Adalet ne demektir?..
Kısaca tarif edecek olursak; hak ve hukuka uygunluk, her hak sahibine hakkını vermek ve haksızları da cezalandırmak ve de hukuk önünde herkese eşit davranmak, demektir..
Peki en büyük adil kimdir?..
Her şeyin doğrusunu bilen, her an her şeyi gören ve yaptığı her işi de hikmetle yapan Halik-i Zülcelal’dır..
Ve O, ne güzel bir Hakim-i Mutlak’tır..
Evet, en ince ayrıntıları dahi bilip kullarına lütuflarda bulunan ve her şeyin iç yüzünden haberdar olan Allah(cc), elbette en büyük âdildir..
Böyle bir girişten sonra ana teması adalet olan bir anekdotu sizlerle paylaşayım..
Aziz İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet Han bütün mahkumları serbest bırakmıştır..
Fakat bu mahkumların içinden iki papaz, zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmazlar..
Çünkü; Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında imparatora “adalet” tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardır, papazlar!..
Ve bir daha da hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdir..
Bu durum Cennetmekân Fatih Sultan Mehmet Han’a bildirilir.. Fatih, asker göndererek papazları huzuruna davet eder.. Papazlar huzura çıkarlar ve hapisten niçin çıkmak istemediklerini Sultan Fatih’e anlatırlar..
Sultan Fatih, hikâyeyi dinledikten sonra dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap eder;
“Ey Papazlar..
Sizlere şöyle bir teklifim var..
Sizler, İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz.. Müslüman hakimlerin(kadıların) ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz.. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz.. Böylece bende sizin küsüp uzlete çekilmenizdeki haklılığınızı kabul etmiş olayım..”
Hazreti Fatih’in bu teklifi papazlara cazip gelmişti..
Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslâm beldelerine seyahate çıktılar..
İlk vardıkları yerlerden biri Bursa şehriydi.. Ve Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar..
Müslümanın biri Yahudiden bir at satın almış, satış esnasında hiçbir kusuru olmadığı ifade edilen at meğer hasta imiş.. Müslümanın ahırına getirdiği atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış.. Müslüman, sabah olunca da atını alıp mahkemenin yolunu tutmuş.. Fakat olacak ya; o saatte Kadı efendi henüz makama gelmemiş.. Adam da bir müddet bekledikten sonra Kadı’nın gelmeyeceğine hükmederek atını alıp evine dönmüş.. Ve at da o gece ölmüş.. Hadiseyi daha sonra öğrenen Kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş.. “Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsaydım, size sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı geri alırdım.. Ancak, makamımda bulunamadığımdan dolayı hadisenin bu şekilde gelişmesine ben sebep oldum.. O halde atın ölümünden doğan zararı benim ödemem gerekir” deyip, atın parasını müslümana vermiş..
Papazlar İslâm adaletinin bu derece ince ve hassas olduğunu görünce hayretler içerisinde kalmışlar..
Derken, papazlar bu sefer İznik’e uğramışlar.. Orada da şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar..
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın almış ve ekin zamanı tarlayı sürmeye başlamış.. Bir gün karasabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına ağzına kadar altın dolu bir küp takılmaz mı?.. Hiç heyecanlanmayan müslüman çiftçi, altınları küpüyle birlikte tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürmüş, ardından da; “ey kardeşim, ben senden tarlanın altını değil üstünü satın aldım.. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde tarlayı bu fiyata bana satmazdın!.. Al şu altınlarını” demiş.. Tarlanın ilk sahibi ise daha farklı düşünmekteymiş.. O da şöyle söylemiş; “Kardeşim yanlış düşünüyorsun.. Ben sana tarlayı taşıyla toprağıyla, altıyla üstüyle, beraber sattım.. Bu yüzden içinden çıkan altınları almaya hakkım olamaz.. Bu altınlar senindir, helâl-i hoş olsun!..”
Sonunda, tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele Kadı’ya, yani mahkemeye intikal ediyor.. Her iki taraf iddialarını Kadı’nın huzurunda da tekrarlıyorlar.. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını soruyor.. Birinin kızı birinin de oğlu olduğunu öğreniyor ve oğlanla kızı nikâhlayarak altını da genç evlilere “çeyiz” olarak veriyor.. Papazlar bu inanılmaz sahne karşısında neredeyse küçük dillerini yutacak gibi oluyorlar.. Daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olacağı kanaatine varıp doğruca Fatih Sultan Mehmet Han Aleyhirrahmeti Vel Gufran Hazretleri’nin huzuruna geliyorlar.. Şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip ardından şöyle diyorlar;
“Ey ulu Padişah..
Biz artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı, ancak İslâm dininde vardır.. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile kötülük yapamazlar.. Sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz.. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, eğer kabul buyurursanız Memaliki Osmaniye’de yaşamak istiyoruz ve de müslüman olmaya karar verdik”..
İşte böyle değerli dostlarım; gördünüz mü, nasıl adaletli ve nasıl ferasetli bir ecdada sahip olduğumuzu?.. Bunlar hikâye, masal değil, olmuş vak’alar..
Birde, şu anki duruma bakalım.. Kendilerini adeta dünyanın jandarması olarak gören sömürgeci işgalci zihniyetin, “özgürlük ve adalet getiriyoruz” iddiasıyla, mazlum halklara yaptıkları zulümleri iyi görelim..
Hasıl-ı kelâm; ayakların baş, başların ayak olduğu, hem de bolca bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz..
Bunun neticesinde de “hasetlik, fesatlık, fitne, sömürü, bencillik” adeta kol geziyor ve tıpkı zehir misali insanlığı yavaş yavaş öldürüyor..
Ancak zehirin de panzehiri var..
Peki nedir o?..
Yaradan’ın ipine sımsıkı sarılmak!..
Ve birbirimizi karşılıksız Allah(cc) için sevmek!..
Diyeceğim bu kadar..
Vesselam!….
*
SAMİ ÖZEY