İngilizce öğrenmeye başladığım ilk yıllar itibariyle dünyanın dört bir yanından mektup arkadaşları ediniyordum. Onlara renkli kağıtlarda mektup yazmak, Türkiye resimleri yollamak en büyük zevkimdi. Her gün posta kutumuza bakardım…
İngilizce öğrenmeye başladığım ilk yıllar itibariyle dünyanın dört bir yanından mektup arkadaşları ediniyordum. Onlara renkli kağıtlarda mektup yazmak, Türkiye resimleri yollamak en büyük zevkimdi. Her gün posta kutumuza bakardım.
Zamanla mektup arkadaşlarımdan benim imla hatalarımı düzeltmelerini istedim. Onlar da bunu kolaylıkla yapıyordu. O yaşlarda dili pekiştirmenin en eğlenceli yolu buydu bence. Üstelik bilgisayarlar ve "chat" hayatımıza henüz bu kadar girmemişti.
Şimdi düşünüyorum da, o zamanlar çok iyi düzeyde sabır ve vakit varmış bende! Tam 200 tane mektup arkadaşım vardı. Odamdaki kolilerde, tarih sırasına göre tüm mektuplarımı saklardım. Odam zamanla toz yuvası olduğundan, arasından kıyamadıklarımı ayırıp gerisini attık.
Renkli, kokulu zarflar ve kağıtlara tüm harçlığımı yatırdım. Şimdi en yakınımıza bir mektup yazmak külfetli geliyor. Teknolojik gelişmeler sayesinde artık elektronik posta kullanıldığından (en azından gelişmiş şehirlerimizde) mektup nostaljik bir haberleşme aracı olarak günümüzde yerini korumaktadır.
Ortaokulun ilk günü, sınıf tahtasının önüne geçip "blackboard" dediğimi, sınıf arkadaşlarıma bu kelimeyi bildiğimi göstermeye çalıştığımı ve onlara bir şeyler öğretmek isteğimi, bütün lise arkadaşlarım hala hatırlar. O yaşlarda birilerine bir şey öğretme, öğrendiğimi paylaşma merakım başlamıştı.
En sevdiğim ders, İngilizce dersiydi. Çünkü farklı bir şey öğreniyordum. Tarih, coğrafya ve fen dersleri ilkokuldan beri hep öğretiliyordu. İngilizce bana ilginç bir ders gibi geliyordu. Eve gidip "annemlere" anlatabileceğim türden bir şey, çocukluk işte!
Kız kardeşime zorla dil öğretmekle performansımı yükselttim!
Bir de kardeşime hemen öğrettiklerimi aktarma isteğim vardı. Zavallı kız, zorla ve yaşı gelmeden İngilizce öğreniyordu! Şimdi faydasını görüyor ama küçüklüğünde benden epey çekti!
Öğrendiğiniz bir şeyi başkalarına aktarma, hafızada bilginin daha güçlenmesini sağlıyor, unutmayı engelliyor. Bir nevi tekrar türü. Ayrıca bol bol yazardım. Renkli notlar alırdım, resimlerle süslerdim. Odamın duvarlarının her yerinde bir şey asılıydı.
İngilizce bitip de Fransızca'ya başladığımda, bu dil daha orijinal gelmişti. Kulağa bu kadar hoş gelen bir dil ve bu dilin yazıldığı gibi okunmamasının verdiği esrarengizlik duygusu beni Latin dillerini merak etmeye yöneltti.
Evimizde hala, mutfak ve banyoda, sararmış kağıtlarda "la cuisine" ve "le bain" notları duruyor. Düşünsenize, her mutfağa girdiğinizde önünüzde bir yazı! İster istemez tüm ev halkı ve hatta misafirler ezberliyor.
Bir ara, banyoda çamaşır makinesinin bir köşesine, koca bir sayfaya, sırayla bir sürü kelime yazmıştım. Ev halkının tepkisiyle karşılaşınca kaldırmak zorunda kalmıştım!
Şişli Terakki Lisesi'ni başarıyla bitirdikten sonra, malum üniversite sınavlarına girdim. Ancak içimde hep yurtdışında okuma isteği, özellikle de İngilizce eğitim veren bir okulda okuma isteği vardı.
