EDİRNE
Yollar bomboştu. Şehrin karmaşasından, asfalttan buhar çıkarırcasına yakan boğucu havasından, sıkışık mı sıkışık trafiğinden kaçıyorduk. Yer yer ayçiçeği tarlalarının, yer yer yemyeşil ağaçların fon oluşturduğu boş yollarda kaymak gibi giden arabamızın içinden çevreyi büyük bir mutlulukla seyrediyordum.
Sabah çok erken bir saatte yola çıkmıştık. Hedefimiz, İstanbul’dan hızla ayrılıp Edirne’nin açtığı kucakta kahvaltı yapmaktı. Trafik açık olunca ve fonda da sevdiğimiz şarkılar çalınca Edirne’ye nasıl bu kadar çabuk vardığımızı anlamamıştık.
Karaağaç’a gidip, Meriç Nehri’nin kıyısında kahvaltı yapmak üzere şehir merkezine girdik. Hiçbir yerde Karaağaç tabelası yoktu. Bu, büyük bir eksiklikti. Neyse teknoloji, yardımcımız olurdu. Navigasyona Karaağaç’ı hedef konum olarak gösterdik ama o da ne! Sağ kulağımızı sol elimizle gösterdiğimizden haberimiz yoktu.
U dönüşü tarifini bilmeyen navigasyonun programlandığı üzere gittiği yoldan sapmayan rotası sayesinde şehir merkezinden çıktık, neredeyse Yunanistan sınırına gidiyorduk. Sınıra gitmişken de, “Bu kadar yol geldiniz, vizesiz – pasaportsuz buyurun geçin” demeyeceklerine göre başımızın çaresine bakmamız gerekiyordu!
Sonunda Karaağaç’ın yolunu bulduk. Ara sokaklara girdiğimizde bir zahmet Karaağaç tabelası koymuşlardı. Zaten o noktaya gelen, tabelasız da Karaağaç’ı bulabilirdi.
Meriç Nehri’nin toprak rengi suları çağlarken, farklı bir noktadan bakıldığında da suyun rengi kenarındaki ağaçların etkisiyle yeşil rengini alıyordu. Martılar nehrin kıyısını evleri bellemişler, orada toplaşıp, canları sıkıldıkça uçup tekrar nehre dönüyorlardı.
Nehrin kıyısı kahvaltı yapmak için birçok cafe ve restoranlarla doluydu. Osmanlı Dönemi’nden kalma taş köprüden geçtikten sonra nehrin kıyısındaki restoranlardan birine girdik. Asırlık çınarın gölgesinde, arada bir Meriç Nehri’nin çağlayışının sesini duyarak, torununa dua okuyan nenenin nefesi gibi hafif esintilerle uzunca bir süre kahvaltımızı yaptık.
Kara Tren Gecikir, Belki Hiç Gelmez!
Sırada Lozan Anıtı vardı. Faytonlarla çevreyi izleyerek de anıta gidilebilirken, Meriç Nehri kıyısından yürüyecek kadar da yakındı. Lozan Anlaşması ile kazanılan diplomatik zaferle Karaağaç’ın Türkiye sınırlarına katılmasını simgeleyen büyük anıt, Trakya Üniversitesi Rektörlük Binası’nın bahçesinde bulunuyordu. Anıtın ortasında, bir kız figürü vardı. Figürün elindeki güvercin barış ve demokrasiyi, diğer elindeki belge ise Lozan Anlaşması’nı temsil ediyordu.
Lozan Anıtı’nın yanındaki Kara Tren ise günümüzde sadece fotoğraf çekme ve yakın tarihin kokusunu almak için konumlandırılmıştı. II. Abdülhamit Devri’nde yapılan bu tren istasyonu, 1. Dünya Savaşı’nda Karaağaç’ı kaybetmemiz dolayısıyla kullanılmamış, Lozan Anlaşması ile yeniden sınırlarımıza katıldığında ise demiryolunun neredeyse tamamının Yunanistan’dan geçmesi nedeniyle kullanılamamıştı. Bu nedenledir ki, kara tren bir müzede sergilenir misali yıllardır yerinden kımıldamadan gelenlere ev sahipliği yapıyordu.
Belki de türkünün “Kara tren gecikir, belki hiç gelmez” dizeleri bu tren için yazılmıştı!
Karaağaç’a gelip, Lozan Anıtı ve Kara Tren’i gördükten sonra rektörlük binasının karşısındaki şirin cafelerde oturup soğuk bir şeyler yudumlamak adettendi. Biz de o adete uyduk. Sıcaktan kavrulan içimizi soğuk bir sodayla sakinleştirdik.
Sırada şehir merkezine inip asırlara meydan okuyan camileri görmek vardı. Yolumuzun üzerindeki Sv. Georgi Bulgar Kilisesi’ne uğramadan da olmazdı! 1880 yılında açılan kilise, Balkan Savaşı’nı da atlatarak günümüze kadar gelmiş.
