BİR MARTI KADAR ÖZGÜR OLABİLMEK

0
726

BİR MARTI KADAR ÖZGÜR OLABİLMEK

26 Yaşında bir genç kız… Siyah, uzun, bukle bukle saçlı… İri gözleriyle zaman zaman kederli, dalgın, umutsuz… Bir gün kendisine:

“Şu an ne düşünüyorsun? “diye sordum. O da:

“Uzaklara gitmeyi, çok uzaklara….” dedi, eliyle dağların ötelerini işaret ederek. “Gökyüzünün sonsuzluğunda bir martı kadar özgür ve tek başına…”

Bu kez daha da artan bir merakla:

“Bir martı kadar özgürce uzaklara gitmek sana ne sağlamış olacak?” dediğimde hiç düşünmeden cevapladı:

“O zaman döndüğümde daha çok sevilir, daha çok ilgi görürüm.”

O anda birbirimize bakarak, özgür olma arzusunun daha çok sevilmek için bir gereklilik olduğunu kendimizce anlamlandırmaya çalıştık.

Hepimiz aynı manaları içerdiğini sandığımız kelimelerle konuşarak uzlaştığımızı düşünüyoruz. Oysa parmak izi dahi farklı olan bizlerin duygu ve düşünce dünyamızın aynı olması nasıl mümkün olabilir? Bu nedenle kelimelerin minderlerini kaldırdığımızda gerçekte özgürlük dediğimiz şey bazılarımız için engelleri aşarak, martılar gibi hür yaşamayı bazılarımız için farklı mekânların keşfiyle varışın heyecanını duymayı, bazılarımız içinse dönüşün sıcak buluşmasını düşlemeyi simgeleyebilir.

Psikolojide bu “Harita bölgenin kendisi değildir” şeklinde tanımlanır. Yani her kelimenin kendi deneyimimizle bir anlam bulduğu işaret edilir.

Yaklaşık beş hafta önce yanımda mesai arkadaşlarımdan biri olarak görev yapmaya başladığı günden bugüne özel hayatı hakkında çok az konuşmayı tercih ettiğini fark ediyor ancak bunun daha çok yeni işine alışmak telaşından kaynaklandığını düşünüyordum. Her şeye rağmen o gün bu kısa paylaşımımızın üzerinde fazlaca durarak onu sıkmak istemedim.

Daha önce çok az iş deneyimi olduğu halde sorumluluklarını bilen bir genç kızdı. Ona temel bilgileri vermek yeterliydi. Son derece mantıklı düşünüp, seri hareket edebilen biriydi. Sabahları vaktiyle gelip, zihnindeki program çerçevesince yapılması gereken günlük işleri öncelik sırasına göre tasarlar ve sonuna dek bitirme kararlılığı ile işine başlardı. Sonra da sanki onu onaylayan bir söz söylememi bekler gibi ya da neyin eksik olduğuyla ilgili uyarmamı istercesine yanıma gelerek fikrimi alırdı. Ben de her şeyin yolunda olduğunu övgüyle tasdik ettiğimde tıpkı muzaffer bir komutan edasıyla mutfağa gidip, üzerine yorgunluk kahvesi içerdi. Bazen benim de ona eşlik ettiğim olurdu.

Bir gün böyle karşılıklı otururken özellikle kim tarafından sevilmeyi dilediğini öğrenmek istediğimde bir anda o dalgın duruşundan silkinerek önce sessizliğin farkına vardı, sonra benim sesimin, sonra da sorumun kendisinin. Elindeki fincanı masanın üzerine sertçe koyarak:

“Ailemin beni sevdiğini bilmeyi isterdim.” dedi. “Tabii eğer ortada gerçekten bir sevgi varsa…”

Boynunda hiç çıkarmadığı özgürlük amblemini sembolize eden büyükçe bir kolye asılıydı. Oldukça titiz çalışan bir genç kız olmasına karşın kıyafetleri genellikle özentisiz ve uyumsuz, saçları dağınık ve bakımsızdı. Yaşıtlarının aksine kilolu oluşunu ise dert etmemekteydi.

“Hiç mi ailen tarafından sevildiğini hissettiğin olmadı, küçük bir zaman dilimi içinde bile? “ diye sorduğumda omzunu silkeleyerek ve kayıtsızca:

“Hiç kadar hiç…” diye yanıtladı.

Gerek sözlerinden gerek tavırlarından çok incinmiş olduğu anlaşılıyordu. Ama yine de benim ısrarım üzerine biraz düşündü. Bu konuda bilinçaltı tekniklerinden hatırlamasını kolaylaştırabilmek için soruyu bilinçaltına sormak suretiyle yararlandık.

Kısa bir süre sonra anne ve babasının ilkokulu bitirirken mezuniyet törenine gelişleri ve tören boyunca belgesini alırken başarısını coşkuyla kutladıklarıyla ilgili özel geceyi ve çekildikleri fotoğrafları anımsadı. Hiç diyerek yaptığı genellemeden sonra açtığı bu parantez onu hem şaşırttı hem de çok duygulandırdı.

