Cengiz Erengil
www.cengizerengil.com
Lewis Carroll, ‘Aynanın İçinden’ adlı romanında ‘İletişim’ konusuyla ilgili olan şu satırları yazar:
“… ‘işte sonuncu dere ve Kraliçe oluyorum artık’ dedi Alice.
Karşı kıyıya sıçrayarak kendini çiçeklerle dolu otların üzerine attı.
“Şu başımın üzerindeki şey de ne” diye haykırdı birden. Başının üzerindeki şeyi çıkarıp kucağına aldı. Altın bir taçtı bu.
“Eğer gerçekten Kraliçeysem” dedi…
Kızıl Kraliçe ile Beyaz Kraliçe’yi iki yanında görmek onu şaşırtmadı bile. Kızıl Kraliçe “ ‘Eğer gerçekten Kraliçeysem’ ne demek” dedi, “Kendine ne hakla Kraliçe dersin? Sınavı geçmeden Kraliçe olamayacağını biliyorsun değil mi!”
“Ama ben yalnızca EĞER dedim” dedi Alice, acıklı bir sesle…
İki Kraliçe birbirlerine baktılar. Kızıl Kraliçe tüyleri ürperten bir ses tonuyla “Dediğine göre yalnızca EĞER demiş” dedi.
Beyaz Kraliçe, “Ama başka bir sürü laf daha etti” diye inledi.
“Her zaman doğruyu söyle” dedi Kızıl Kraliçe, “Konuşmadan önce düşün, sonra bir yere yaz!”
“Ama ben öyle demek istememiştim” diye söze başladı Alice.
Kızıl Kraliçe onu öfkeyle susturdu. “İşte beni kızdıran da bu. Demek istemeliydin! Demek istemeyen bir çocuk ne işe yarar? Bir şakanın bile bir amacı olmalı. Bir şey demek istemeli. İki elinle uğraşsan bile bunu reddedemezsin.”
“Ben reddetmeyi ellerimle yapmam” diye karşı çıktı Alice.
“Kimse reddettiğini söylemedi”dedi Kızıl Kraliçe, “Ben, iki elinle bile uğraşsan bunu reddedemezsin dedim.”
“Kızın içinden bir şeyi reddetmek geliyor ama neyi reddedeceğini bilmiyor” dedi Beyaz Kraliçe.
“Kötü, berbat bir HUY bu” dedi Kızıl Kraliçe.
Sonra kısa süreliğine tedirgin edici bir sessizlik oldu…”
Kurduğumuz iletişimin anlamı aldığı tepkidir.
NLP’nin ön varsayımlarından birisidir bu. Yukarıdaki satırla bu ön varsayımla yeniden okuyabilirsiniz şimdi.
Eğer bu varsayımın doğru olduğunu kabul ederek hareketlerinizi buna göre düzenlerseniz, ilişkilerinizde başarılı olursunuz. Her zaman mükemmelliği modelleyin. Başkalarının hatalarını ve kusurlarını değil!…
İstediğiniz tepkileri aldığınız başarılı konuşmalarınızı, davranışlarınızı anımsayın. O sırada neler düşünüyordunuz? Hangi duyguları yoğun bir şekilde yaşıyordunuz? Sesinizi nasıl kullanıyordunuz? Duruşunuz nasıldı?
Bunlar üzerinde derin derin düşünebilirseniz, kurduğunuz iletişimlerde ‘Sorumluluğu Üstlenmenizin’ zamanı gelmiş demektir. İletişim ve ilişki konularında başarılı olduğunu düşündüğünüz bir ‘Kahramanınız’ var mı? Varsa onu modelleyebilirsiniz.
Hayal gücünüzü kullanın.
