Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine, içinde hangi yiyecek var acaba diye düşündü. Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı. "Evde bir fare kapanı var!" diye…
Yazar : Bülent Şenyürek
bsenyurek@yahoo.com
Fakirleşen Genç Beyinlerde Geyik Muhabbetli Zenginlik Umudu
Toplum olarak öyle bir hale geldik ki, o yılanın gelip bir gün mutlaka bizi sokacağından habersiz; "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" felsefesinin ardına takılmış gidiyoruz.
Fareden Bir Hayat Dersi
Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine, içinde hangi yiyecek var acaba diye düşündü. Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı. "Evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı.
Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı: "Zavallı farecik! Bu senin sorunun, benim değil. Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın." dedi.
Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla domuzun yanına koştu ve "Evde bir fare kapanı var!" diye adeta çırpındı. Domuz anlayışla karşıladı ancak "Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol!" dedi.
Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü. İnek; "Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor." dedi. Sonunda farecik, başı önde, umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı.
O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu. Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanından geliyordu. Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu. Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı. Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehri temizledi, sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının ateşi yükseldi, bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir; çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi.
Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi domuzunu kesti. Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü.
Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı. Farecik ise tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi.
Gençliğin Sanallaşan ve
Okumaktan Uzaklaşan Beyinleri
Toplum olarak öyle bir hale geldik ki, o yılanın gelip bir gün mutlaka bizi sokacağından habersiz; "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" felsefesinin ardına takılmış gidiyoruz. Gençlerimizin çoğu bir kitap dahi okumadan, saatlerini televizyon karşısında, bilgisayarın başında, internet kafelerde harcıyor. Sohbetlerine kulak misafiri olursanız, adını "geyik muhabbeti" koydukları, onları anlamsızca gülmekten öteye taşımayan, beyinlerini uyuşturan konuları saatlerce konuştuklarını duyardınız ah çeke çeke…
Gazetelerin satışları yeni nesille birlikte düşerken, gündemde ne olduğunu onlarca gençten ancak biri anlatabilir size. 10 dakika haber izlemek yerine, uzun reklam aralarının yer aldığı, bitmesi 3 saat süren dizilerde ekrana yapışıp kalmalarını düşündükçe, ben korkuyorum gelecekten. Onlar ise aşklarını, dizilerini, bilgisayar oyunlarını, modayı, öğretmenleri, gezip dolaşmayı konuşmaya devam ediyorlar kayıtsızca.
Geçen hafta bir delikanlı girdi merkezimizin kapısından. Randevu almadan gelmişti. Normalde görüşmelerimi düzenli olması ve beklemelerin yaşanmaması için randevulu alırdım. Tam halkla ilişkiler sorumlumuz onu randevu almaya yönlendirecekken, aralık kapımdan, kolunun altında gazete taşıdığını gördüm. Bir şey beni harekete geçirdi ve odamdan çıkıp "Size ayırabileceğim yarım saatim var" diyerek, öğlen yemeğimden vazgeçip onu odama aldım. Biraz konuştuk. Proje ödevi varmış ve hipnozun bilinçaltı üzerinde etkileri konusunda yazması gerekiyormuş. Kısa zaman dilimimizde sorularını yanıtladım. Ama içimden bir başka ses, ona başka şeyler sormak istiyordu. Dayanamadım ve sordum: "O gazetede hangi bölümleri okudun?" "Her satırını" diye yanıtladı beni.
Bir anda kendimi bu genç delikanlı ile bugünü ve geleceği konuşurken buldum. İç politika, dış politika, ekonomi… O kadar zengin bir altyapısı vardı ve fikirleri öylesine akıllıcaydı ki, "keşke…" diye iç çektim, keşke onun gibilerin sayısı azalacağına, artsaydı… Evet, belki yaptığım iş gereği bana daha az ihtiyaç olurdu, kazancım azalırdı. Daha bilinçli, kararlı ve güçlü bir nesil yetişir; sorumsuzluktan, vurdumduymazlıktan, bilinçsizlikten kaynaklanan sorunlar kaybolur, bana gelen danışan sayısı düşer, ama geleceğimiz daha huzurlu, kaliteli ve anlamlı olurdu. Beklemeye ve yaşamaya değerdi.
Umutları Korumak Gerek
Konuşmamız sırasında çok yalnız olduğunu ve pek fazla arkadaşı olmadığını dile getirdi. Bir ortamda konuşmaya çalıştığında insanlar ona eşlik edemiyor, sıkılıyor ve ondan uzaklaşıyorlarmış. Bu konuda da ona yardımcı olup olamayacağımı sordu. Çevresinden dışlanmamasının tek yolu, çevresindeki gençler gibi okumayı bırakıp, düşünmeyi bırakıp duyarsızlaşmasıydı. Bunu ona yapamazdım; çünkü o bir umuttu. Belki kalabalıkta yalnız kalacak, ama eninde sonunda bulacaktı birilerini. Onun gibi üç maymunu oynamayan, anlayan, öğrenen, gelişimi takip eden birilerini…
Uyuşan, boşalan, yaşadığı ülkeden habersiz, geleceği göremeyen, çalışmaktan kaçan, sanal alemde egosunu tatmin etmeyi amaçlayan genç beyinler yetişiyor. Beyinlerinden habersiz… 50 saatin üstünde bilgisayar başında kalabilen, ama birkaç dakikasını okumaya ayıramayan gençlerimiz… Bir gün anne olacaklar, baba olacaklar, yeni nesilleri yetiştirecekler; endişelenmemiz, korkmamız gereken yeni nesilleri…
Aslında çok şey istiyorlar hayattan. Para, güç, kariyer… Ama sadece istiyorlar. Sanki istedikleri anında hizmetlerine sunulacakmış gibi. Elde etmek için emek harcamak, çaba sarf etmek gerektiğinde ise anında vazgeçiyor ve bırakıyorlar kendilerini o geyik muhabbetlerinin akışına. Umutları var, hayalleri var, ama sadece o kadar.
"Keşke annemin, babamın çok parası olsaydı da ben bu ülkede çalışmak yerine istediğim, sevdiğim şeyleri yaparak yaşasaydım." sözlerini artık o kadar çok gencimizden duyar oldum ki. Bir anda nasıl olacağı belirsiz bir şekilde çok para sahibi olacağına inanan, gerçekdışı hayallere bel bağlamış, sanallaşmış bu gençler, her gün fakirleşen beyinleriyle zenginliği umut ediyorlar.
O gün genç delikanlı merkezimizden ayrılırken, babasıymışım gibi gurur duydum onunla. Adı Okan Tanyurt. Bu adı zihninize kazıyın sevgili gençler. Çünkü bir gün onun adını mutlaka duyacaksınız.