DOKTORUN SİHİR DOLU AŞK REÇETESİ: AŞKIN AYAĞA KALDIRDIĞI KADIN

0
654

Lilay Koradan

www.gencgelisim.com


Henry Ward’ın bir sözü var, diyor ki: “Geçmişte neler olduysa, gelecekte ne olacaksa bunları şimdilik bir yana bırakın. Bugün yemek yiyebiliyorsanız, güneşin ışığından zevk alabiliyorsanız, arkadaşlarınızla birlikte olduğunuzda neşelenebiliyor, mutlu olabiliyorsanız bugün yaşayabiliyorsunuz demektir. ”

Laurence Kirk, aşkın ayağa kaldırdığı zavallı, hasta genç bir kadının yaşanmış öyküsünü şöyle anlatır:

Doktor Ambersley, bizim buralarda adeta efsaneleşmiş bir kişidir. Onu, otomobilini tenha bir köy yolunda park etmiş, romantik bir roman okurken görebilirsiniz. Bunu, ya yorucu bir hastayı ziyaretten sonra dinlenmek için, ya da hamile hastalarından birini doğurtmak için erken gelmişse yapar. Dr. Ambresley, hastaların yanında oturmaktan pek hoşlanmaz, muayene bittikten sonra hasta odasında ne yapacağını bilemez.

Ücretini ödeyen hastalarının yanında fazla kalmaz. Fakat hasta, ücretini ödeyemeyecek durumdaysa ve üstelik hastalığı iyileşmeyecek türdense, o hastanın yanında sonuna kadar oturur, hatta hasta öldükten sonra dul eşine parasal yardımda bile bulunur.

Dr. Ambersley’in tipik vakalarından biri iki yıl önce güneşli bir eylül gününde gerçekleşmişti. Londra’nın önde gelen hukuk bürolarından birinin en yaşlı ortağı olan ağırbaşlı Bay Perkins, o sabahki mektup gazetesini eline aldı. Dalgın bir tavırla sekreterine, “Bayan Moore, acaba buralarda iyi bir çiçekçi biliyor musunuz?”

“Köşeyi dönünce var!”

“Öyleyse mektupları temize çekmeden önce, oraya gidip bana bir düzine gül seçmenizi istiyorum. Renkleri pembe olsun. Evet pembe olması daha doğru.”

“Sonra gülleri buraya mı getireyim efendim?

“Hayır!” Bay Perkins’in yüzü pancar gibi olmuştu. “Onları Suburhan Cottage Hastanesi’nde yatan Bayan Diana Metcalf’a gönderin lütfen. Bukete, şirketin kartını iliştirmeyi unutmayın.”

Aynı şey o sıralarda Standing Brothers firmasının bürosunda da yaşanmaktaydı. Firmanın patronu olan Mark Standing işi tek başına çözümledi. İşlerinin büyük bir bölümünü telefon yoluyla gören bu kişi, ahize kulağında olduğu halde, yarım saattir önündeki gazetenin baş sayfasından gözlerini ayıramıyordu.

“Alo! Ben Mark Handiyo. Bugün bana hangi çiçekleri önerirsiniz?”

“Çeşitlerimiz çok efendim. Gül, krizantem, orkide, karanfil var.”

“O, iri başlı bronz krizantemlerden olsun.”

“Hemen efendim. Her zamanki kadar olsun, değil mi?”

“Evet.”

“Kime gönderilecek efendim?” “Suburhan Cottage Hastanesi’nde yatan Bayan Diana Metcalf’a…”

“Anladım efendim. Bukete hangi mesajı iliştireyim? 1 numaralıyı mı, 2 mi, yoksa 3 numaralıyı mı?”

“Hiç birini. Yalnızca, ‘Bir an önce iyileşmenizi dilerim’ deyin. Şeftaliniz de var mı?”

“Var efendim, yetiştirilenlerin en iyi cinsinden.”

“Öyleyse irilerinden yarım düzine de şeftali gönderin.”

O sabah çiçekçilere telefon yağdıranlar yalnızca şirket patronları değildi. Dört ya da beş delikanlı da çiçekçi dükkanlarına uğrayarak ne tür çiçekler göndereceklerine karar vermeye çalıştılar. En dolgun sipariş bir düzine görkemli yıldız çiçeği buketi, en zayıfı ise iki buket menekşe oldu. Fakat buketlerin irileri de, küçükleri de hep aynı adrese gidiyordu. Suburban Cottage Hastanesi’nde yatan Bayan Diana Metcalf’a…

Bayan Metcalf’ın öyküsü basitti. On iki yaşındayken annesiyle babasını kaybetmiş ve Güney Afrika’da yaşayan dayısı tarafından büyütülmüştü. Cape Town yaşanılmayacak kadar kötü bir kent değildi, ne var ki genç kızın dayısı ile yengesi çocuk sevmiyorlardı. Diana’ya kötü davranmadılar; ama ona sevgi de göstermediler. Genç kız çok geçmeden, ülkesine dönebilmek için çalışıp para kazanmaya karar verdi.

23 yaşında bu amacına ulaştı. Yağmurlu bir günde, cebinde sadece yirmi beş sterlin olduğu halde, Tilburg’da İngiltere topraklarına ayak bastı. Gidecek tek bir kimsesi yoktu. Tilburg’u beğendiğinden orada ucuz bir pansiyona yerleşti ve bir iş aramaya koyuldu.