Hayal gücümüzü ya da imgelem gücümüzü kullanarak, görselleştirme yaparak kendimize arzu ettiğimiz geleceği yaratabiliriz. Arzu ettiğimiz ilişkileri kurabiliriz. Değer verdiğimiz insanlar üzerinde istediğimiz etkiyi bırakabiliriz. Sıkıcı olmamayı başarabiliriz. Kendi kontrol ve güç alanımıza odaklanıp depresyondan kurtulabiliriz. Hastaysak iyileşebiliriz. İş hayatında başarılı olmak istiyorsak kendi kaynaklarımıza uygun bir vizyon yaratabiliriz. Çevremizin şikayet ettiği davranışlarımız, huylarımız, alışkanlıklarımız ya da tutumlarımız varsa olumlama(affirmation) ve görselleştirmeyi(visualization) ya da yönlendirilmiş imgelemi(guided imagery) kullanarak bunları gerçekleştirebiliriz. NLP kurslarında daha başarılı olabiliriz. Bu kursları özel hayatımıza ve iş yaşamımıza uygulamakta daha başarılı olabiliriz. Stephen Covey’in yazdıklarını daha iyi anlayabiliriz.
Tüm bunları gerçekleştirebilseydik fena mı olurdu?
NLP ve Milton Erickson’un önemi:
NLP’yi özel hayatınızda ve iş yaşamınızda uygulayarak başarılı olmanızın temelinde bilinçdışınızdaki kaynaklara, erdemlere ve güçlere, diğer bir deyişle “açığa çıkmayı bekleyen hazinelerinize” erişmek, bunları bilince taşımak, bilgi, beceri ve değişim arzusuyla bunları gündelik yaşamda uygulamak vardır. Şimdiki ruh halinizden arzulanan ruh haline bir yolculuk vardır. Parçalanmış bir kişilik yapısından bütünlenmiş bir kişiliğe yolculuk vardır. İşte hipnoz ve psikoterapi dünyasının en başarılı ismi sayılan Erickson, dili kullanma becerisini, sözel olmayan iletişim becerilerini ve danışan transtayken ona diyaframdan çıkan nefesiyle ve alçak bir ses tonuyla anlattığı hikayeleri kullanarak sorunların çözülmesini, insanların hayatlarının değişmesini, öz denetim güçlerinin artmasını, sağlıklı bir kişisel gelişime ulaşmalarını sağlıyordu. Önce onların sorunlarını dinliyor ve sonra bu sorunların olumlu bir sonuca ulaştığı bir hikayeyi anında düşünüyor ve görselleştiriyordu. Ve en önemlisi danışanın bilinçdışına büyük saygı duyuyor ve gerçek değişimi ve dönüşümü bu bilinçdışının gerçekleştirdiğini, kendisinin ise sadece gerekli olan sesi ve sözü sağladığını açıklıyordu.
Proaktif Dil’in önemi:
Dilimizle yaşamlarımızı programlıyoruz.
Tepkilerimizin arkasında dilimiz, düşüncelerimiz, tutumlarımız, inançlarımız, değerlerimiz ve geçmiş deneyimlerimiz yani algı filtrelerimiz var da ondan. Düğmenize her basıldığında öfkeleniyorsanız, kontrolünüz başkalarının elinde demektir. Stephen Covey beynimizin sol yarım küresinin mantık ve konuşmayla , sağ yarım küresinin ise sezgiler ve hayal gücüyle ilgili olduğunu, beyinimizin tamamını kullanmamız gerektiğini söyler. Sağ beynimizi geliştirmemiz için “görüş açımızı genişletmeyi”(düşüncelerimizi ve hayallerimizi genişletmeyi, ilkelerimizi ve değerlerimizi geliştirmeyi, ne istediğimizi geliştirmeyi) ve “gözümüzde canlandırma ve onaylamayı” (görselleştirme ve olumlamayı, kişisel misyon bildirimimizi geliştirip uygulamayı, kişisel liderliğimizi geliştirmeyi, vizyonumuzu geliştirmeyi, yaşamımızı bunlarla düzenlemeyi) önerir.
İyi bir “olumlama” şu özellikleri kapsamaktadır:
Kişiseldir, olumludur, şimdiki zamanlıdır, görseldir ve duygusaldır.
Stephen Covey’in olumlama örneği şudur:
“Çocuklarım yaramazlık yaptıklarında onlara bilgece, sevgiyle, kararlı bir biçimde ve özdenetimle(olumlu) tepki gösteriyorum(şimdiki zaman), bu bana(kişisel) derin bir doyum duygusu(duygusal) veriyor. Sonra bunu gözlerimin önünde canlandırıyorum. Hergün birkaç dakika ayırarak, zihnimi ve bedenimi tam anlamıyla gevşetiyorum. Çocuklarımın yaramazlık edebilecekleri durumları düşünüyorum. Hayal ediyorum. Oturduğum koltuğun yumuşaklığını, ayaklarımın altındaki halının dokusunu hissediyorum. Kızımın tepemin atmasına yol açabilecek bir şey yaptığını ve benim de yukarıdaki olumlamaları uyguladığımı görüyorum. Sevgi, güç ve özdenetimle karşılık verdiğimi görüyorum. Bu senaryoyu istediğim zaman değiştirebilirim.”
