve hanımeli ile palmiye fidanları vardı. Güller güllenmiş, yediverenler vereceklerini vermişlerdi. Allah herkese akıl dağıtırken ya da verirken bazılarının o dağıtım sırasında orada olmadıkları kanaatine vardı. Hortumu bahçe kenarında, daha doğrusu, bahçe duvarı üzerindeki güllere doğru tuttu karşısında, yarı gülümseme yarı sırıtma halinde olan biri vardı. “Merhaba bahçeyi suluyorsun” diye lafa daldı.
– Evet, bahçeyi suluyorum. İçinden “çiçekleri sulamıyorum ya!” demek geçti. Fakat adamın haline baktığında o espriyi kaldıracak gücü göremedi.
– Niçin taksiyle gelmedin? Bu sıcakta sana yazık değil mi, hem bu süpürgeleri ne yapacaksın?
– Biz bu süpürgelere alışığız. Hanım istedi. Almanya’da bile bu süpürgeleri kullandık. Şu köşede bir daire vardı. Satılmış galiba satılık levhası yok. Yollarda çamur içinde etrafta toprak yığınları var. Köy yollarına benziyor. Reisin eli sıkı galiba. Bizim Bolu’da Belediye reisi köy yollarını bile mermer gibi yaptı. Adamın tarlasından yol geçti. Eczacının tarlasından. Adam doktor metrekare hesabı tarla almış. Yüzelli milyar vermiş. İçinden yol geçince “yandım” demiş.
– Dur be adam. Bir nefes al. Bütün bunları bana ne anlatıyorsun. Diyelim ki anlatacaksın bir nefes al. Daldan dala atlama.
Sonra, adama haksızlık ettiğini anlamıştı. Daldan dala atlama kendi yazım tarzlarından biriydi. Kaldı ki söyledikleri davranış biçimleri sosyal gerçekleri yansıtması bakımında ayağına gelmiş bir nimetti. Bu nimeti iyi değerlendirmeliydi. Koskoca Dünya İmparatorluğunun kalıntıları üzerinde kurulan bir devletin bireyleri ne hallere, niçin düşmüşlerdi? Düşmenin kabahati kimdeydi. Topraklar tarihsel bakımından zengindi. Medeniyetlerin beşiği idi. Dünya üzerinde çok çeşitli uygarlıkların gelip geçtiği, iz bıraktığı başka bir dünya ülkesi yoktu o ülke gibi. Denizleri çoktu, akarsuları çoktu, gölleri çoktu. Dağlar sıra sıra ülkenin iki yanını sarmış hem paralel hem dikine dikine, gerdanlık gibi donatılmış ovaların süsüydü. Yedi, iklim dört mevsim o topraklarda vardı. Madenler desen gani. Fakat zenginlik hani?
Onun sözünü ettiği zenginlik kültürel zenginlikti, sanat zenginliğiydi, edebiyat zenginliğiydi. Örtünmek için giyinenlerden çok, giyinmek için giyinenlerin çoğunlukta olduğu zenginlikti. Yeşilyurt köyündeki adamın sözü ettiği zenginlik hiç değildi. Haziran ayının onbeşi, bilemedin onaltısı veya en geç yirmisi diyelim. Yeşilyurt Köyü’nü ziyareti sırasında, eşeğe odun yüklemiş, öğlen sıcağında bu mevsim bu ayda, evine yaklaşan adamın fotoğrafını çekti. “Keşke çekmez olaydım dediği” oldu. Çünkü makine film ayarındaymış ve bir pozdan sonra “kart full” yazısını görmüştü.
– Bu sıcakta biz size hayret ediyoruz, siz bize hayret ediyorsunuz, nedir bu işin sırrı bey amca?
Bu işin sırrı Napolyon. Napolyon’un varsa, işte hava işte oksijen, bol bol alırsın, yaşarsın. Napolyon’un yoksa ne oksijen para eder ne de tentürdiyot!
Hani şu kendisi, misafirin üzerine işeyen Süleyman Bey vardı ya. İşte onunla bakakalmışlardı, Yeşilyurtlu adamın söylediklerine. Yaşamın özünü, kendi bakış açısından bir cümlede özetlemişti. Hem de esprili bir cümleyle. Napolyon’un yoksa ne oksijen ne de tentürdiyot işe yarar!
