GAP
Benim için “uyku” demek, “zaman kaybı” demekse, geceden düşelim yollara, gündüzden keşfedelim uzak diyarları… Geceden havaalanında olalım, sabahtan da gözlerimizi güneşli bir Gaziantep sabahında açalım!
Bu düşüncelerle yollara düşmüştük. Gaziantep’e ikinci gidişimdi ve bayramın ilk günü gitmem dolayısıyla tüm dükkanların kapalı olduğunu görmek hoş bir sürpriz olmasa da halimden memnundum.
Ayağımızın tozuyla Gaziantep Kalesi’ne gittik. İki sene önceki gelişimde kalenin girişindeki köprü yıkılmıştı. Köprünün inşası hala sürdüğü için kalenin içine girmek nasip olmasa da dışarıdaki açık hava müzesini gezdik.
Fıstıklı baklava ya da tadı damağımda kalan katmer yemek de nasip olmadı ama şansımıza birkaç dükkanı açık bulunca hemen içeri girip çok ünlü olan yazmalardan aldık. Gaziantep’e gelip yazma almadan, hele de o yazmaları dükkan sahibine değişik bir modelde kafaya bağlatmadan dönmek olmazdı.
Doğuda o kadar çok yazma bağlama modelleri vardı ki, herhangi bir dükkana girdiğinizde değişik modellerden saçlarınıza uygulatmak ayrı bir heyecan oluyordu. Gezimin kalan günlerinde her an değişik bir yazma bağlama modeliyle karşılaşarak aynada yansıyan görüntüme bakmaya doyamadım! Ne zengin ve yaratıcı bir kültürümüz varmış meğer!
Başlarımızda değişik modellerde bağlanmış yazmalarla Tarihi Yenihan’da kömürde pişirilmiş kahveden de tattıktan sonra Zeugma Mozaik Müzesi’nin yolunu tuttuk. Kurban bayramı olması nedeniyle yolda kurbanlık koyunların kellelerini ateşle yakan yöre halkıyla karşılaşıyorduk. Tüm sokaklar yanık kıl ve et karışımı bir kokuya bürünmüştü.
Zeugma Mozaik Müzesi’ne geldiğimizde kapıda içeri girmeyi bekleyen kalabalık gruplarla karşılaştık. M.Ö. 300 civarında Büyük İskender’in generallerinden Selevkos I Nikator tarafından kurulan Zeugma şehri, Gaziantep’in Nizip ilçesine 10 km uzaklıkta bulunuyordu. Burada kazılardan çıkarılan mozaikler şehir merkezindeki müzeye getirilmişti.
Maalesef tarihi eser kaçakçılığı burada da kendini göstermiş ve kimi mozaik eserlerin yarısı çalınmış, yarısı müzede sergileniyordu. Mitolojik kahramanlarla kol kola girerek tarihi hissettikten sonra Zeugma Mozaik Müzesi’nden ayrıldık.
Göç Yolu, Ölüm Yolu mu?
Sırada Birecik Doğa Koruma ve Milli Parklar Şefliği ziyareti vardı. Koruma altına alınan kelaynakları televizyonda görürken, burada yerinde görmek beni daha fazla etkiledi. Tek eşli olan kelaynakların eşleriyle ilk çiftleşmelerinden sonra saçları dökülüp, tüylerinin rengi de güneşte daha da fosforlu görünecek şekilde değişiyordu.
Birecik’teki kayaların içerisinde bulunan besin maddeleri nedeniyle burası kelaynakların uğrak yeriydi. Göçmen olan bu kuşlar, bir günde yüzlerce kilometre kat edebiliyorlardı. İki kelaynağa çip yerleştirip göç yollarını inceleyen Birecik Doğa Koruma ve Milli Parklar Şefliği, maalesef kötü bir sürprizle karşılaşmıştı. Ortadoğu’nun karışık ortamı, doğaya da etki etmiş ve kelaynaklardan biri Suriye’de, diğeri Yemen’de ateş açılarak öldürülmüş ve sinyali kaybolmuştu. Bu nedenle bu sene kelaynakları tel kafesin ardında tutup, bekletiyorlar ve göç yollarının “ölüm yolları” olması önleniyordu.
Bir sonraki durağımız ise Halfeti’ydi. Sarı tonlarının güneşin sıcak ışınlarıyla yer yer değiştiği vadileri aşarak Halfeti’ye varmıştık. Halfeti, Şanlıurfa’ya bağlıydı. 2000 yılındaki baraj inşasından sonra Halfeti’nin bazı köyleri su altında kalmıştı.
Tekne ile açılırken limonata kıvamındaki yumuşak hava yüzümüzü yalayıp geçiyordu. Teknenin motor sesi dışında hiçbir ses yoktu. Dağların arasındaki suda teknemizle akıp giderken, güneşin batışı da zaman zaman gölge oyunlarıyla manzaramızı şenlendiriyordu.
Sular altında kalan köylerin üzerinden geçtiğimizi düşündükçe ise bir hüzün kalbime oturdu. Okullar, evler, mezarlıklar… Hepsi suyun altındaydı… Teknemiz bir köye geldiğinde yarısı suyun altında kalan bir cami minaresi bizi hüzünle selamladı. Buradaki yerleşim yerinin sular altında kalmasının bundan daha hüzünlü bir kanıtı olamazdı. Köyün tepede kalan kısımları su altında kalmadığından evler de annesinden ayrılmış yavru kuşlar gibi boyunlarını bükmüşlerdi. Evlerin arasından yaşlı bir adam yürüyerek oradaki tek yaşam belirtisinin kendisi olduğunu gösteriyordu.
Hüzünle Halfeti’den ayrılıp Şanlıurfa’nın yolunu tuttuk.
Kahır Odası
Bizim için günler bitse de geceler devam ederdi. Şanlıurfa’ya gelip, sıra gecesine katılmadan buradan ayrılmamalıydık. Otelde yarım saat içinde hazırlanıp yemek yedikten sonra sıra gecesinin yapılacağı Edessa Konuk Evi’nin yolunu tuttuk.
Çok önemli bir durum olmazsa konakladığım ya da gittiğim mekanların isimlerini vermiyorum ama Edessa Konuk Evi’nden bilhassa bahsetmem gerekiyor ki yolu Doğu’ya düşenlere biraz olsun rehberlik edebileyim.
Edessa Konuk Evi, birkaç salonu olan ve her salonunda ayrı sıra gecesi eğlencesi yapılan bir mekandı. Biz mekana gidince görevliler grubumuza yer bulmakta zorlandı ve bir kısmımızı başka salona, diğer kısmımızı başka bir salona aldılar.
Ayakkabılarımızı girişte çıkarmış, oturacağımız yeri bulunca bağdaş kurarak konumlanmıştık. Önümüzdeki masada bir tabak meyve ve küçük bir tabak da kuruyemiş vardı.
Davul çalan genç çocuk işini aşkla yapan nadir insanlardandı. Hem dans ediyor, hem akrobatik hareketler yapıyor, hem de türkülere ritim tutuyordu. Orta alana terleri alnından göğsüne akan yaşlı bir adam oturup çiğ köfte yoğurmaya başladı. O kadar ortada bir yerdeydi ki, insanlar yürüyerek geçip giderken ayaklarındaki tozlar da yoğrulan köfteye çeşni olarak ekleniyordu.
Salonun kapısı açılıp kapandıkça diğer salonlardaki sesler bizim bölümdeki seslere karışıyor ve hangi müziği dinleyeceğimizi bilemiyorduk. Şansımız yaver gitmemişti herhalde ki, bizim salondaki türküler hep acı içeren üzücü olanlardı. Diğer salonlardaki konuklar eğlencenin dibine vurmuş halaylar çekerek bizi kıskandırıyordu. Kendi salonumuza “kahır odası”, eğlenceden kopanların salonuna ise “neşe odası” adını takmıştık. Resmen içim şişmişti.
Ayak tozlu kişi başı üçer adet gelen çiğ köfteyi tadınca da acıdan gözlerim yaşarmıştı. Bir ara Şanlıurfa’nın “meşhur” şıllık tatlısı servis edildi. Bu kadar meşhur bir tatlı olduğuna göre kesin lezzetliydi ama Edessa’nın aşçısı tatlıyı yapmayı becerememiş olmalıydı ki ağzıma bir parça atar atmaz “nasıl bir ceza bu?” diye mırıldandım. Krepin içine ceviz konup, şerbet yerine de şekerli suyu üstün körü gezdirip bize servis etmişlerdi. Ağzımdaki tatla canım sıkılırken, birden davulcu bizim bölüme gelip çıldırmış gibi kendi etrafında dönmeye başladı. Öyle delicesine dönüyordu ki, yüreğim ağzımda onu izliyordum.
Bir ara dengesini kaybedip üstüme düşecek gibi oldu. Davulu kafama geçecek, davulcu da kucağıma düşecekti. O kısacık anda “Ağzımdaki tat berbat! Bu adamın davulu kafama geçse ne kadar zarar görürüm? Şu salonda onlarca kişi arasından neden benim üzerime düşüyorsun? Manyak gibi ne döndün öyle? Anneme ne diyeceğim bana bir şey olursa? Tam da işlerimin en yoğun olduğu zaman, bana bir şey olursa işlerimi nasıl yola sokacağım…”vs o kadar çok düşünce geçti ki aklımdan… Bir ara da hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken sonunda çocuğun masama tutunmasıyla son anda üzerime düşmesinden kurtuldum.
Özetle, Edessa Konuk Evi’nde ne ikram, ne ortam, ne de eğlence beklediğim gibi değildi. Sıra gecesine kesinlikle uyan bir ortam değildi. Kazara yolu buraya düşenler, direkt başka bir sıra gecesi düzenleyen mekana gitmeli diye düşündüm.
Otelimize giderken Şanlıurfa’nın sokaklarının karşılıklı ızgara – kebap dükkanları nedeniyle nefis kokulu dumanlarla kaplı olduğunu gördük. Buranın insanı yemeyi çok seviyor olmalıydı ki, dükkanlar 24 saat açık olup ızgaralar hiç boş kalmıyordu.
Gecenin Karanlığında Kaybolduk!
Sabah olduğunda güneşli bir Şanlıurfa gününe selam verdim. Otelde kahvaltıya inince turistten çok çevik kuvvet ekip mensubu kadın polisleri görünce bölgede bir farklılık olduğunu anladım. Beş yıldızlı otelin salonunda turistten çok polisin kahvaltı yapması sürrealist bir resimde olduğumu hissettirdi.
Hızla yapılan kahvaltının ardından Harran’a doğru yola çıktık. Yol boyunca pamuk tarlalarında güneşin alnında çalışan köylüler, pamukları taşıyan büyük kamyonlar gezimize fon oldu. Harran’a yaklaştıkça sarı tonları arttı, yeşillikler azaldı ve sonunda sapsarı toprakların ortasında bulduk kendimizi.
İlkçağdan beri varlığı bilinen ve İslami dönemde bilim adamı yetiştirme konusunda önemli yeri olan Harran Üniversitesi kalıntısını gördükten sonra Harran evlerine gittik. Kubbe şeklinde çatısı olan ve topraktan yapılan bu evlerde günümüzde hayat olmasa da, geçmişteki yaşam şeklini turistlere göstermek için stüdyo gibi hizmet veriliyordu.
Evin avlusuna girildiğinde dibekten, buğday öğütme tekerine kadar her şey yerli yerinde konumlanmıştı. Eve girildiğinde ise Harran’ın kavurucu sıcağına inat doğal bir serinlik omzunuzu ve ensenizi sevecen bir şekilde okşuyordu. Evin içerisinde isteyenin giyebileceği yöresel kıyafetler askılara dizilmişti. Evde çalışan kadınlar yörenin eşarplarını başınıza ustaca farklı modellerle sararken kendinizi Arap filmi kahramanı gibi hissediyordunuz. Bir de benim gibi meraklılar bol bol fotoğraf çekilmeden edemiyordu!
Fotoğraflarımızı da çekildikten sonra Balıklı Göl’e gitmek için hazırdık. Hz. İbrahim, dönemin zalim hükümdarı Nemrut ve putlarla mücadele edip tek Tanrı’yı savununca ateşe atılmıştı. Bu sırada Allah, ateşe “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” emrini verdi. Böylece ateş suya, odunlar da balığa dönüşmüştü. Bu nedenle balıklar çok kutsal sayıldığından bölge halkı tarafından yenilmiyordu.