Stephen Covey, ‘Etkili Ailelerin Yedi Alışkanlığı’ adlı kitabında şu mesajı iletmektedir :
1. Alışkanlık : ‘Proaktif Olun’
Ailenizde bir ‘sorumluluk Temsilcisi’ olun.
2. Alışkanlık : Sonucu Düşünerek Başlayın.
Bir Aile Misyon İfadesi (Bildirimi) Geliştirin.
3. Alışkanlık : Önemli İşlere Öncelik Verin
Karmaşık bir dünyada ailenize öncelik tanıyın.
4. Alışkanlık : Kazan / Kazan Diye Düşünün.
Ben’den Biz’e geçin.
5. Alışkanlık : Önce Anlamaya Çalışın, Sonra Anlaşılmayı Bekleyin.
Empatik iletişim kurarak aile sorunlarını çözün.
6. Alışkanlık : Sinerji Yaratın.
Farklılıkları gözönünde bulundurarak ‘Aile Birliği’ yaratın
7. Alışkanlık : Baltayı Bileyin.
Gelenekler aracılığıyla ‘Aile Ruhunu’ yenileyin.
Sevginin birincil kanunları koşulsuz sevgi gücünü ve insanların yapısal değerlerini ortaya koyan kanunlardır.
Başarılı bir NLP eğitmeni ve yazarı olan Dr.Harry Alder üst düzey liderlerin ve başarılı sporcuların “başarılarını” bir gerçeklik haline gelmeden çok önce kendi zihinlerinde yaşadıklarını ve ona odaklandıklarını söyler. Geleceği betimleme ya da geleceği hayal etmeye ilişkin bu sürecin, NLP’de “Zihinsel Prova” olarak adlandırıldığını belirtir. Yaratıcı hayal gücü, sezgi ve zihinde canlandırma teknikleriyle güçlendirilmiş bir sağ beyinin, eleştirel ve kendini çözümleme meraklısı olan sol beyni dengeleyeceğini ve tüm beyinin birlikte, dengeli ve bütünlüklü çalışmasıyla insanın liderlik ve iş hayatı dahil yaşamının tüm yönlerinde mükemmel bir başarı elde edeceğini söyler.
Erich Fromm ‘Çağımızın Özgürlük Sorunu’ adlı kitabında şu açıklamaları yapar :
“Psikoanalistler, din hayatında papazların, siyasal sistemlerde büyük liderlerin sahip olduğu bir rol kazandılar. Çocukluk yaşantılarına önem veren psikoanaliz, bir çok yetişkini ‘rahatsız edici sorumluluk duygularından’ kurtarmayı başardı. Psikoanalize bel bağlayanlar, çocukluk krizlerini hatırlayıncaya kadar hekimle konuşmakla, her şeyin çözümleneceğine, ondan sonra ‘Mutluluğun’ kendiliğinden geleceğine inandılar. Çoğu kimse bu ‘Konuşma Yoluyla Mutluluk’ mucizesine inanırken, hayatta yeterince ‘Çaba’ göstermeden, ‘Tehlikeli ve Sıkıntıyı Göze Almadan’ bir şey elde edilemeyeceğini unutmuşlardır.”
Erich Fromm ‘Psikanalizin Bunalımı’ adlı kitabında değerler üzerine şu açıklamaları yapar :
“Çocuğun yaşamını dört değerler bileşkesi belirler :
Fiziksel büyüklük, hızlı devinim, yenilik, güç hissi.
Aynı değerler ve bence yalnız bunlar, çağdaş insanın ‘Değerler Dizgesinde’ yer alırlar.”
