Bildik bir öyküdür ama her okuduğumda benim çok hoşuma gider. Umarım siz de okumuşsunuzdur. “Acıları neyin içine koyduğunuza dikkat edin!” diye mesaj veriyor. Ama okuyamamış olanlar için ben yine özetlemek isterim.
Hintli bir usta, çırağının sürekli her şeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.
Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
“Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle:
“Acı!” diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce, az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken, usta aynı soruyu sordu:
“Tadı nasıl?”
“Ferahlatıcı!” diye cevap verdi genç çırak.
“Tuzun tadını aldın mı?” diye sordu yaşlı adam.
“Hayır” diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
“Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok… Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, omu veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış!”
Yaşadığımız sevinç ya da üzüntü, bizim algılama biçimimize göre değişiyor. Değer verdiğimiz bir insanın ölümü bize büyük acı verebilir. Ama aynı kişinin ölümü başkalarına aynı üzüntüyü yaşatmaz. Çünkü bir insanın değeri, bütün gönüllerde aynı değere sahip olamaz.
İlk çocuğunuz dünyaya geldiğinde dünyalar sizin olabilir. Sizin açınızdan bu olay dünyanın en önemli hadisesi olarak algılanabilir. Ancak yakınlarınızın dışındaki insanlar için bu çok sıradan bir olay şeklinde yorumlanabilir.
Bireysel hazların ve hüzünlerin dışında çevremizi, hatta toplumu ilgilendiren olaylarda ortak duyguyu yakalayabilmek, toplumsal sinerjiye ulaşabilmek açısından önemlidir. Durumu daha net ifadelerle örneklendirecek olursak; ülkemizin bilimde, sanayide ve ekonomide dünya devleri ile rekabet eder konuma gelmesi, bütün yurttaşlarımızı mutlu eden, ortak duyguyu tetikleyen bir durumdur.
Bazı hastalıklar, virüsler yoluyla bir insandan diğer insan ya da insanlara bulaşabilir. Virüsün yayılma hızına ve şekline göre hastalık, yaşam bölgesindeki tüm insanları etkisi altına alabilir. Bazı hastalıklar erken teşhis edilmezse, kişinin ölümüne sebep olabilir. Yaşam bölgesi karantinaya alınmaz ise tüm ülkede hastalık etkileri görülebilir. Tıpkı virüsler gibi, olumlu ya da olumsuz duygular da insanlar arasında bulaşıcı özelliğe sahiptir. Çalışma ortamınızdaki arkadaşlarınızdan birisi dünya evine girmesi nedeniyle mutlu oluyorsa, onun bu mutluluğu bütün çalışma ortamını pozitif yönde etkiler. Bu nedenle, düğüne giden insanların ağladığı, cenazeye giden insanların da oynadığı pek karşılaşılan bir durum değildir.
Yaşadığımız olumsuz olaylardan dolayı ya da başımıza gelen felaketlerden ötürü kimse bizden zil takıp oynamamızı beklemiyor. Ancak, olmadık şeyleri bahane ederek, hem kendi moralimizi bozmaya hem de etrafımızdaki insanların neşesini kaçırmaya hakkımız yok diye düşünüyorum. Küçük şeylerden mutlu olmasını bilmek, büyük bir servete sahip olmak gibidir. Mutlu olmak ve çevremizde sinerji oluşturmak varken; karamsarlık, ümitsizlik ve mutsuzluk tercih edilecek bir duygu durumu değildir.
Sahip olduğu imkânlara ve çevresinde meydana gelen küçük hadiselerle mutlu olabilen insanın yüzüne ,gönlünün profili yansıyor ve mutluluk o insanda sürekli bir duygu durumu haline gelebiliyor. Kendisi ile barışık ve çevresi ile mutlu olabilen insanın yüzünden tebessüm eksik olmuyor. İnsanın yüzündeki tebessüm; kendisine ve çevresine verebileceği en büyük armağandır. Akıllı insan, bu armağanın tadını çıkarabilendir.
Sürekli şikâyet halindeki insanlar ise ellerindeki imkânların farkında olmazlar, şans kapıyı çaldığında ise “Bu gürültü ne?” diye homurdanırlar. Aklı başına gelip, etrafına baktığında ise fırsatlar çok uzaklara gitmiş olur. Aynı fırsatı tekrar yakalamaya çalışmak yerine sürekli mazeret üretirler, kendilerini ve çevrelerini suçlarlar. Günah keçisini bulmakta hiç güçlük çekmezler. Çözümün bir parçası olmak yerine, sorunun bir parçası olarak kalırlar. Sürekli şikâyet ederler ama durumu düzeltmek için de bir çaba göstermezler. Ve bu durum, şikâyet eden insanlarda kalıcı bir duygu halini teşkil eder. Hatta kendilerinin doğuştan şanssız olduklarını ifade ederler. İşin daha ağır yönü, bu duyguya kendileri de inanırlar. Yaşadıkları en ufak olumsuzlukları bile çok büyütürler. Hemen genelleme yoluna giderler. “Zaten benim işim hiç düzgün gitmez ki!…” tarzındaki cümleler, mutsuzluğu ve şikayeti kendilerine ilke edinen insanlara aittir.
Seminerlerimde ve yazılarımın büyük çoğunluğunda, olayları algılama ve anlamlandırma biçimimizin önemini sıklıkla vurguluyorum. Yaşadığımız olayların felâket ya da fırsat olma durumu, bizim bakış açımıza ve olayı tanımlama şeklimize bağlıdır. Başımıza gelen olumsuz bir olay ile yere düşebiliriz. Ama önemli olan düştüğümüz yerde kalmak değil; düştüğümüz yerden kalkmak için çaba sarf etmektir.
Düştüğümüz yerde kalırsak, Mümin Sekman’ın dediği gibi, ‘saydıcılar’ grubuna dâhil oluruz. Yani, “Elimde şu imkânlar olsaydı, daha başarılı olurdum.” şeklinde mazeret üretiriz. Düştüğümüz yerden kalmak için gayret eder ve kalkarsak ‘rağmenciler’ sınıfına gireriz. “Bütün olumsuzluklara rağmen, çalıştım, çabaladım ve başardım.” diyerek, başarının haklı gururunu yaşarız.
Bize düşen, elbette çalışmak ve başarıya ulaşmak için gayret etmektir. Mutlu ve huzurlu bir hayat sürmek için uğraş vermektir. Sahip olduğumuz imkânların farkında olmaktır. Yolumuza çıkan fırsatları kollamak ve iyi değerlendirmektir. Yoksa her şeye şikâyet edip, kendimizi ve çevremizi mutsuz etmek değildir. Sürekli şikâyet edip, söylenen bir yapı içinde olursak; şans kapıyı çaldığında “Bu gürültü de ne?” diye fırsatları tek tek kaçırırız.
Yusuf Yeşilkaya
www.gencgelisim.com