Bir neslin bitip diğerinin başlaması, biyolojik olarak yeni bir neslin dünyaya gelmiş olmasını gerektiriyor. Bir annenin bulunduğu nesil, söz konusu annenin çocuk yapması hâlinde artık eski nesil hâline gelir, zira başka bir nesli dünyaya getirebilecek olan yenisi dünyaya gelmiştir. Tek bir aileyi göz önüne aldığınızda bu süre genel olarak 20 ile 30 yıl arasında değişiklik gösterir, çünkü insanlar (kadınlar) genelde bu yaşlar arasında evlenip çocuk sahibi olmayı yeğlerler. Daha küçük ve daha büyük yaşlarda da çocuk sahibi olan bireyler olmasına rağmen, bunlar ortalamada marjinal kenarlardan çan eğrisinin tepesine çekileceği için, bir neslin yaklaşık olarak 25 yıl sonra yenileneceğini söylemek abesle iştigal olmaz sanırım. Peki bir toplum içindeki nesil ya da kuşak değişimini nasıl ifade edebiliriz?
Söz konusu rakamın bugünkü değerini almasının sebebi mevcut sanayi ve kapitalist düzenin toplumu değiştirip dönüştürmesi olmuştur. Örneğin bundan 100 yıl önce, kadınların evlenme yaşı daha küçük olduğundan, bir nesille diğeri arasındaki yıl 16 yıl olarak beliriyordu. Kadınların da çalışma hayatına atıldığı ve kadın olsun erkek olsun her türlü işgücünün sanayice talep edildiği günümüz dünyasında bu rakam bazı ülkelerde 30’a kadar yükselmektedir, çünkü kadınlar daha geç evlenip daha geç çocuk sahibi olmaya başlamışlardır. Toplumun ve toplumsal yapının işte bu nedenle nesil tanımında büyük rolü var. Ben yalnızca nesil tanımında değil, nesillerin niteliği ve ivmesinde de büyük payı olduğunu düşünüyorum. Bu yazının konusunu da bu oluşturuyor: Yaşadığımız toplum, geçirdiğimiz toplumsal ilişki evrimi ve araçları, nesiller arasındaki ilişkiyi nereden nereye taşıdı?
Geçenlerde arkadaşlarımızla Tunalı’da bir kafede oturmuş, ailelerimizle yaşadığımız sorunları tartışıyorduk. Arkadaşlarımdan biri, babasıyla Facebook’tan küstüklerini, birbirlerini arkadaş listelerinden çıkardıklarını ve babası akşam eve geldiğinde de onunla konuşmadığını söyledi. Bunu, gayet normal bir tonda, değişik bir olayı anlatıyormuş gibi değil de, zaten her gün karşılaşılan bir mesele gibi anlattı. Facebook’un arkadaşlık ilişkilerini değiştirip dönüştürdüğünü, toplumsal ilişkileri yeniden yapılandırdığını kabul etmemek ve bunu görmemek safdillik olur, ancak bir baba ile kızının arasındaki ilişkiye bu denli müdahaleci olabileceğini öngörmek, gündelik hayata dair basit bir insanlık kurumu olan “küslük”ü bile sanallaştırıp dünyaya somut bir kütle olarak indirmek benim öngörülerimin dışındaydı. Henüz böyle bir ilişki biçimine hazır olmadığım için sormak zorunda kaldım: Baban da sana küsmüş müydü?
Ailelerin, çocuklarıyla yaşadıkları kuşak farkı sebebiyle oluşan sendromlardan başka bir şeydi bu. Aileler ile çocuklar arasında değil, arkadaşımla benim aramda yaşanan bir kuşak sendromuydu bu. Benim algılayamadığım, kabul etmekte zorlandığım, ancak gerçekliğiyle afalladığım bir kuşak sendromu. Benden sadece 6 yaş küçük olmasına rağmen, yaşadığı ilişkilerdeki dönüşümü fark etmemek ve bundan etkilenmemek mümkün değil. Facebook’un, bir baba ile kızı arasındaki ilişkiye böyle bir “arabulucu” olarak girebilmesi ve bu rolün, anlaşmanın her iki tarafınca zımnen ve açıkça kabul edilmesi, yalnızca Facebook’un bir ilişki düzenleyici araç-gereç olarak kabulü değil, aynı zamanda iki kuşak arasındaki farkın açılma sıklığının da ne kadar daraldığının bir göstergesi. İlkinde, baba ile kızın Facebook’u hayatlarına katış şekli, diğerinde de ben ve arkadaşımla aramdaki yaş farkının, aslında bir kuşak geçişine denk gelmiş olması.