Erich Fromm ‘Psikanalizin Bunalımı’ adlı kitabında şunları şöyler :
“Bizler sıkıcı bir karşıtlıkla karşı karşıya bırakılıyoruz. Bizim kültürümüz Yahudi, Hıristiyan geleneği üstüne oturtulmuştur. Ve bizler On Emir ve Altın Kural’a inanarak büyütüldük. Yine de O Emir ve Altın Kural’ın temelini izleyen hemen her kişinin başarısız olacağına ilişkin bir yaşantımız (pratik deneyimimiz) vardır.
Bir takım ‘Değerlere’ inanır oysa tam karşıtı yönde davranırız.
Ben bir ‘Vaiz’ değilim, ancak ‘Ruh bilimciler’ için içimizdeki bu ayrılığın oldukça zedeleyici sonuçları olduğunu görmek kolaydır. Bir yanda ‘Benimsediği Değerler’ ve öte yanda ‘Onlara Uygun Davrandığı Tam Karşıt Değerlerle’ bu ‘ikilik’ düzeyini yaşayan bir insan, yaşam gücünü çürüten, kendini savunucu duruma sokan ve çoğu kez de duyduğu suçluluğu başkalarına yansıtmak zorunda bırakan oldukça ağır bir suçluluk duygusuna katlanır. Bu yüzden yaşadığımız çelişkinin bilincine varmak can alıcı önemdedir.”
Yalnızlığın sıkıntı, mutsuzluk, acı ve üzüntü duygularını doğurduğunu hepimiz biliriz. Jiddu Krishnamurti’nin dediği gibi mutluluğu bulmak için eşyalar satın alırız, kitaplar satın alırız, konferanslara gideriz. İnsanlarla, onların fikirleriyle, semboller ve ritüellerle bir şeyler kazanmayı ve bu olumsuz duygulardan kurtulmayı bekleriz. ‘Onlar sayesinde’ mutluluğu bulmayı bekleriz. Böylece onlara ‘bağımlı’ olmaya başlarız. Psişik olarak yani içsel olarak ritüellere, kurumlara, fikirlere, insanlara, eşyalara (örneğin yeni bilgisayarıma, cep telefonuma ya da arabama!..) bağımlı olmaya başlarız. Bu ‘bağımlılık’ bizi doyurduğu sürece, ondan kurtulmak istemeyiz.
Ama o bağımlılık yüzünden ‘incindiğimizde’, bize ‘acı’ vermeye başladığında, yani bağımlı olduğumuz insan ya da eşya bizden uzaklaştığında, öldüğünde, çalındığında ya da başka birisiyle ilişki kurduğunda ondan ‘kurtulmak’ isteriz. Ondan özgürleşmek isteriz. Bir yandan da derin bir bağlantı ve boşluk duygusuyla içimizde ikiye bölünürüz. Kara Kitap romanında karısı Galip’i terkettiğinde Galip’in bilincinin bölünmesi gibi!..
Endişeler ve korkular devam eder çünkü bu beklentilerimle kendi gurumu, kurtarıcımı yaratmaya çalışırım ve ona bağımlı hale gelirim. Onu ‘kullanırım’. Onu sahiplenirim. Eşimi ve çocuklarımı bile bu şekilde kullandığımda ortada bir ‘sömürü’ var demektir. Bu ise ‘sevgi’ değildir. Sevgi meditasyonun açtığı çiçektir!..Meditasyon ise benliği öldürür. Sevgi imgesiz ve düşüncesiz sbir zihinle, Tek Olan Bilinçle bakmaktır.
Krishnamurti şöyle der: “Sevgiyi ancak zihniniz çok dingin olduğunda, haz ve mutluluk arayışlarından özgür olduğunda bilebilirsiniz. Öncelikle düşüncelerin sona ermiş olması gerekir. Sevgi sizin zihniniz kendiliğinden sessiz olduğunda, yani zorlamayla sessizleştirilmediğinde, doğruyu doğru ve yanlışı yanlış olarak görebilmeyi başardığında ortaya çıkar. Zihin sessiz olduğunda (Nirvana!..) hareket, bilgi hareketi değil, sevgi hareketidir. Bilgi yalnızca deneyimdir. Sevgi değildir. Kendimizin bütünsel sürecini anladığımızda ‘sevgi’ açığa çıkar. Kendimizi anlamamız ise ‘bilgeliğin’ başlangıcıdır.”