Onu tek düşündüren şey hissettiği müthiş yorgunluktu. Sonuçta, bu durumunu iklim değişikliğine bağlayarak iş peşinde koşmaya devam etti. Fakat günün birinde sokak ortasında bayıldı ve Cottage Hastanesi’ne kaldırıldı.

Hastalığı sarılığın çok şiddetli bir türüydü. Genç kız, tam on dört gün boyunca yaşamla ölüm arasında gitti geldi. Tehlikeyi atlattıktan sonra bile kendini toparlayamadı. Hele hasta bakıcının ona ilk kez bir ayna verdiği gün çok sarsıldı. Aynada, içerisinden iki iri mavi gözün fırladığı sapsarı bir yüz görmüştü. Diana hastabakıcıya teşekkür etti ve yüzünü duvara çevirdi.

Bundan sonraki on gün boyunca doktorlar, onu ölümün eşiğindeki hastaların listesine kaydetmeyi düşündüler.

Derken Dr. Ambersley’in, yatağın başında oturup sapsarı küçük yüzü kaygı ile izlediği gün geldi. Diana Metcalf’a tıbbın yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Doktor, gözlerini hastane odasında gezdirirken, yatağın yanındaki ucuz bir vazoda üç tane solmuş gül gördü. Başkasına gelen bu çiçeklerin çöp kutusuna atılmadan önce geçirdikleri son gündü ve iyi kalpli bir hemşire tarafından genç kızı oyalamaları için buraya getirilmişlerdi. Bu güller Dr. Ambersley’e bir fikir verdi.

Bu olay çiçeklere olan akından üç gün önce gerçekleşiyordu. Üç gün sonra Diana’nın gözlerini açacak hali bile kalmamıştı. Fakat o gün odasına her zamankinden fazla hastabakıcının girip çıktığı dikkatini çektiği için sonunda gözlerini açtı ve onları bir daha kapatmadı.

Yatağının çevresi buket buket çiçeklerle dolmuştu. Genç kızın ağzı da gözleri kadar iri iri açılmıştı. “Herhalde öldün.” diye düşündü. Fakat sonra, başucundaki masada şeftalileri gördü ve sahici olup almadıklarına bakmak için bir tanesini ağzına götürdü.

Öyküyü tamamlayan Dr. Ambersley oldu. O sıralarda ayağımı incittiğimden, arada sırada odama uğrayıp hatırımı soruyordu. Suburhan Cottage Hastanesi ile çiçeklere boğulan kızın öyküsünün doğru olup olmadığını sormam üzerine, “Doğru olmaz olur mu?” dedi. “Bir hastalığı atlatmak o kadar önemli değildir. Asıl güçlük, hasta yaşam ile tekrar yüz yüze geldiği zaman kendini gösterir.”

“Ama ben, asıl sizin ne yaptığınızı öğrenmek istiyorum.”

“Gazeteye bir ilan verdim. Kızcağızın vücudunu ilaçlarla doldurmaktan çok daha ucuz bir çare.

“Hiçbir şey anlamadım!”

Dr. Ambersley merakımı giderecek yerde olayı kendi yönünden anlatmaya devam etti:

“Bir bakıma şans bana yardım etti. Hiç beklemediğim bir şey oldu.”

“Neymiş o?”

“Gençlerden biri çiçekleri hastaneye gönderecek yerde, kendisi getirdi. İki buket menekşeyi getiren yoksul delikanlıdan söz ediyorum.”

“Kızcığız herhalde sevinmiştir.”

“Evet, o iki demet menekşe onu diğer çiçeklerin tümünden daha çok sevdirdi.

“Gerçekten mi?”

“Başka bir terslik de olabilirdi; ama şans yine yardımımıza yetişti. Diana çok tatlı ve güzel bir kız. Fakat o gün ona hiç de güzel denilemezdi. O sapsarı yüzü, delikanlıları korkutmaya yeterliydi.”

“Demek birbirlerine ilk bakışta aşık oldular.”

“Olabilir. Delikanlı renk körüydü, genç kızda dikkatini çeken tek şey onun mavi gözleri oldu.

“Diana artık iyileşti mi?”

“Evet kentin en iyi firmasında iş buldu.”

İşte aşkın gücü buydu. Dr. Ambersley sayesinde hasta bir genç kız aşkı tanıdı.

Dr. Ambersley uzun bacaklarını toparlayarak ayağa kalktı.

“Gazeteye nasıl bir ilan verdiğinizi bana hâlâ söylemediniz.” dedim.

“Hayır, söylemedim.”

Dr. Ambersley eline bir kağıt alarak sanki bir reçete yazıyormuş gibi bir şeyler karalamaya başladı. Kağıdı katlayarak elime sıkıştırdığı için yazdıklarını ancak o odadan çıktıktan sonra okuyabildim. Bir genç kızın yaşamını kurtaracağına kuşku olmayan sözcükler söyledi:

“Çiçek rica ediyorum. Ölürsem çiçeğe gereksinim olmayacak. Çok hasta ve yalnız olduğum için, asıl şimdi birkaç çiçek istiyorum. Size şimdiden teşekkür ederim.”

İşte bu gerçekten aşkın gücü. Ama aşkın gücü bazen tek bir çiçek olabiliyor.

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız