“Ne işler açtın başıma
Maliye ortak aşıma
Tahsildar taktın peşime
Unuttun bizi Süleyman
Dağıttın bizi Süleyman
Mahvettin bizi Süleyman”
Yukarıdaki şarkı sözleri yetmişli yılların ünlü sıra dışı şarkıcısı Öztürk Serengil’e ait. Süleyman’sa şu bizim Süleyman Demirel.
O günleri yaşayanlar, bir sinemacının kalkıp da ne diye şarkıcılığa soyunduğunu gayet iyi anlar. Üstelik “her akşam …
HÜSEYİN AKIN
huseyinakin@yahoo.com
“Ne işler açtın başıma
Maliye ortak aşıma
Tahsildar taktın peşime
Unuttun bizi Süleyman
Dağıttın bizi Süleyman
Mahvettin bizi Süleyman”
Yukarıdaki şarkı sözleri yetmişli yılların ünlü sıra dışı şarkıcısı Öztürk Serengil’e ait. Süleyman’sa şu bizim Süleyman Demirel.
O günleri yaşayanlar, bir sinemacının kalkıp da ne diye şarkıcılığa soyunduğunu gayet iyi anlar. Üstelik “her akşam istersin balo/ bize de mi lo lo” tarzı sözlerle şarkının dibini bulan bir Öztürk Serengil’se söz konusu olan, notaların nasıl kıvrım kıvrım kıvrandığına şahitlik edebilirsiniz. Bakmayın siz Öztürk Serengil’in Süleyman’dan dem vurup hırlı pozisyonu takındığına, adı mülayim sert olsa ne yazar! Her ne kadar hakkında taşlamalar yazsa da Demirel’e yakınlığını hiç inkâr etmez. “Bizim Demirel’e yakınlığımızın bir sebebi de kellik vaziyetidir. Bütün keller kendilerini birbirlerine daha yakın hissederler.” diyerek ortak yönlerinin altını çizer.
Yüzlerce filmden kötü adamı oynamadığı çok az film vardır. Kötü adamlığı da tam anlamıyla becerebildiği söylenemez. “Üçüncü Kat Cinayeti” ve “İnleyen Dağlar” filmlerini dışarıda tutarsak Öztürk Serengil hep kötü rollerin adamı olmuştur.
Beyaz perdede kötü rolleri oynayan artistler gerçek hayatta bu izi üzerlerinden silmek için azami gayret sarf ederler. Oynadıkları kötü rolü içselleştirip karakter haline getirmemek için bu şarttır. Komedi filmlerinde kötü adam olmanın yine de çok fazla ciddiye alınacak bir tarafı olmasa gerek. Ne de olsa ardında gülmek olan her sahne ne kadar hinlik ve kalleşlik içerse bile bağışlanabilir bir tarafa sahiptir.
Kılığıyla, Kelamıyla Başka Bir Adam
En büyük uğraşının kitap okumak ve resim yapmak olduğunu duyunca muhayyilemdeki Öztürk Serengil portresi aniden değişiverdi. Takım elbiseyi kravatsız giyip, kemer takmayarak pantolona yeni bir yorum getiren bu adam Türk Sineması’nda gerçekten farklı bir fenomen. Farklı oluşu, sinema sanatçısı gibi durmayışıyla yakından alakalı.
Zira, bir sürü ek işi var. Resim çizip kitap okumasını kastetmiyorum tabi. Ama yine de ben Öztürk Serengil portresine resim çizip kitap okumayı bir türlü yakıştıramıyorum. Kafasındakileri pek umursamayan bir tavrı vardır sanki. En çok da saçlardan arınmış yalın kafasını tiye alır. Hele bir şaplakla beraber, Kelajjj! (Keltoş demek istiyor) diye kendine takılması meşhurdur.
Kelimeleri harflerinden etmekte üzerine yoktur: ‘Yeşşeeee’ ‘Temeem’ gibi seslendirmeler, aslında içindeki hayatı deforme eden tarafı çok iyi yansıtmaktadır. Kendine özgü kelimelere getirdiği yorum o kadar tutulmuştur ki, bir zamanlar çoluk çocuk bu tarz abartılı tek sesle konuşur hale gelmiş.