Bazen zihnimizin buna benzer genellemeler yaparak biz farkında olmadan bazı yargılarda bulunduğuna tanıklık ederiz;

Gün içinde birkaç şahısla bazı anlaşmazlıklar yaşamış olsak asla kimseye güvenmemelidir ve hatta herkes her zaman bize karşıdır.

Üst üste iki kere aynı hatayı yapmaya kalksak hiç kafamız çalışmaz ki; zaten işe yaramaz biriyizdir.

İşlerimizden biri tasarladığımız şekilde sonuçlanmadığında nedense daima şanssızlıklar gelir bizi bulur. Üstelik bugüne dek hangi isteğimizin kolaylıkla gerçekleştiğine şahit olmuşuzdur?

Bir yakınımız yanlışlıkla selam vermeden yanımızdan geçip gitse sanki altı milyar insanı karşımıza almış gibi hiç kimsenin bize yeterince değer vermediğine karar veririz.

“Değersizim, anlaşılmıyorum, şanssızım, beceriksizim…”

“Herkes, hep, her zaman, hiç, asla, hiç kimse…”

Bütün bu ibareler fikrimizi ve zikrimizi fazlasıyla işgal ederek adeta birer kafes gibi her geçen gün yaşam alanımızı daraltmaktadır. Bunun yanı sıra bizler de mevcut olumsuzluklara büyüteçle bakarak durmadan nedenleri üzerinde düşünmeye devam ettiğimizde varolan güzellikleri tamamen görmezden gelerek tersliklerin tekrarını mümkün kılmaktayız. Sürekli ilgisizlikten şikâyet eden, anlaşılmadığını düşünen, hastalık hastası, aldatma korkusu veya yoksulluk kaygısı ile dolu olan insanların hayatlarını inceleyelim;

Boğuştukları sorunlar, konuştukları sorunların aynısı değil mi ya da konuştukça bir süre sonra bahsini ettikleri korkularıyla yüz yüze gelmiyorlar mı?

Genç mesai arkadaşıma dönüp dedim ki :

“Her kalp atışın sana sevgi üzere var kılındığını hatırlatsa, her adımın seni sana yakınlaştırarak kendini keşfe doğru yol aldırsa bu ne esrarengiz bir özgürlük macerası olurdu senin için?

Nereye gidersen git, nerede olursan ol aslında özgürlüğün zamanın ve mekanın ötelerinde kendi özüne yaptığın büyülü bir yolculuk olduğunu bildiğinde şunu da bileceksin; sen gerçek bir martısın, evrense senin gökyüzün….”

İri gözleriyle yüzüme dikkatle bakarken gördüm, kaygılarının damlalar halinde yanaklarını yıkayarak uzaklaşmaya başladığını…

Onunla olan özel sohbetlerimiz daha sonraki günlerde işten arta kalan zamanlarda devam etti. Artık ben sormadığım halde anılarını, hayallerini benimle paylaşabilmekteydi.

Duygusal, iyi niyetli, sınır tanımayacak kadar fedakârdı. Bununla birlikte her şeyi dört dörtlük yapmak istemesi onu mükemmeliyetçi olmaya hatta başkalarının da böyle davranmasını beklemesine yol açıyordu. Karşısında aynı derecede verici bir zihniyete rastlayamadığı zaman hemen yargılayıcı yönü harekete geçiyor ya kendisini ya başkalarını eleştirmeye başlıyordu. Kusursuz olması için ortaya koyduğu katı planları ve azamî çabalarıysa çoğunlukla dilediği şekilde sonuç vermiyordu.

 

 

 

“En iyi iyinin de düşmanıdır”

Shakespeare

 

 

Kişisel gelişim uzmanlarının da kaydettiği gibi sanki beynimizde her an kendimizi yargılamaya hazır bir mahkeme ve bazı lüzumsuz kurallardan oluşan jüri üyeleri oluşturmuş bulunmaktayız. Mutsuz olmak için ne kadar çok, mutlu olmak için ne kadar az nedenimiz olduğunu fark edebilirsek “sınırlayıcı kuralların” yaşamımıza olan etkisinin boyutlarını da anlayabiliriz. Hatta hiç vakit kaybetmeden bir an önce anlamaya başlayabiliriz;

Hayatımızı zapt etmesine izin verdiğimiz genellemeler ve sınırlayıcı kurallar nelerdir?

Mesai arkadaşımla birlikte bu sorunun cevabına yönelik karşılıklı fikir yürütürken konuşmamız bir ara nişanlısıyla olan ilişkisinde düğümlendi. Bu sefer de onun kendisine olan sevgisiyle ilgili kuşkularını son buluşmasında yaşadıklarını aktararak örnekledi:

“Geçtiğimiz pazar günü tanışmamızın yıldönümüydü. Özel bir akşam yemeği için rezervasyon yapıp hazırlanmıştım. Yemeğin ardından da kendisine günler öncesinden aldığım hediyeyi takdim ettim. Buna karşın o ne yaptı dersiniz? Her şeyden habersiz, şaşkınlık içerisinde bütün olup bitenin ne anlama geldiğini sordu ve çok duygulandığını belirterek teşekkürlerini arz etti. Tek anlamlı sözüyse beni bir daha ne zaman göreceğini merak ettiğini söylemesiydi. “

Bir süre düz mantıkla insan ilişkilerini değerlendirmenin sakıncaları üzerinde tartıştıktan sonra kendisine birkaç soru sordum:

“Bütün bu anlattıklarının sevilmediğinle ilişkisini tam olarak nasıl kurabilirsin? Sevildiğinden emin olduğun halde hediye olmadığın zamanlar olmadı mı? Hediye ile hatırlanmak, sevginin tamamen senin kendi anlam dünyana ait bir karşılığı olmasın?”

Aşırı mükemmeliyetçi kafa yapısı ve hareket tarzı onun kendi kuralları dışına çıkarak düşünmesine engel oluyordu. Sevginin ortaya konuş biçiminin beş ayrı modeli olduğunu söylediğimdeyse bunu ilk defa duyduğunu belli edercesine:

“Beş sevgi dili mi? Nasıl yani? Gerçek sevgiyi ayırt edebilmemiz için beş farklı deneyim mi yaşamamız gerekiyor?” diye sordu.

İlginç yorumuna bir hayli güldükten sonra ona anlamasını kolaylaştırabilmek için daha ayrıntılı bir cevap vermek gereği duydum:

“Aslında düşündüğün gibi değil. Ben daha çok insanların birbirlerine olan sevgisini anlayış ve ifade ediş tarzının beş ayrı yolu var demek istemiştim;

· Onay sözleri (İltifat ve övgüde bulunma)

· Nitelikli beraberlik (Yeterli zaman ayırma)

· Hizmet davranışları (Fedakârca tutumlar sergileme)

· Hediye alışverişi

· Fiziksel temas

Bu durumda bir insanın sana olan sevgisini değerlendirebilmen için önce onun sevgi dilini keşfetmen gerekir. Bunun için ayrı ayrı deneyimler yaşamak yerine sadece karşındakinin sevgisini sana sunuş biçimini gözlemlemen yeterli olacaktır. Daha sonraysa sevginin sembolünün senin için hediyeleşmek, karşındaki için farklı olarak nitelikli beraberlik olabileceğini anlayışla kabullenebildiğinde aynı dili konuşmayı da öğrenmeye başlayacaksın.”

Önce kendisine tuhaf görünen sonra şaşkınlığını meraka dönüştüren bu bakış açısı aslında ona sosyal ilişkilerinde daha hoşgörülü yaklaşımlarda bulunmasına yardımcı olacaktı. Çünkü herkes bizim düşündüğümüz gibi düşünmek “zorunda” değildi ve her şey bizim “zan” ettiğimiz şekilde gerçekleşmeyebilirdi.

Hipnotik tekniklerle bazı zihinsel kalıpları ve kiloları üzerinde özel olarak çalışmalar yaptığımız zamanlardan sonra bilhassa sevilme konusundaki şüphelerinden gittikçe uzaklaşması onun daha sakin, huzurlu ve etrafındakilerden daha az beklenti içinde olmasını sağladı. En önemlisi de aşırı mükemmeliyetçi tavırlarının kendisini durdurucu yönünün farkına vardı. Bu farkındalık sayesinde zamanla ve deneyimle daha çok mesafe alacağından da eminim.

Kendisiyle en son yanımdan ayrılmasından dört ay kadar sonra yolda tesadüfen karşılaştığımızda sohbet etme imkânımız oldu. Bana ayaküstü de olsa hayatındaki gelişmelerden bahsederken özellikle bakımlılığı, kıyafetlerinin daha zarif ve uyumlu oluşu dikkatimi çekti, bir de boynunda hep asılı duran özgürlük ambleminin yokluğu. Nedenini merakla sorduğumda, anahtarlığındaki martı figürünü göstererek:

“Unuttunuz mu; ben bir martıyım, evrense benim gökyüzüm…”diye tebessümle yanıtladı.

MARTI

Martı,

Gökyüzünün kapılarını kendisine açtığı,

Tüy ve kemik…

Akıl ve sezgi…

Algıları

Uzakları yakın edebilecek kadar güçlü,

Düşleri

Tüyleri kadar çok…

Ayaklarıysa hep gerilerde,

Onları kullanmıyor.

Onlar küçük böceklerin

Küçük dünyası için var.

Martının yaşamı içinde,

Yalnızca birer aksesuar…

 

Ben bir martıyım;

Beyaz kanatlı, ufuk gözlü…

Sen bir martısın;

Hızı rüzgârların hızına eş…

Üzerinde düşlerinden başka ağırlığı olmayan,

Hayallerini dağların ötelerine uçurabilen,

Birer martıyız hepimiz.

Yolu sevgiye dair,

Rotası kendi gönlüne doğru…

 

 

ASLI HATİCE ARUSAN
Psiko-zihin Uzmanı

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız