Eğitimle Yazarlık Öğrenilebilir mi?
Almanya’daki edebiyat yaşamına değinmeden Türkçe üretilen edebiyatı yerli yerine oturtmak olanaklı değil. Çünkü her iki ülke edebiyatıyla da bağı var yazdıklarımızın. O nedenle Almanya’daki tartışmalara biraz değinmek istiyorum.
1997, Frankfurt Kitap Fuarı’nda yoğunlaşan “Alman edebiyatı neden zayıftır?” tartışması edebiyat çevrelerini de aşarak geniş kesimlere yayıldı. ABD ve İngiltere yazarlarının %90’ı başka dillere çevrilirken, Alman edebiyatının % 1′ i çevriliyordu. Neden? Didik didik ediliyordu nedenler: ….TV’lerin etkileri, kültürel olanakların çeşnilenmiş olması, okurun hafif ve eğlendirici ¥ göstermesi, yayınevlerinin yazarı yönlendirmesi; yazarların kendi istediklerini değil, istenilen romanları yazmaları, sosyal eleştiri yapan romanlara ilginin azlığı vs… Bazı eleştirmen ve bilim adamlarına göre ise ABD ve İngiltere’de yazarlar eğitim akademilerinde okuyor, “yazmanın tekniğini” öğreniyorlardı. Alman yazarlar ise yazarlığın eğitimle öğrenilemeyeceğini, bunun bir yetenek işi olduğunu savunuyor, bu okulları küçümsüyorlardı. Bu yüzden Alman edebiyatı gelişemiyordu. Yaşayan en ünlü Alman yazarı Günther Grass’ın son romanı bile edebiyatın papası diye ün yapan eleştirmen Marcel Reich-Ranicki tarafından: “760 sayfalık romanın 4 sayfası edebiyattır, gerisini yırtın atın,”diye eleştirilmiş iki milyon beklenen tirajı 200 bine inmişti. Böylece romanın başka dillere çevrilmesine de büyük bir engel konulmuş oluyordu. Öyleyse başka dillere çevrilecek kim kalıyordu?.. (Hatta Günther Grass 1999’da Nobel Edebiyat Ödülünü aldıktan sonra bile, bu ödülün “Teneke Trampet”e verildiğinde herkes birleşti. O da 40 yıl önce 1959’da yayınlanmıştı. Tartışma kesilmedi.)
İşte bu gelişmeler üzerine Kuzey Ren Vestfalya -KRV- Eyaleti Meclis Başkanı Ulrich Schmidt, Bilim ve Araştırma Bakanı Anke Brunn ve Eyalet Edebiyat Dairesi Başkanı Dr. Eugen Gerritzt,1998’de “EğitimleYazarlık Öğrenilebilir mi?” konulu bir sempozyum düzenleyerek yazarları davet ettiler. Toplantı mart ayı içinde meclis genel kurulunda yapıldı, 200’ün üstünde yazar, çeşitli ülkelerdeki Yazar Akademilerinden bilim adamları sempozyuma katıldı. İş çok önemliydi, öneminin yanısıra bir de sevimli yanı vardı. Ülkemizde olduğu gibi yazarı hapisaneye değil, milletvekili sıralarına oturtup soruna oradan çözüm arıyorlardı. Olay, devlet sorunu haline getirilmişti. Meclis Başkanı Schmidt yaptığı açış konuşmasında: “…Biz politikacılar, siz yazarlarla kaynaşmak istiyoruz,” diyerek asıl konuya giriyordu: “…bu iki günde yazarın eğitimle yetişmesinin anlam ya da anlamsızlığını tartışacak ve bir sıra ilginç yanıtlar bulacaksınız…. Yapılan araştırmaya göre halkımızın % 68’i kitaptan yararlanıyor. % 52’si kitap satın alıyor ve yılda 70 bin yeni yayınla bu ihtiyaç karşılanıyor. Bu kadar çok yayın arasından seçim yapmak oldukça zor. Elbette başarılı satış yapan kitapların her zaman iyi kitaplar olduğu söylenemez. İyi kitaplar, az iyi olan ve kötü kitaplar var… Benim inancıma göre nasıl ki, müzik, tiyatro, resim, heykel eğitimle öğreniliyorsa, yazarlığın tekniği de eğitim yoluyla öğrenilebilir, daha iyi kitaplar üretilebilir…“diye sözünü bitirip bize başarılar diliyordu.
İki gün boyunca bilim adamları görüşlerini aktararak yazarlarla tartıştılar. Yazar eğitimine karşı çıkanlar yok muydu? Elbette vardı. Ancak tek başına yeteneğin ise yazmanın teknik sorunları karşısında güçsüz kaldığı, eğitimin gerekliliği görüşü ağır basıyor, söz alan tüm yazarlar eyalette yazarlık okulunun açılmasını istiyorlardı. Üniversiteler içinde veya bağımsız olarak bir yazarlar akademisi kurma görüşü kabul görüyordu.
“Yazarların, NE yazdıklarını okuttum, NASIL yazdıklarını değil….”
Yukarıya aldığım cümle sempozyumun anlam ve gerekliliğini en güzel şekilde açıklıyordu. Essen üniversitesinden Profesör Manthey söylüyordu bunu. ,Yirmi yıldan beri,” diyordu, “yazarların ne yazdıklarını okuttum, nasıl yazdıklarını değil. Oysa nasıl yazıyorlar, bunun da okutulması gerekiyor.”
Yazmak, elbette yeteneğe bağlıydı, ancak yetenek tek başına sorunları çözemiyordu. İşte o “nasıl yazılıyor?”a yanıt verildiği zaman, genç yetenekler yazmanın tekniğini öğrenmeye başlıyordu. Yazar kalemi alıp çalışmaya oturduğunda, sorunlar başlıyordu: Nasıl bir kurgu yapmalıyım? Ön hazırlığım tamam mı? Okuru yüreğinden yakalayacak hangi cümleyle başlamalıyım ki, okur ikinci cümleyi de okusun, ardından ikinci sayfaya geçsin? Ona nasıl bir umut vermeliyim ki, kitabı sonuna dek götürsün? Figürleri nasıl çizmeliyim, hangi figür hangi sahnede, nasıl, hangi araçla ortaya çıkmalı? Figürlerin akılda kalacak karakteristik özellikleri ne olmalı? Gerilim nerede ve hangi araçla yükseltilmeli? Ruhsal çatışma nasıl işlenmeli? Roman, öykü ya da senaryo boyunca karmaşa nasıl artırılıp, çözüme nasıl gidilmeli? Konu, hangi finalle sona ermeli? Kendi stilimi nasıl kurmalıyım ki, öteki yazarlardan farklı olmalı?
Yazarın işte bu teknik sorulara yanıtı yoksa, ne kadar yetenekli olursa olsun, güçlük çekecek, el yordamı ile sorulara yanıt arayacaktı, bu da çok uzun yılların yitip gitmesine neden olacaktı. Oysa birkaç yıllık bir eğitimle bu teknik konuları yazar kavrayabilecekti.
Siegen üneversitesinden Prof. Riha hepimize yumruk sallayarak: “Yüz yıl önce Akademileri reddettiniz, şimdi akademi istiyorsunuz,” diye bağırsa da en ikna edici yanıtları Amsterdam Üniversitesinden Prof. Job Creyghton veriyordu. Özetleyelim: “Bizde yazarlık eğitimi dört yıldır… Öykü hangi ögelerden oluşuyor? Yapı taşları nelerdir? Sahne ve atmoster, betimleme, açıklama nedir, diyalog nasıl kurulur? Çıkış noktası, motif, başlık nasıl seçilecek? Dil, hangi elementlerle renkli ve zengin işlenebilir? Geriye dönüşler nasıl etkili kullanılır? Sahneler arası geçişler, her yazarın kendine özgü stili nasıl kurulur? Biçim sorunu nasıl çözülür, ayrıntıdan nasıl yararlanılır? Öykü nasıl derinleştirilir? Figürlere nasıl canlı yaşam verilir? En kısa, en uzun sahne nasıl geliştirilir? Tüm bu soruların yanıtını dört yıllık bir eğitim süresince arıyoruz…”
Çok ilgiyle karşılanan bu konuşma sonucunda sanıyorum kafalarda fazla soru kalmamıştı; çünkü boş kağıdın önüne oturunca yazarın önüne dikilen tüm sorunların çözümü için Amsterdam’lı hoca yanıt getiriyordu. Viyana Yazarlık Okulu hocası İde Hitze’nin de konuşması aynı paraleldeydi ve Amsterdam Yazarlık Akademisi’yle ilişkili olarak konuları işliyor, olumlu sonuçlara varıyorlardı. Bu anlamda verdiği örnekler ilginç ve yazarları ikna ediciydi. Ne yazık ki Maksim Gorki Enstitüsü’nden Prof. Galine Sedych topltantıya yetişememişti. Ama Essen Yüksek Okulundan Dieter Süverkrüp ise: “Sadece yazmanın değil, düşünmenin de tekniğini geliştirecek önlemler almalıyız”, diyerek toplantıya başka bir boyut katıyordu. İtirazcılar bile geri adım atmış, ama haklı olarak: “Açılacak okul, başka bir okulun kopyası değil, bize özgü özelliklerde kurulsun,” diyorlardı.
Ve Lesboslu hemşehrimiz ünlü kadın şair Sappho’nun kurduğu edebiyat okulundan tam 2500 yıl sonra Kuzey Ren Vestfalya’da da böyle bir okulun kurulması kararlaştırılıyordu…
Aradan iki yıl geçti. Hâlâ yazarlar akademisi kurulamadı; ama yazarlık eğitimi veren kurslar artırıldı. Liselerdeki dil ve edebiyat derslerinde yukarıda anlattığım konular yoğunlaştırıldı.
Ancaaak; güncel ya da moda konulara göre roman, senaryo ısmarlanarak yazarlar yönlendirildiği sürece bu sorunların aşılması pek olası görünmüyor…. Yazarlar -çok ünlü değillerse- kendi dünyalarında olanı yazdıkları zaman “programımıza uygun değil” diye geri çevriliyor. Ürün çok güzelse “durun, bir kamu yoklaması yapalım” deyip devasa bir emek ve beyin ürününü sıradan 40-50 kişiye sorarak reddediyorlar… Küçük bir yayınevinde yayınlandığında da, yaygınlaşamıyor, etkisi sınırlı kalıyor…
Türkçe Yazanlara Gelince
Türkçe edebiyat doğal olarak işçi göçünden daha sonra başladı. İlk ürün Bekir Yıldız’ın “Almanya” adlı romanıydı. Roman denilirse tabii. 1966’da yayınlandı. Kendisi ünlü olduktan sonra kitaplarının listesine almadı hiç bir zaman o kitabı.
Buradaki işçiler, onların yaşamı, içinde yaşadıkları toplum, toplumla olan ilişkileri merak ediliyordu Türkiye’de. Birçok ünlü yazar da geldi, röportajlar, anılar, öyküler yazdılar. Kimileri yazdıklarına roman diyordu. Kimleri ise o güzel romanlarının içine bir dış geziyi ya da bir Almanya anısını yama gibi oturtuyorlardı. Burada da yazarlığa başlayanlar, hatta “hayatım roman” deyip kaleme sarılanlar az olmadı. Bunlara ağabeylik yapan bazı değerli yazarlarımız onların yazdıklarına iyi niyetlerle övgüler dolu önsöz-sonsözler yazıyorlardı. Böylece ‘Yazarlık belgesi’ni de aldıktan sonra yayıncıların kapısına dayandı bu kişiler. Aralarında okur yazar olmayan bile vardı. Bazı yayıncılar için ekmek kapısı açılmıştı. Kitabın baskı parası da ödenince Türkiye’de basılmaya başladı hepsi. ‘Hayatı roman’ olanlara Alman yayıncılar daha çok ilgi gösteriyorlardı. Gözyaşı ve çırpıntı içinde sıralanan yarım yamalak sözcükler ‘Türk Yazarı’nın eseri’ ve birazda otomattan içecek çekmeyi öğrenmiş maymunun marifeti gibi sunuldu topluma. Türk edebiyatına ilginin büyüdüğü bir dönemde, okurların eline bu kötü kitaplar geçti. Ve hem Türkiye’de hem de Almanya’da bitiverdi ilgi. İyi olan tek tük kitaplar da bu hercümerç içinde kaynayıp gitti. Yeniden o ilgiyi yakalamak için yıllarca çaba vermek ve çok kaliteli yapıtlar üretmek gerekiyor.
Bu anlattıklarım işin olumsuz yanı. Bir de olumlu yanı var: O yazılanlara günü gününe tutulmuş notlar olarak bakmak gerek. Sosyolojik çalışma yapanlara ve insan psikolojisini irdeleyenlere yararı olacak. Bu yanıyla zararlı şeyler değil. Seksenli yıllar böyle bir yayın furyasıyla geçti. Çalışmalarını bin yıllık şiir, masal, öykü geleneğimiz üstüne oturtanları bir yana çıkarırsak bunların hiç biri etki yaratamadı ve kalıcı olamadı. Peki yetenekli arkadaşlarımız yok muydu? Onların yazdıkları neden yeterli etkiyi yaratamadı? Bunu da kısaca irdelemek isterdim:
Birkez e şek ya da kağnıyla tarlaya giden o köylü, çiftini çubuğunu orada bırakıp saatte 1000 km hız yapan uçağa bindiği an bir değişime uğramaya başlamıştı. Dilini, kültürünü, geleneğini, göreneğini anlamadığı bir toplumun içine girip, durdurak bilmeyen bant çalışmasınının başına geçince, içsel bir çalkantının burgacına düşmüş, hergün biraz daha dolaşık hale dönüşen ruhsal durumu iyice çetrefilleşmişti. İşte edebiyat, insandaki bu değişimi bu karmaşayı bütün sıcaklığıyla yakalayıp yazmaktı. Kim yazacaktı bunu?… Yazarın kendisi de başka boyutlarda bu sürecin içindeydi ve şaşkındı. Herşey bir karmaşa, bir uğultuydu ona. Makineler, otobanlar, trenler, sokaklar, radio, televizyon ve insan sesleri bile… Herşey durdurak bilmeyen bir uğultu… Beklemek, gözlemek, araşt ırmak, dil öğrenmek, not almak, okumak, buradaki toplumu, toplum içindeki ilişkileri kavramak gerekiyordu. Kavrayıp betimlemek, analiz etmek, yeniden yaratmak… Acele edenler yanıldılar. Nitekim 80’li yıllar bitip 90’lı yıllar başlarken yazılanlarda tek tük iyileşmeler gözlenmeye başladı. Doksanlı yılların sonuna doğru ise “Hayatım roman” diyenlerin çoğu bu işin kolay olmadığını görerek sahneden çekildiler. Bir avuç yazar ve şair kaldı geriye. Bunlar da zaten çalışmalarını sürdürüyorlar, Türkiye’de ve burada belli bir okurları, izleyenleri var. Yeni ürünleri daha da güzelleşiyor.
Bu Yazar ve Şairlerin Şansı ve Şanssızlığı
Almanya ve Türkiye’deki meslektaşlarına göre elde edilemez bir şansları var. Köklü ve batıya göre değişik bir kültürden gelip hem Alman hem de evrensel kültürün birebir içinde yer alıyorlar. Söz gelimi, “İpekyolu Ülkelerinden Tiyatro Manzaraları Festivali” bitince “Latin Amerika Tiyatroları Festivaline” koşabiliyorlar. Dünyaca ünlü jazz konserleri bitmeden, klasik müzik festivalinin tadına doymak mümkün olmuyor. Avrupa merkezlerinde açılmış çok büyük sergilere günübirlik gidebilme şansları var. Her alanda müzeler açık. İstedikleri bilimsel gelişmelere ulaşmada olanaklar sonsuz. Yazara bir baskı yok. Çok yetenekli genç bir yazarla oturup kadeh kaldırırken, örneğin Cengiz Aytmatof veya Marquez’le bir söyleşi ortamında bir araya gelebiliyorlar. İki toplumun da duyarlılıklarını ve duyarsızlıklarını yaşıyorlar. Birkaç dil konuşuyorlar. Her iki toplumun da içsel çatışmalarını, psikolojik karmaşalarını kavrayabiliyorlar. İki dilde köprü kurabiliyor, en azından kendi dillerini geliştirme boyutunu yakalayabiliyorlar… Kendilerini yönlendirilmenin dışında tutabiliyorlar şimdilik. Türkiye’de olduğu gibi aşla ekmekle boğuşma zulmü altında değiller. Şanssızlıkları ise, burada ve Türkiye’de geri plana itildikleri duygusunu yaşamaları. Bu onların duyarlılıklarını artırıyor. Anadillerinde oynadıkları gibi Almanca’yla oynama olanakları yok. Türkiye Türkçesini birebir yaşamıyorlar. Kendi aralarında sıcak ilişkiler yok. Birinin ürettiğine öteki olumsuz yanından bakıyor. Oysa birinin ürettiğini ötekininki asla gölgelemiyor. Tam tersine yanyana gelerek tepeler oluşturuyor. Bu yapıtların tek tük tanıtımını yapan arkadaşlar var ancak didikleyecek eleştirmenler yok. Ama Alman atasözünde olduğu gibi ‘Çaresizlik yeni buluşları zorunlu kılıyor’. Kendileri üretirken, yetenekli yazarları, ve eleştirmenleri özendirmeleri, cesaretlendirmeleri gerekiyor. Zor olanı omuzlayıp götürmek göreviyle karşıkarşıyalar.
1960’lı yıllarda başlayan göçün edebiyata yansımasının öncülüğü onların omuzlarında. Öncülüğün çok onurlu yanı olduğu gibi son derece güç yanı var. Herşeyi yeniden anlamaya çalışmak, değişimi iyi yakalayabilmek, onu sanatsal potada eritebilmek¥birikim elde ettiler. Yakın dönemde çok daha başarılı yeni sentezlerle üretilmiş yapıtlar beklenmelidir. Bu betimlediğim, birinci kuşak yazar ve sanatçılar. Bir de ikinci ve üçüncü kuşaktan gelen yazarlar var. Onlar daha girişken. Onların da şans ve şanssızlıkları var. Avrupada büyümenin bütün avantajlarına sahipken ulusal kültür temelleri zayıf. Bunu farkedenler büyük bir çabayla bu açığı kapatıp yeni sentezlere, yeni yeni renklere yöneliyorlar. Yazmanın teknik sorunlarını öğrenmek için yazarlık okullarında okumaları onlara zaman kazandıracak. Yüzyılımızın ilk çeyreğinde onların sesini çok duyacağız. Alman edebiyatına asıl canlılığı Almanlar değil, bunlar getirecek… Çok katı kurallar içinde büyütülen Alman meslektaşlarımızın içine sıkıştıkları kalıpları parçalaması çok zor görünüyor. İyi edebiyat yaratmak, biraz da kalıpları parçalamak değil mi?
Yücel Feyzioğlu