Kilise, ara sokaklarda o kadar minik bir yapıydı ki, ancak tabelalar ile bulunabiliyordu. Kilisenin kapısına gelince kapalı olduğunu gördük. Kapıyı iki kez çalmamıza rağmen açan olmadı. Kilisenin kapısında pazartesi günleri hariç her gün 09.00 – 17.00 saatleri arasında açık olduğu yazıyordu. Buna rağmen kapıyı açmamakta direniyorlardı sanki!
Pes edip yollara düşerken, “1 dakika ya, ben bu kilisenin kapısından döndüysem, başkaları dönmesin bunu yazmalıyım” dedim. Söylenerek kiliseye dönüp kapıdaki yazının fotoğrafını çekerken, kilise görevlisi birden dumanın vücuda dönüşmesi gibi bahçede bitiverdi! Söylediklerimi duyduğundan mı bilemiyorum, hemen kapıyı açıp bizi içeri davet etti.
İçerisi bir kiliseden çok, müzeye benziyordu. Dini resimlerin, ikonların yer aldığı bu kilisede kanaviçe örtü bile bir sehpanın üstünde yer alıyordu. Bulgar folklorik kıyafetleri de kiliseden çok, müze havasını kanıtlıyordu. Buradaki ziyaretimizden sonra merkeze doğru yolumuza devam ettik.
İstanbul’un fethine kadar 92 yıl Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapan bu şehirde tarihin en önemli tanıkları camilerdi. Mimar Sinan’ın “Ustalık eserim” dediği Selimiye Camii, Edirne’ye girmeden tüm görkemiyle dört minaresiyle sizi selamlıyordu.
Camiiden içeri girerken ayakkabılarınızı koymanız için torba alıyordunuz. Kimisi ayakkabısını yanında taşımak isteyebilirdi. Şunu yazmadan geçemeyeceğim, Selimiye Camii tüm işlemeleri, büyüklüğü, görkemi ile insanın ruhunu şenlendirirken yetkililerin dikkat etmesi gereken bir şey atlanıyordu. Camiinin içi tarihe ve bu güzel esere yakışmayacak şekilde ayak kokuyordu. Halbuki gül suyu ya da buna benzer kokularla camiinin içindeki hava temizlenebilirdi. Dayanamayarak çıktım dışarı. Tanrı – Allah – İlahi Güç ile bütünleşmem için illa bu camide olmama gerek yoktu.
Nefes Sayısı
Edirne’nin en eski camii olan, 1414 yılında inşaatı tamamlanan Eski Camii’ye gitme zamanı gelmişti. İçerisi Selimiye Cami’nin aksine amber kokuyordu. Caminin duvarlarındaki Arapça yazılar insanın içine işliyordu. Özellikle cenine benzeyen VAV ile hayata gelişimiz ve hayattan ayrılışımızdaki dünyevi haller gözümün önüne geldi.
Bana doğumu, yaşamı, ölümü ve nefes sayısını hatırlatan Eski Camii’de epey zaman geçirdim. Nefes sayımız belliyken, bizim yapabileceğimiz sadece doğumdan son nefese kadar kaderimizi şekillendirmekti. Allah’a dua ettim… Her şeyin hayırlısını dilerken, kaderimi de en hayırlı biçimde şekillendirmeyi diledim. Nefes sayım belliydi zaten. Sonra gideceğim yer de belliydi… Birden gelip bire dönecektim. Çünkü O’nun bir parçasını taşıyordum…
Edirne’de ruhumu doyururken bedenim, “ben de açım” diye isyan ediyordu. Bedenime kulak vererek hayatta Edirne’den başka bir yerde yemediğim ciğeri yemek üzere bir restorana doğru yol aldım. İncecik kağıt gibi kesilmiş ciğerler çıtır çıtır kızartılıp mideleri bayram ettirirken, özel yoğurt ve acı sevenler için kurutulmuş biber tam da beden için cennetin tanımıydı!
Ziyafetten sonra havanın yavaş yavaş kararmaya başladığını fark ettik. Padişah IV. Mehmet tarafından yaptırılan Av Köşkü’ne giderken kocaman ağaçlar birbirlerine sarılırcasına yolun iki yanında konumlanmışlar, tünel görevi görüyorlardı. Tarihi bir mekan olan bu köşk 2002 yılında Edirne Belediyesi tarafından restore edilmişti. Semaver ile çay sipariş ettiğinizde ağaçların altında hafif esintiyle tarihi de hissederek saatlerce oturabilirdiniz.
Tabii ki bizim yolumuz uzun, ertesi gün işimiz çoktu. Biraz daha zaman isterdik ama tek satın alınamayan ya da kandırılamayan şey zaman olduğuna göre, İstanbul’a dönmek üzere yola koyulmalıydık.
İyi gezdik, ruhumuzu da iyi doyurduk ve Edirne’ye veda ettik.
*
Seren Muyan
serenuyan@gmail.com