Hatta İsmet İnönü’nün bile Öztürk Serengil’in ısrarına dayanamayıp ‘yeşşeeeeee” dediği rivayet edilir.
Seksenli yılların TRT’sinden aklımda kalan şeylerden biri de onun ‘Sarı Çıta’ adlı şarkısıdır. Sarışın ve zayıflara karşı şişman ve esmerleri destekleyen, çıta gibi zayıf bir sarışın kızın etrafında dönüp dolaşan bir şarkıdır o. Niye o zamanlar bu şarkıyı o kadar sevmiştik bilmiyorum. Çocukluk işte!
Yeşilçam Ondan Sorulur
Öztürk Serengil’in dili, sanıldığı gibi Türkçe’nin bozulması değil, Karadeniz aksanının tipik bir deformasyonudur. Zaten aslen Karadenizli bir aileden gelmektedir. 1930 Artvin doğumludur. Babası öğretmendir. Anlatılanlara göre babası da ilginç bir adam, iki eliyle aynı anda tahtaya yazı yazmasıyla ünlenmiş biridir. “Oğluna çekmiş” demek yanlış olmaz herhalde. Öztürk Serengil’in oyunculuğu ile hayatı, elinde tebeşir olmasa da iki eliyle aynı anda yazı yazmaktan pek farklı değil.
Serengil’le ilgili birinci kaynak, kuşkusuz seksenli yıllara ulaşma bahtiyarlığı yaşayan hafızamız olsa da, asıl bunca malumatı müstenit kıldığımız şey 1985 yılında ‘Yeşilçam Benden Sorulur’ isimli kitabıdır.
Öztürk Serengil inanılmaz bir kumar tutkunuydu. Kaleme aldığı anılarında, bu tutkusuna tam 27 daire verdiğini yazmıştı. Hatta Almanya’da bir gecede 100 bin mark (yaklaşık 19 milyar lira) kaybetmişti. Anılarında bu gecenin öyküsünü şöyle anlatır:
“Sabah uçağa binip Finlandiya’ya gidecektik. İçimden bir ses, gidip ‘3-5 bin marklık oyna!’ dedi. Gittim. Önce biraz kazanır gibi oldum; ancak 3-5 bin mark, kısa zamanda tükendi. Bir taksiyle eve döndüm. Karım anlamıştı. Bir miktar para alıp, aşağıda bekleyen taksiyle kumarhaneye geri gittim. Ancak bu para da çok dayanmadı. Yine taksiye binip geri döndüm, karım yine para verdi. Ancak o para da çok dayanmadı. Sonunda artık sabah saatlerine ulaşmıştık. Yine geri döndüm. Taksi kapıda bekliyordu. Bu kez karım beni karşılamadı, tüm parayı kapının önüne bırakmıştı. Hemen aldım, içimdeki ses ‘kazanacaksın’ demeye devam ediyordu. Döndüm. Tüm para bir anda gitti.
Geri dönecek taksi param kalmamıştı. Kumarhaneden eve kilometrelerce yol vardı. Mecburen yürüyerek döndüm. Eve ulaştığımda karım, elinde biletiyle havaalanına gidiyordu, beni o gün terk etti.”
Öztürk Serengil, emri vakilere gelen adamdır. Başlama vuruşuna gerek kalmadan kendini oyunun içerisinde bulur. Avni Dilligil Tiyatrosu’nda kendi halinde bir dekor yardımcısıdır. Bir gece polisler gelip başrol oyuncusu Senih Orkan’ı yaka paça götürürler. Çaresiz o rolü o gece Öztürk Serengil oynamak zorunda kalır. O geceden sonra da artist olur. Dünyada doldurduğu boşluk da sanki böyle bir rolü tamamlamak gibidir Serengil’in. Çaresiz, oyun sürsün diye rol almıştır bu dünyada sanki. Gerçekte ise bu dünyanın dekor yardımcısı ya da kostümcüsüdür o. Göğü unutup şapkasının altında bir ömür sürmüştür. Şapkası bol olsun.