Yazar Serdar Üstündağ:
“Nâbî’yi anmak ve anlamak gerek”
Osman Esgice (Sanatalemi.net)
Üsküdar Belediyesi tarafından hazırlanan “Üsküdar’ın Ebedî Sakinleri” toplantısında bu ay Dîvan Edebiyatımızın en önemli isimlerinden Şair Nâbî yâd edildi. Romancı yazar Serdar Üstündağ’ın Nâbî’nin hayatı, edebî kişiliği, fikirleri, eserleri ve onu farklı kılan bütün yönlerini detaylarıyla anlattığı toplantıyı edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım yönetti. Yardım yaptığı açış konuşmasında Dîvân edebiyatında çığır açıcı sanatkârlar olduğunu, onlardan birinin de Urfalı Şair Yusuf Nâbî olduğunu belirterek, “Edebiyatımıza hikmeti, hakikati ve tefekkürü yerleştiren ve kavramlarla anılan bir bilge şairdir Nâbî. Üsküdar’ın ebedî sâkini olan, Karacaahmet Mezarlığı’nda yatan Nâbî’yi unutamayız.” dedi.
Katılımcıları selâmlayarak konuşmasına başlayan Serdar Üstündağ, Nâbî’nin 1641 senesinde eski adı ‘Ruha’ olan Urfa’da dünyaya gözlerini açtığını, Gaffârzâdeler isminde ilmiyle tanınan köklü bir aileden geldiğini anlattı. Nâbî’nin eserlerinde zikredildiği gibi iki kız üç de erkek kardeşi olduğunu, kız kardeşlerinden birinin isminin Hacı Hemşire olarak tanındığını söyledi. Seyyid Ahmed, Seyyid Mahmud ve Seyyid Mehmed ismindeki erkek kardeşlerin isminin başındaki “Seyyid” kelimesinden Nâbî’nin Peygamber Efendimizin soyundan gelmiş olma ihtimalinden söz etti. Üstündağ, Nâbi’nin asıl isminin Yusuf olduğunu oğluna yazmış olduğu Hayriyye isimli eserindeki “‘Seni itdi kereminden i’tâ / Pederün Yusuf-ı Nâbi’ye Hudâ” beytiyle açıklarken şairin Urfa’da kaldığı zamana ait çocukluk ve ilk gençlik yıllarına ait geniş bir bilgi olmadığını, 23-24 yaşlarında İstanbul’a geldiğini, ailesinden aldığı eğitim ile Arapça ve Farsça şiir yazacak kadar bu dillere hâkim olduğunu vurguladı. Yakup Halife isminde bir Kadirî şeyhine intisap ettiğini hatta İstanbul’a gelmesinde şeyhinin teşviki söz konusu olduğunu belirtti. İstanbul’a gelmeden önce Nâbî’nin arzuhalcilik yaptığını, Urfa’da yeterince ilerleme imkânı olmadığını anlayan Nâbî’nin bu sebeple İstanbul’a gelmekte tereddüt etmediğini ilave etti.
Üstündağ, Nâbî’nin İstanbul’a gelişini ve sonraki yıllarda yaşadıklarını ise şöyle anlattı: “Nâbî İstanbul’a geldiği ilk zamanlarda aradığını bulamamış, hayal kırıklığı içinde yalnız kalmıştır. Divanı’nda bu durumu: ‘Aradum çare ben dili nâ-şâd / Kimi gördümse itdüm istimdâd’ diye açıklar. Tam bu karamsarlık içerisinde Musahip Mustafa Paşa ile tanışır ve Paşa’nın dîvan kâtibi olur. Artık istikbal yıldızı giderek parlamaya başlamıştır. Dönem, Sultan Dördüncü Mehmed’in padişahlığı dönemi. Bu vazifenin kendisine sağladığı rahat hayat şartları içerisinde şiir ve sanat alanında gittikçe inkişaf etmiş, kendisini dönemin üstad şairlerine kabul ettirmeyi başarmıştır. Musahip Mustafa Paşa vasıtasıyla Sultan Dördüncü Mehmed’in iltifatına nail olmuştur. Paşa ile iyi bir dostluk kuran Nâbî, onun çıktığı seferlerde yanında bulunmuş, Sultan Dördüncü Mehmed’in av gezilerine katılma imkânı elde etmiştir. Lehistan Seferi’ne Mustafa Paşa’nın maiyetinde katılan Nâbi, Kamaniçe Kalesi’nin fethini ‘Fetih-nâme-i Kamaniçe’ adlı mensûr eserinde anlatır. Nâbî artık sarayın mensupları arasına girmiştir. Artık doğan şehzadelere tarihleri o düşürecek, evlilik merasimleri için sûr-name, devlet büyükleri için kasideler yazacak padişahın gözdesi olacaktır. Osmanlı sanatkârlara her zaman sahip çıkmıştır. Bunu Nâbî’nin gerek padişah gerekse sadrazamlar ve paşalar tarafından himaye edilmesinde de görüyoruz. Zaten birçok padişahın şairlik vasfı taşıdığını ve Dîvânı olduğunu biliyoruz. Nâbî sanatında giderek yükselir ve arkasında şairlerden kendisini takip eden bir hayran kitlesi meydana gelir.”