Balıklı Göl öylesine kalabalıktı ki, adım atmaya zor yer bulduk. O anın huzurunu hissedemesem de, tombul balıkların su yüzeyinde yüzerek, birazdan karaya çıkacaklarmış gibi hareket etmeleri beni heyecanlandırdı.
Sonrasında Hz. İbrahim’in doğduğu mağara olduğuna inanılan yere gittik. Mağaraya giriş erkek ve kadın bölümleri olarak ikiye ayrılmıştı. Kapıda ayakkabılarımızı çıkarıp elimize alıyorduk. Mağaranın girişinde “Edeple giren lütufla döner” sözü yer alıyordu. Mağaranın içinde namaz kılanlar ve Zemzem suyundan sonra en kutsal su sayılan suyun aktığı çeşmenin başında duran kalabalıkla karşılaştım. Sıra bana gelince sudan içtim ve çok yumuşak soğuk bir tat boğazımı okşayarak mideme aktı. Şifa da dağıttığına inanılan bu su, beni ruhsal olarak rahatlatmıştı.
Sırada Adıyaman vardı. Adıyaman yolunda 1983 yılında yapımına başlanıp 1994 yılında tamamlanan Atatürk Barajı’na uğramadan geçilmezdi. Baraj, İstanbul’un yıllık su ihtiyacını beş günde karşılayabilme kapasitesinin yanı sıra Türkiye’nin ve Avrupa’nın da en büyük barajıydı. Görsel olarak ise devasa yapı karşısında insanın nefesi kesiliyordu.
Güneşi Nemrut’ta Doğurduk
Adıyaman’a doğru virajlı ve bozuk olan yola inat otobüste puşilerimizi boynumuza dolayıp halay çekerek neşeyle gecenin karanlığında kaybolduk. Kimi zaman sarsılıp arkaya ya da öne doğru bir koltuğa düşerken bir yerlere tutunuyor, kimi zaman da, “Halay başı öbür tarafa git, yer bitti” diye kahkahalarla haykırıyorduk.
Otelimize vardığımızda birkaç saatlik uyku iznimiz vardı. Nemrut’ta güneşin doğuşunu izlemek için gecenin karanlığında yollara düşecektik. Nemrut’ta gün doğuşunu izlemek kesinlikle “yapılacaklar” listesinde olması gereken bir aksiyondu.
Gece yola çıkıp virajları aşarak Nemrut’a vardık. Gündüz sıcağına rağmen, gece dağ başında burnumuzun ucu donuyordu. Montlarımızı, kalın çoraplarımızı giyerken, kafamızı da kalın puşilerimiz ve yazmalarımızla sarmıştık.
Etraf öylesine karanlıktı ki, yıldızlara bakarak keçiyolundan yukarı doğru tırmanıyorduk. Yıldızlar o kadar parlak ve yakın görünüyorlardı ki, sanki parmağımızı uzatsak dokunacaktık. İnsanlar incecik bir sıra olmuş birbirleri ardına keçiyolunu tırmanırken, yukarıdan bakılsa karınca sürüsünün yuvasına tek sıra halinde gitmesi gibi görünüyor olduğuna bahse girerdim.
Soğuktan üşüyerek tir tir titreyen bedenlerimiz zamanla zorlu dik patikayı tırmanmaktan terlemeye başlamıştı. Hepimiz nefes nefeseydik. Kimisi pes etmiş, yol kenarına geçerek bir taşın üzerine oturarak soluklanıyordu. Güneşin doğuş saatini kaçırmamak için daha da hızlandık.
Kaç kilometre tırmandık bilemiyorum ama zirveye vardığımızda oksijen fazlalığından sarhoş gibiydim ve burnumun delikleri yanıyordu.
Güneşin doğacağı doğu tarafına bakan taş merdivenlerin üzerine oturduk. Güneş doğmadan ışınlarını kendinden önce gönderiyor ve turuncu, kırmızı, sarı tonları birbirlerinin koluna geçerek birazdan gerçekleşecek görsel şöleni müjdeliyordu.
Birden bir uğultu başlayınca güneşin doğmaya başladığını gördüm. Herkes bu müthiş manzarayla heyecanlanmıştı. Bir annenin rahminden bebeğin başının görünmesi gibi güneşin minik bir kısmının göründüğü ve yavaşça yukarı doğru çıktığını gördüm.
Güneş yavaş yavaş yukarı doğru yükselirken, ışınlarının yansımalarıyla gökyüzünden en ufak bir kum tanesine kadar her şeyin rengini değiştirerek geldiğinin haberini veriyordu. Nefes kesici bir görüntüydü.
Güneşi Nemrut’ta doğurmuştuk…
***
GAP 2
Güneşi Nemrut’ta doğurduktan sonra fotoğraflarını görüp hayran kaldığım heykelleri görme vakti gelmişti. Yüzlerine doğan güneşle yıllara meydan okuyan heykeller tüm heybetleriyle turistleri sessizce selamlıyorlardı.
Kommagene Kralı Antiochus Theos, kendisiyle birlikte birçok Pers ve Yunan Tanrısı’nın heykelini yaptırmıştı. Antiochus’un mezarının da Nemrut Dağı’nda olduğu söyleniyordu ama bu mezar günümüzde bile bulunamamıştı.
Heykellerin başları yerde, gövdeleri ise yukarıda bir noktadaydı. Tahminlere göre büyük bir depremle birlikte heykellerin kafaları düşmüştü.
Heykellerin yıllara meydan okuyuşunu gıptayla izledikten sonra UNESCO’nun 1987 yılında dünya mirası alanı ilan ettiği Nemrut’la vedalaşmak üzere sırtımızı dönüp yürümeye başladık. Dağı dikçe merdivenler ve patikalarla zar zor tırmanmamızın aksine, dönüşte çok da dik olmayan farklı bir yoldan uzunca yürüyerek iniyorduk.
Nemrut Dağı’na giden iki araç yolu vardı. Dönüşte yeni açılan ve kestirme olan ama asfalt yapılmadığı için taşlık bir yoldan yerimizde zıp zıp zıplayarak yolculuk etmeye başladık. Arada bir keçiler ve öküzler yola çıkıyor, onları ezmemek için yavaşlıyor ya da duruyorduk.
Aşkı Sorarlarsa
Sonunda Kommagene Krallığı’nın yazlık başkenti Arsemia’ya varmıştık. Arsemia, iki tünel ve heykellerle günümüze kadar gelen güzel bir yerdi. Buraya ulaşmak için yine bir tepeyi tırmanmamız gerekiyordu. Kommagene Krallığı’nın kurucusu Mithridathes Kalinikos’un Herkül ile tokalaşmasını gösteren rölyefi ve tünel girişini gördük. Nefes nesefe olmamıza rağmen rehberimiz bize çok güzel bir şey göstereceğini ve biraz daha tırmanmamız gerektiğini söyleyince dişlerimizi sıkarak tırmanmaya devam ettik.
Düz taşlara basarak düşmemek için büyük uğraşlar veriyorduk. Bacak kaslarımız iyice güçlenmiş ve dengede durmak için çabalamamız nedeniyle omurgamız hiç olmadığı kadar düzelmişti. “Bu kadar tırmanmanın ödülü ne olabilir?” diye düşünürken tepeye vardığımızda sarı ve yeşil tonlarındaki el değmemiş mükemmel bir manzarayı görünce Arsemia’ya aşık olduğumu hissettim. Demek ki güzel şeylere ulaşmak için çaba ve azim gerekiyordu… Aşk da çaba ve azim gerektiren bir duygu değil miydi? Aşkı sorarlarsa Arsemia’nın yolunu tarif etmeye o an karar verdim!
Yolumuzun üstünde Cendere Köprüsü vardı. Roma Dönemi’nden kalma bu köprü, dünyanın kullanılabilen en eski köprülerinden sayılıyordu. 1997 yılına kadar 5 ton ağırlığa kadar olan araçların geçişine izin verilirken, günümüzde ise araçlar yeni köprüye yönlendiriliyor, bu tarihi köprü sadece yayaların yürüme yolu olarak kullanılıyordu.
Cendere Köprüsü’nün biraz ilerisinde ise Karakuş Tepesi yer alıyordu. Tarihle milim milim dokunan bu topraklar beni öylesine etkilemişti ki… Kommagene Krallığı Dönemi’nden mezar olarak inşa edilen kocaman sütunun üzerindeki yırtıcı kuş bana göre insanlığın her devirde ölüme meydan okuyuşunu simgeliyordu.
Ölüme, bırakılan eserlerle meydan okuma düşüncesi eşliğinde otobüsün camından sapsarı toprakları izliyordum. Mardin yollarını sorsalar, tek bir kelime ile cevap verirdim. Sarı!
Lanetin Tütsüsü
Sarıyı geçtikten sonra şehir merkezine yaklaşmıştık. Kızıltepe’de ise bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Televizyonda görüp, gerçeğini hiç yaşamadığım yolu lastik yakarak kesip barikat kurmanın anlamını da Kızıltepe’de öğrenmiştim.
IŞID’in Kürt yerleşim yeri Kobane’yi ele geçirmek üzere ilerlemesiyle Türkiye’nin doğusunda yolu kapatarak protesto gösterileri yapılıyordu. Ana yoldan çıkıp tozlu – taşlı yollara girerek barikatı aşarken kalbim de güm güm atıyordu.
Yüzleri puşili adamlar taşlar sallarken, yanan lastiklerin kara dumanı da bölgenin lanetinin tütsüsü gibi salınarak yükseliyordu.
Lanetten kurtulmanın en iyi yolu, laneti düşünmemek ve iyi şeylere odaklanmaktı. Olurdu böyle şeyler… Tekrar yolun sarıya dönmesiyle rahatlamıştım.
Barış çok uzaklarda olmamalıydı. Barış, düşüncemizde, kalbimizde, özümüzde sevgiyle kol kolaydı. İçimizi ve düşüncelerimizi değiştirerek çevremizi şekillendirirdik. Tüm insanlığın sevgiye odaklandığını hayal ettim… Sevgiye odaklanan ilk insanlardan olabilirdim. Bu zincirin ilk halkası olmaya niyet ettim.
Bu düşüncelerle Artuklular Dönemi’nde yapılan Kasımiye Medresesi’ne gelmiştim. 16. Yüzyılda Mardin’de en fazla maddi kaynağa sahip olan bu medrese, I. Dünya Savaşı’nda kapatılmıştı. Günümüzde yapının batısında Şafiilerin, doğusunda ise Sünnilerin kullandığı mescitleri bulunuyordu. Mardin tüm inançların bir arada barış içinde yaşatıldığını Kasımiye Medresesi’nden itibaren bize hissettirmeye başlamıştı.
Sırada Deyrulzafani Kadim Süryani Manastırı’nı ziyaret vardı. Yemyeşil ağaçların olduğu bahçesinden geçip manastıra vardığımızda buranın uhrevi havasını saç tellerimin ucundan ayak parmaklarıma kadar hissettim. Aldığım soluk daha yumuşak, gördüğüm renkler daha canlı olmuştu sanki!
Günahlarınızı Yenmek İçin
Süryanilik ayrı bir din ya da mezhep değildi. Süryaniler, Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebine mensup bir ırktı. Aramice kökenli bir dilleri ve alfabeleri vardı.
Manastırdan içeri girince bize tüm odaları gezdirdiler. Bir odada manastırın patriklerinin mezarları vardı. Mezarlara patrikler oturur vaziyette gömülürken, dirilecekleri günü bu şekilde bekledikleri inancı hakimdi.
Ayinlerin yapıldığı yere geçince haçın üzerinde Süryanice yazan ve rehberimizin tercüme ettiği cümle beni çok etkiledi:
“Benim adımla bütün günahlarınızı yeneceksiniz”
Allah’ın, Tanrı’nın, Büyük Güç’ün adını anarak O’nun özü olan sevgiyi kavradığımızda tüm günahlarımızı yenecektik! Günahlar sevgisizlikten kaynaklanıyordu. Kızıltepe’de yakılan lastiklerin lanetli kara dumanını görüp de yol boyunca düşündüklerimi, Süryani Manastırı’nda duvardaki bir söz özetlemişti. Tüm günahlarımızı yenmek için O’nun adını anmaya başlamalıydık!
Mardin merkeze vardığımızda otelimizde uyuyup biraz dinlenme vaktimiz gelmişti. Grubumuzdan bazıları gece merkeze inip eğlenmek istemişti. Mardin’in sivrisineklerinin de ünlü olduğunu odamızda vızıldayan hayvancıklarla tüm gece dans ederek anlarken, yine vampir gibi uyanık kalarak günümü – gecemi gözlerim açık biçimde geçiriyordum.
Sabah erkenden kahvaltı yapıp yine yollara düşecektik. Mardin’in karıştığını ve merkeze eğlenmeye inen gurubumuzdakilerin bu karışıklık esnasında otele zorlukla döndüğünü öğrendik. Yöre halkı Mardin’in hiç böyle karışmadığını söylüyordu.
Otobüse binip Midyat’a doğru yol alırken, yolların geceden kalma olduğuna şahit olduk. Yakılan lastikler söndürülmüş, üzerlerinde dumanları tütüyor, dükkanların cam ve çerçeveleri indirilmiş, çöp konteynırları ters çevrilmişti. Sanki yollar bir gece öncesinde yaşadıkları bu hareketli ortamdan yorulmuş, “Sessizce araçlarınızla üzerimden geçin, gidin beni rahatsız etmeyin!” diyordu hüzünle…
Midyat’a giderken Sermiyan Midyat’ın yörenin sıcak renklerini hareketli parçalarla kalbe işleyip, filmleriyle adeta gönüllü turizm elçisi olduğunu düşünerek yolculuk yapacağımı sanırdım ama o kelimeler dudağımdan döküldü:
“Benim adımla bütün günahlarınızı yeneceksiniz”
*
GAP 3
Mardin merkeze geldiğimizi renkleri dolayısıyla sarı çıplak tepelerin içine oyulmuş gibi görünen evlerden anlamıştık. Burada nereye gitsek bir fotoğraf stüdyosu havası vardı. Fonun güzelliğine güvenip insanın şevke gelerek poz üstüne poz verebileceği muhteşem bir ortamdı!
Merdivenleri tırmanarak Medrese Mahallesi’nin kuzeyinde bulunan, Mardin’in son Artuklu Sultanı Melik Salih’in yaptırdığı Zinciriye Medresesi’ne ulaştık. Medresenin ortasındaki minik havuzun huzurlu havası ve yapıyı çevreleyen yılların eskitemediği sarı sütunların verdiği koruyucu güvenle derin derin nefesler aldım.
Zinciriye Medresesi’ne gelenler mutlaka manzaraya bakan pencerenin kenarında ve içerideki havuzda yansıyan görüntülerinin eşliğinde fotoğraf çekilmeliydi. Biz de bu bilgileri es geçmeden fotoğraflarımızı denilen şekilde çekildik.
Mardin Cumhuriyet Meydanı’na indiğimizde ise Ekim ayının yakıcı güneşiyle dışımız kadar içimiz de kavrulmuştu. Meydandaki bir çay bahçesine gidip oturmak farz olmuştu. Yöresel tatları denemeye bayıldığım için Mardin’e özgü “Asir” adlı içeceği sipariş etmiştim.
Asirin içinde limon kabuğu, toz zencefil, özel bir baharat karışımıyla meyan kökü bulunuyordu. Kızılımsı bu içecek, bardağın içerisindeki serinliğini muhafaza etmeye çalışıyordu.
İçecekten bir yudum alınca boğazım yandı. Bu yanma bana acı vermedi, aksine nefesim açıldı. Sanki bana bir güç enerji verdi ve Mardin Meydanı’ndan koşarak Midyat’a varacağımı düşündüm.
Ye ve Zevk Al!
Otobüsümüze binip Midyat yoluna çıktığımızda sıra sıra üzüm bağları karşıladı bizi. Midyat’ta yaşayan Süryaniler bu üzüm bağlarından evlerinde şarap yapıp satıyordu. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra Midyat’a vardık.
Midyat’ta o kadar çok çocuk vardı ki, onların çevremizi sarması nedeniyle yürümemiz zorlaşıyordu. Hepsi de rehberlik yapmak isteyip karşılığında para istiyordu. Taşlara ince işçilikle oyulmuş motifleri gelinlik işlemesi gibi üzerinde taşıyan konakların güzelliğini izleyerek o anda kaybolurken birden bize uzanan minik bir el bizi hayal dünyamızdan koparıyor, “Abla anlatayım mı bu konağı?” sorusunu duyunca da gülmeden edemiyorduk!
Kısmetimizde Midyat’ın ünlü Konuk Evi Konağı’nı da görmek varmış… Yıllar önce “Sıla” dizisinin çekildiği bu konağın tepesine çıktığımızda tüm Midyat’ı ayaklarımızın altında görürken, güneş de gözlerimizi kamaştırıyordu. Konağın her bir bölümü ayrı bir ince işçilikle işlenmiş ve dokunmaya bile kıyamayacağınız kadar güzeldi.
Konaktan ayrılıp Midyat Merkez’e gidince Süryani Şaraplarını denemeden ayrılmak istemedik. Ev yapımı o kadar çok çeşitte şarap vardı ki… Mahlepli, öküzgözü, beyaz… Birçok çeşit…
Midyat’ta yemek yemek ise bir ihtiyaçtan ziyade zevk haline gelmişti. Tüm Güneydoğu gezim boyunca en çok zevk alarak yediğim yemeğin mekanı Midyat Bahar Sofra Salonu’ydu. “Midyat Tabağı” sipariş ettiğimizde kaburga dolması, içli pilav, fırın güveç, kavurma, Şam Börek, içli köfteden oluşan bu tabak bizi doyururken yediğimizden de keyif almamızı sağladı.
Kalp Kokteyli
Karnı doyan yollara düşerdi. Biz de Hasankeyf’e doğru yol aldık. Sizin kalbinizi hüzün, şaşkınlık ve heyecan bir araya gelerek kokteyl gibi bir duygu ile işgal etti mi hiç? Bu nasıl mı mümkün? Hasankeyf’e gidin ve bu kokteylden kalbinizin tatmasına izin verin!
Hasankeyf’te tarihi yüksek bir minare karşıladı bizi. Baraj yapımıyla birlikte minarenin neredeyse tepesine kadar su altında kalacağını duyunca Halfeti’de üzerinden tekneyle geçtiğimiz mezarlar, okullar, yollar, evler geldi aklıma. Birden nefesim kesildi. Bastığım toprak sanki suyun altında kum olmuş, ben de nefes almaya çalışan bir balık olmuştum…
Basından takip ettiğim kadarıyla Ilısu Barajı yapımı tamamlanınca Hasankeyf’in sular altında kalacağını biliyordum ama yerinde bu olaya şahitlik etmek beni hüzünlendirmişti. Bir tarihi sular altına gömmek…
Hasankeyf’i Artuklulardan alan Eyyubiler, burayı yeniden inşa etmişlerdi. Mağaralar ise görülmeye değer yerlerdi. Günümüze kadar mağaralarda yaşayan insanlar, evleri belledikleri bu yerlerden çıkarılmışlardı. Büyük dedelerden kalan mağara ev kültürü de bu şekilde yok edilmişti. Öğrendiğimize göre bu mağaralardan birinde Osmanlı Dönemi’nden kalma tapularını saklamaları sayesinde hâlâ bir aile yaşamaktaydı. Mahkemeler devam etse de mağarada yaşamaya devam ediyorlardı.
Mağaranın karşısındaki çaycıda otantik ortamda ayakkabılarımızı çıkarıp bağdaş kurarak oturup mağaraları heyecan ve şaşkınlıkla izlerken, çok yakın bir zamanda bu yerlerin sular altında kalacağı düşüncesiyle de hüzünlendik.
Yöreye özgü ballı, cevizli, sütlü kahveyi yudumlarken de hüznüm devam etti. Bu güzel tat bile mutluluk veren serotonin hormonumu harekete geçirememişti. Kalp kokteylini en acısından yudumluyordum.
Sonunda İstanbul’a dönme vaktim gelmişti. Diyarbakır’dan havalanacak uçağımız için güneşi ardımıza alarak yollara düştük. Karışık bir dönemde, ateşlerin arasından, taşlarla ve yanan lastik dumanlarıyla heyecan ve korkunun karışımı bir duyguyla yolculuğumuzu noktalasak da tüm bunlara değdi!