Günlerden cuma idi. Vakit öğlene yakın aylardan mayıs sonu. Güneş cam gibi parlaktı. Son kattaki dubleks evin balkon camından ferah bahar kokuları giriyordu içeri. Herkes işe güce dağılmış, evde sadece Suna vardı. Çiçek kokuları, temiz hava girsin diye yine bütün pencereleri açmış çiçekleri sulamıştı. Bütün işini bitirdikten sonra kendine bir kahve yapıp çalışma odasına geçti. Basıma gitmeden önce yazmış olduğu romanın taslağını inceliyordu. Çok güzel olmuştu. İçine sinmiş, sayfalar arasında gezinmek gözlerini doldurmuştu. Sekize yakın kitap yazmıştı. Ama bu romanın bir ayrıcalığı vardı. Çünkü romanın karakteri bu sefer kendisiydi. Yıllar sonra kendi hayatını kaleme almıştı. Elinde tuttuğu kâğıtlarda kendi hayatının olduğunu bilmek, gözlerinin dolmasına yetiyordu. Ama o gün farklı bir hüzün vardı. Sanki içinde bir değişik duygu. Kahvesinin son yudumlarını içti, uzun uzun dışarıya baktı. Hemen karşıdaki sitenin bahçesindeki çiçeklere konan arılar, çaprazdaki meyve ağaçları, sitenin bahçesinde açmış rengârenk güller, sarmaşık hanımelleri göz dolduruyordu. Tam anlamıyla yaz geliyordu artık. Pencerenin önündeki berjere oturdu, her şey olması gerektiği gibiydi. Ama nedense onda bugün sebepsiz bir yorgunluk ve hüzün vardı. Omuzlarından boynuna eskiden kalma ara ara nükseden bir ağrı eşlik ediyordu bu yorgunluğa. Biraz oturdukça daha da bir ağırlık hissediyordu. Ayakları karıncalanıyordu, elindeki fincanı bırakıp tekrar taslağı aldı. Başladı göz gezdirmeye. Nedendir bilinmez tekrar tekrar bakmak geliyordu içinden. Ve okudukları onu tam iki yıl önceye götürdü…
Yirmili yaşların sonlarında iki çocuk annesi evli bir kadındı Suna. Eşi Mesut Bey, bir deterjan fabrikasında muhasebeciydi. Oğlu Burak ve küçük kızı Ziynet ile varlıklı bir ailenin gelini idi. Önceleri aile büyükleri ile birlikte oturmuş, daha sonra da bazı sebeplerden dolayı ayrı eve taşınmışlardı. Tabii her kararın bir bedeli vardı. Suna, aldığı bu kararın bedeli olarak ailenin hiçbir imkânından yararlanamayacaktı. Kendisi ev hanımıydı, artık sadece eşinin geliri vardı. O zamanlar imkânlar kaloriferli bir evde oturmayı sağlamıyordu. Sobalı, asansörü olmayan, büyük ve eski ahşap cam çerçeveleri olan, ısınması güç üst kat tutabilmişlerdi. Suna bunlarla baş edebilirdi ama sanki eşi için biraz zor olacaktı. Bunu hisseden Suna, hiçbir şeyden şikâyet etmiyor, o işe gidince aşağıdaki bodruma iniyor, odun kırıyor, kömürleri sırtına vurup yukarıya kadar çıkarıyordu. O zamanlar çocuklar küçük olduğu için okula gitmiyor, evdelerdi. Suna, eşinin evde olduğu günler, bir terzide günlük çalışmaya gidiyor, dışarıdan da bazen iş alıp evde, dükkânda öğrendiği gibi yapıyordu. Hem kira hem eşya almak zorlamıştı onları. Bir de yakacak derdi. Bir eve ne lazım değildi ki? Çocukların ihtiyaçları, faturalar vs. vs. Tüm bu yükler eşinin omuzlarına binmesin diye evde olabildiğince bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Nüfuzlu, tanınan bir ailenin gelini olduğu için her yerde, hatta hiçbir yerde çalışmasına izin verilmiyordu. Suna bazı günler çaktırmadan, oturdukları eski apartmanın merdivenlerini siliyor ama apartmanın sokak kapısından asla dışarı çıkmıyordu, bir tanıdığa görünmemek için. İşini bitirince koşarak eve çıkıyordu. Ramazanlarda çuval çuval cevizleri evde ayıklayıp satıyor, geceleri nakış işliyor, elinden geldiği kadar destekçi olmaya çalışıyordu.
Onun bu azmini gören eşinin ailesi ile de yavaş yavaş buzlar eriyordu. Böyle günler, aylar birbirini kovaladı. Tam dört yıl sonra bir haber geldi. Mesutların şehir çıkışında olan evlerinin, bahçelerinin olduğu alan belediyeye geçmiş ve imara açılmıştı. Bahçelerinin eski evlerinin olduğu o yerlere koca koca apartmanlar, plazalar, siteler yapılmaya başlanmıştı bile. O kadar hızlı gelişmişti ki imar açılır açılmaz müteahhitler şehirler arası ana yol üzerindeki şehir merkezine yakın olan bu yerleri kapma yarışına girmişlerdi âdeta. Mesutların da iki arsa ve eski konak müteahhide verilmişti. O yemyeşil yol boyu, inşaat sahasına dönmüştü. Aile, inşaat bittikten sonra Mesutları da orada görmek istiyordu. Nihayetinde o da o evin oğluydu. Daha fazla sıkıntı çekmesi içlerine sinmiyordu. Artık Suna’yı da razı etmek zor görünmüyordu. Geçen bayramda el öpmeye gitmişler, akabinde de aile onlara çaya gelmişti. Kayınvalidesi gelirken kız torununa turuncu, etek ucu ve kolları fırfırlı bir yelek örmüş, erkek torunu Burak’a ise kırmızı bir araba almıştı. Nasıl da güzeldi. “O kadar oyuncak alırız hiç böylesini görmemiştim.” deyip oğluna babaannesinden bir hatıra olarak onu saklamasını istemişti. Kayınvalidesi, eskilerden tam bir Osmanlı kadınıydı. Nerede ne giyilir, nerede nasıl konuşulur, kimlerle ahbaplık edilir çok iyi bilirdi. Kayınpederi senelerce restoran işletmeciliği yapmış, çocuklar da aynı işi devam ettirmeyince devretmiş emekli olmuş, bilinen, tanınan bir esnaftı. Zaten Suna’nın, evleri ayırma sebebi onlar değildi. Suna’nın eşi Mesut hoşsohbet, fazla arkadaş canlısı, biraz özgürlüğüne düşkün bir karakterdi. Suna ona neden geç geldiğini ya da bu saate kadar nerede olduğunu sorunca evdekiler korumaya geçip tartışmaya katılıyorlardı. Kalp kırılmasın, yüz göz olmayalım diye ayrı eve geçmişti Suna. Mesut’un ağabeyi Sadık daha ağırbaşlı, sakin ve eşi Yeşim de dünya tatlısı bir kadındı. Onlarla zaten hiçbir sorunu yoktu Suna’nın. Aslında kimseyle hiçbir sorunu yoktu…
***
Yazar Hikmet Pencereci’nin Fırtınalı Kasım romanından…