HAC YOLCULUĞUNDA YAŞADIKLARI
Üstündağ konuşmasına Nâbî’nin ‘hac yolculuğu’nu anlatarak devam etti ve şöyle dedi:
“Bir ara içinde uyanan Hac farizasını yerine getirme arzusunu Mustafa Paşa’ya açan Nâbî’nin bu isteği Paşa tarafından olumlu karşılanır. Paşa, Nâbî’nin bu isteğini padişaha arz eder. Bu istek yerinde görülür ve rahat bir yolculuk yapılması için padişah tarafından Mısır valisine bir ferman yazar. Bu fermanla yol üzerinde geçtiği her yerde ihtiyaçlar kusursuz şekilde karşılanır ve ağırlanır. Hatta tehlikeli yerlerden geçerken yanlarına silahlı muhafızlar eşlik ederler. (1678) Bu rahat yolculuğun sonunda Hac farizası yerine getirilir. Daha sonra (1679) bu kutsal yolculuğu anlatan Tuhfetü’l- Harameyn adlı eserini yazar. Bu eser padişaha sunulunca beğenilir ve Nâbî’ye samur bir kürk verilir. Bu Hac yolculuğu esnasında yaşanan meşhur hadise ve Naat-ı Şerif, Nâbî’yi 300 sene sonra bugün bile isminden sitayişle söz ettirecekti. Tamamını değilse de en çok bilinen iki beytini verelim:
Sakın terk-i edepten kûyi mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir Makâm-ı Mustafa’dır bu.
Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;
Metâf-i kudsiyandır, bûsegâh-ı enbiyadır bu!
Nâbî’nin nasıl bir mütevazı kişiliğe sahip olduğu kullandığı ‘Nâbî’ mahlasından da kolayca anlaşılabilir. Bir beyitte Nâbî mahlasının oluşumunu şöyle belirtmektedir: ‘Bende yok sabr-u sükûn, sende vefadan zerre, / İki yoktan ne çıkar fikr idelim bir kerre.’ Bu beyitten sonra Osmanlı padişahlarının Hz. Peygambere karşı son derece edepli davrandığı anlatan Üstündağ; Sultan İkinci Abdülhamit Han’ın, Mescid-i Nebevî’nin tadilatı sırasında Peygamber Efendimiz rahatsız olmasın diye gürültüyü azaltmak için işçilerin çekiçlere bez sarmasını emrettiğini; Hicaz Demiryolu inşaatında trenin geçtiği güzergâhı Peygamber Efendimizin hicret ederken geçtiği güzergâha göre inşâ ettirdiği hatta Efendimiz’in hicret esnasında mola verdiği yerlere istasyon yapılmasını emrettiğini söyleyerek konuşmasına devam etti.
Nâbî, Halep’te iken 1694 yılında doğan oğlu Ebulhayr Mehmet Çelebi için yaptığı nasihatleri ihtiva eden Hayriyye’den bahseden Üstündağ, daha sonra şairin edebî kişiliğinden söz etti ve şunları söyledi:
“17. Yüzyılın ikinci yarısında yetişen Dîvân şairleri içinde Nâbî’yi diğerlerinden farklı kılan sebeplerin başında “hikemî tarz” adı verilen anlayışın temsilcisi olması geliyor. ‘Hikemî tarz’ hâkimane söyleyişe önem veren, öğüt ve bilgi vermeyi ilke edinen, amacı okuyucuyu aydınlatmak, okuyucuya yol göstermek olan şiir anlayışıdır. Edebiyatımızda bu tarz ‘Nâbî Ekolü’ olarak da geçer. Bu çerçevede kendisini takip ederek şiir yazanlar arasında Râmi Mehmed Paşa, Nedim, Mustafa Sâmi Bey, Seyyid Vehbî, Hâmî-i Âmidî, Münif Paşa ve Koca Râgıb Paşa’yı zikredebiliriz. Nâbî, şiirlerin de eşya ve varlığı sürekli hâkimane bir üslupla inceler. Sanat kaygısı taşımadan fikri ön planda tutar. Âlimlik vasfının avantajıyla eserlerinde halka yol gösterir. Bu sebeple kendisi de döneminde ‘Şeyhü’ş Şuara’ (Şairlerin Şeyhi) olarak kabul edilmiştir.”
Nâbî”nin 6’sı manzum, 4’ü mensur olmak üzere toplam 10 eseri olduğunu belirten Üstündağ, eserleri hakkında kısaca bilgi verdikten sonra Nâbî’nin en meşhur eseri ve asrın Kutadgu Bilig’i olarak kabul edilen Hayriyye ve yazılış sebebi hakkında görüşlerini aktardı. Serdar Üstündağ konuşmasına şu sözlerle son verdi: “Şimdiye kadar her ne kadar Nâbî’ye yeterince sahip çıkılmamışsa da hamdolsun artık Nâbî daha geniş kitlelere tanıtıldığını, isminin okullara, kültür merkezlerine verildiğini anlatan Serdar Üstündağ; “İnşallah bundan sonra bizlere Nâbî’yi sadece anmak değil onu yeterince anlamak da nasip olur. Allah, Yusuf Nâbî üstadımıza rahmet etsin.” diyerek konuşmasını tamamladıktan sonra dinleyicilerin sorularına cevap verdi. Dikkatli bir dinleyici kitlesi tarafından ilgiyle takip edilen program hatıra fotoğrafı çekiminden sonra sona erdi.