Aile sevgisi, küslük, aşk, hayal kırıklığı, nefret vb. duyguların, sanal iletişim evriminde niteliklerini kaybettiğini savunuyor değilim. Bundan 150 yıl önce Genç Werther nasıl bir aşk yaşamışsa, 2010 yılında da insanlar aynı aşkı mı yaşıyorlar, bilemiyorum. Tartışılabilir bir mesele, ama ben bunun aynı olduğunu düşünüyorum. Ne ki buradaki değişim, duyguların aktarım ve iletim biçimlerinin farklılaşmasında kendini gösteriyor. Radyoyla başlayıp internetle devam eden dalga ve elektrik yükleri evreninde, önce seslerimizi, sonra görüntülerimizi, şimdi de sırası geldiği gibi kendimizi ve ilişkilerimizi bu yüklerin insafına bırakmaya başladık. Belki küslüğü ve arkadaşlığı da aynı şiddetiyle hissediyoruz, ancak bunu ifade ediş şeklimiz, gündelik hayatımıza su ve hava gibi kendini iliştirmiş olan internetle biçim değiştiriyor, evriliyor; iki kuşak arasındaki farkın, daha da kısa sürede açılmasına neden oluyor. İnternetin hızı, ilişkilerimizi dönüştürürken, birbirimizi anlama şansını da azaltıyor.
Normalde annemle benim aramda (25 yaş fark) yaşanabileceğini düşündüğüm bu kuşak çatışmasını (belki biraz daha yumuşak tabirle “kuşak tatsızlığı” diyebilirim), arkadaşımla (6 yaş fark) yaşamak beni biraz üzdü açıkçası. Kendimi, annemin terliklerinin içine girmiş bir şekilde kendi gençliğime, ergenliğime bakarken buldum ve yaptığım her şeyi anlamaya çalışan annem gibi, ben de arkadaşımın yaptıklarını anlamaya, anlamlandırmaya çalıştım, ama olmadı. Hiçbir güç, beni babamla Facebook üzerinden küsmenin ve akşam eve geldiğinde yüzüne bakmamanın “doğal” olduğuna inandıramadı. Sonra bunun, kaçınılmaz bir sürecin başlangıcı olduğunu düşündüm. Herkesin kendi yalnızlığının başladığı ve acımasız bir süratte ilerlediği yeni bir dünya kliği: İnternet kuşağı.
Birbirimizi anlamanın, gitgide daha da zorlaşacağını, zira teker teker eşsiz birey varlık insanların, bilgisayarlarının (akıllı telefonlarının) başında gittikçe kendilerine ait bir dünya kuracaklarına, zaman içinde aşk, nefret, aile vb. ilişki biçimlerine yönelik nevi şahıslarına münhasır bir algı ve tepki geliştireceklerine inanıyorum. Bundan yıllar önce, herkes daha çok herkesken ve insanlar daha çok “genel” başlığı altında geleneksel kabul edilen toplumsal normları kabul ederken, bireyleşme çok daha az yaşanıp toplumsallaşma daha vurguluyken, birbirimizi anlamama gibi bir “lüks” de ortada yoktu, zira toplumsal kodlar çoğunluk için aynı anlama geliyordu.
Oysa şimdi, daha bireyleşmiş, daha özelleşmiş ve özelleştirilmiş kişilik yapılandırmasında, internetin ve bilgisayarların kısıtladığı at gözlüklü dünya resminde, kişiler kendi algılarının farkında daha çok varıp, kendilerini ifade etmenin yollarını daha da çeşitlendiriyorlar. Söz konusu çeşitliliğin evrimsel olup olmadığı konusunda ahkâm kesmek bana düşmez, ancak tahminim o ki, yıllar içinde bu çeşitlilik, birbirimizi daha az anladığımız bir kakofoniye dönüşebilir. Bildiğimiz kodların yıkılıp yerlerine herkesin kendine ait bir kod atadığı bireysel platform oyunlarımızda her birimiz kendi yarışımızın kendi kahramanı olduğumuzda, bölüm sonu canavarlarını da aynı oranda çeşitlendirip devasalaştırabiliriz. Nihayetinde de herkesin ancak kendi oyununun sonunu görebildiği, başkasının oyununa –yenemeyeceğini ya da anlayamayacağını bildiği için- bulaşmadığı bir yalnızlıklar kuşağına varabiliriz; kimsenin kimseyi anlamadığı, ama herkesin kendini haklı gördüğü uzak bir yalnızlıklar çağı.
Bilemiyorum fazla mı karamsar davranıyorum, ama internetin günümüzdeki yayılma hızı ve ulaştığı yerde dönüştürdüğü ilişkiler şimdiden elle dokunulup hissedilir boyutlara vardı bile. Arap Baharı’nın heyecanını yaratan bir platform olmaktan, kendi biricik yalnızlığımızın kürsüsü hâline dönüşebilecek Web 2.0, her nüvesiyle kişiselleşmiş bir dünyanın yapıtaşı hâline geliyor olabilir. Eve doğru giderken, cep telefonundan fırını çalıştırmaktan ya da klimayı açmaktan endişe eden biri gibi görünmek istemem. Buradaki mesele, belki de kaçınılmaz olarak sürüklendiğimiz dehliz, insanların, birbirlerini anlayamayacak kadar derine gömülecek olabilmeleri. Zaman öyle hızlı geçtiğinde, belki kendilerini bile anlayamayacakları bir dehliz. Zamanın sonu, kara delik, iyi hafta sonları.
yazan: ali ünal