Soroz’un cebindeki para ile Yeşilyurtlu adamın düşündeki para arasındaki fark birinin serseri para, ötekinin umutlarla dolu olması. Serseri paranın özelliği “gelişmekte olan”, dedikleri ülkelere girip çıkarak, girip çıktıkları ülke insanlarını sudan çıkmış balığa çevirmesidir. Serseri paranın özelliği kartopu gibi gitgide çoğalmasıdır. Serseri paranın çoğalması demek az gelişmiş, gelişmekte olan ülke insanlarının fakirleşmesi demektir. Serseri paranın başka bir özelliği hiç ama hiç iyi niyetli değildir. Kötü huylu kanser hücresi gibidir. Serseri paranın önemli bir gerçeği şudur. Serseri para iyi huylu insanların elinde değildir. Serseri paranın serserilik derecesi onun kalıbına bağlıdır. Büyük kalıplı ve uluslararası büyüklüklere bağlı serserilikleri, gözlerini kestirdikleri ülkelerde deprem etkisi yaratırlar.
İktisatçıların ve siyasilerin para konusundaki tavır ve davranışlar, hal ve gidişleri yalancı ile uydurukçunun hikâyesine benzer. Yalancı ve uydurukçu arkadaşların yaptıklarından usanan kahve sakinleri aralarında bir karar alırlar. O karar şudur. Bir daha yalancı ve uydurukçu arkadaşlara selam bile vermeyecekler ve onları dışlayacaklar. Çünkü canlarına tak etmiştir.
Günlerden bir gün yalancı ile uydurukçu arkadaşı kahveye gelir. Masalarına otururlar. Kendileriyle kimse ilgilenmez. Selam vermezler. Tuhaf şeyler olduğunu hissederler. Aralarında konuşmaya başlarlar. Yalancı arkadaşına dönerek,
– Biliyor musun bugün gökyüzünden havlama sesleri geliyordu. Yüksek sesle söylediği için yakın çevresindekiler duyar. Sıra uydurukçudadır:
– Evet doğru söylüyorsun. Bizim komşunun eniğini koskoca bir kartal kapmasıyla havalara çıkmış. Duyduğun ses, komşunun köpeğinin sesidir.
Yalancı ve uydurukçunun bu güzel başarılı gösterisinden etkilenen tanıdıkları onları affeder. O gün bugündür yalancılarla uydurukçular toplum içinde varlıklarını sürdürmektedir. Serseri paranın özelliklerinden biri de uydurukçu ve yalancı olmasıdır. “Çok lafta yalan, çok parada haram vardır” atasözü buraya “cuk oturur.”
Nasrettin Hocanın damatlarından biri cuk otururken öteki hop oturur hop kalkar. İkisinin cuk oturup, hop kalktıkları ya da hop oturup cuk kalktıkları görülmemiştir. Bu da iktisatçıların ve siyasilerin “cuk oturmayı” bilmemesinden kaynaklanır. Bir ülkenin başkanı çıkıp “Biz kurun bu seviyesinden memnunuz” diye halklarına güvence verirse, oradan geçen üç dört ay sonra döviz kurlarının seviyeleri yükseldikçe yükselirse ve kurlar yükseldikçe zarar edenlerin zararları yükselirse halkının hop oturup hop kalkması kaçınılmaz olmaz mı?
Olmaz mı? sorusuna reflekssel cevap arama moduna geçerken aklına gelen bir dolandırıcılık olayını nakletmek istedi. Ondan önce Hoca’nın fıkrasını anlatmalıydı:
Nasrettin Hoca’nın damatlarından biri damcı, öteki ekinciymiş. Dam aktarıcısı yağmur yağmasın diye, ekinci yağmur yağsın diye dua edermiş. İş hocaya nakledilince, Hoca,
– Biriniz boku yiyeceksiniz ama hanginiz onu bilemem, demiş.
Günlerden bir gün, evin sokak kapısı çalınır. Evin hanımı, kapıyı açar. Genç bir adam:
– Ben askerden Ali’nin yanından geliyorum. Size
çok selamı var, der. Kadın içeri alır, genç adamın karnını doyurur. Tanrı misafirini doyurmaktan mutluluk duyar. Kaynı Ali için para ve eşya verir. Biraz da altın verir Ali’nin borçlarını ödemesi için. Genç adam öyle demiştir. Teskere zamanı gelmiş ama borçları ve parasızlık yüzünden tezkere alamamaktadır.
Genç adam evden ayrılır. Ev sahibi kadın altınlarından ve parasından ayrılır. Genç adam uzaklaşınca dolandırıldığını anlayan evin hanımı adama el sallar:
– Benden de selam söyle, Ali kaynıma, Benden de selam söyle!
yazan: Hüseyin Ergül kaynak: akis kitap