Son sene üniversite sınavı için gittiğim dershaneye mi acıyayım, aldığım özel derse mi bilmiyorum, ama hayalimde yurtdışında yaşamak vardı. Babam da o dönemde Belçika ve Rusya ile iş yapıyordu.
Kendisi Rusya'ya sık sık gittiğinden, Belçika'daki işlere fazla vakit ayıramıyordu. Belçika ile yapılan tüm yazışmalar benden geçtiğinden, oradaki yabancı ortak artık beni tanıyordu. Babam da bir keresinde, benim İngilizce okumak istediğimi, laf arasında söylemiş. Bunun üzerinde ortağımız da "bizim burada Boston Üniversitesi'nin bir koleji var. Ece burada hem İngilizce okur hem de işlerle ilgilenir." demiş.
Bunu ben duydum ya, bu haber bana yetti! Üniversite sınavını gözüm görmüyordu artık. Üstelik babam da yarım ağızla "Sınavı kazanamazsan seni Belçika'ya yollarız." deyivermişti.
Annem bu durumdan pek memnun değildi, çünkü benim çalışmalarımı yavaş yavaş askıya aldığımı fark etmişti. Hem kızı da uzaklara gidecekti, hem de onca masrafa girilecekti!
Yabancı Dilden Önce İkna Etmenin Dilini Öğrenmiştim!
Neyse ki, ben sınavı kazandım. Çok iyi bir üniversite değildi. Hatta son tercihimdi. İkna kabiliyetimi kullanarak Avrupa'nın Başkenti'nin yollarının bana gözükmesini sağladım!
Hatırlıyorum da bir keresinde tam 18 sayfalık bir fizibilite çalışmasını tercüme etmemi istemişti babam. Önceleri babamın işi için yaptığım tercümeler bir iki sayfayı geçmiyordu.
18 sayfayı duyunca gözlerim fal taşı gibi açılmıştı! Babam da, işimi kolaylaştırmak için, bana sayfa başına küçük bir harçlık vermeyi önerdi. Kendimce büyük iş yapıyordum o zaman.
18 yaşında yurtdışında okumaya gitmenin verebileceği tüm avantajları en etkin biçimde kullanmanın öncesinde de, dünyanın her bir yanından yüzlerce mektup arkadaşı ile yazışıyordum. Babamın işi nedeniyle Türkiye'ye gelen işadamı arkadaşlarına, İstanbul'u gezdirirken hep gönüllü oluyordum. Kendi çapımda tercümeler yapıyor ve bunlardan zevk alıyordum.
Şu anda İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Boşnakça'nın dahil olduğu beş yabancı dili öğrenmiş olmam, birtakım özveriler sonucunda gerçekleşmiştir.
Fransızca öğrendiğim ilk senelerde bol bol Celine Dion parçaları dinlerdim. Zaten şarkıları genelde slow olduğu için, elimde şarkı sözlerinin bulunduğu kağıttan takip etmesi de kolay oluyordu.
Ortaokuldan beri süregelen bir Japon mektup arkadaşım vardı. Bu arkadaşım, Kumi, lisedeyken her sene Türkiye'ye geliyor, bizde kalıyordu. Türkiye'yi çok seven, hatta yüksek ihtisasını Osmanlı Sanatı üzerine yapan biriydi. Ondan Japon Kültürü'nü öğrendim, o da bizim kültürümüzü yaşayarak öğrendi ve çok sevdi.
Şu anda evlenme hazırlıkları içinde olan Kumi, Amerikalı müstakbel kocasıyla da Türkiye'de tanışmıştı. Kumi bazen arkadaşlarıyla gelirdi. Bende o senelerde Japonca'ya karşı bir ilgi başladı. FONO'nun hazırlamış olduğu ufak bir Japonca konuşma kılavuzundan kendi kendime temel cümlecikleri, sayıları öğrenmeye başladım. Her fırsatta bu yeni öğrendiğim ilginç dili kullanmaya çalışıyordum.
Bir Japon ile karşılaşsam, ona, Japonca "iyi günler", "iyi akşamlar", "teşekkürler" diyordum. Üzerinden yıllar geçti ve ben öğrendiklerimin birçoğunu unuttum.
Bu sene, Genç Girişimciler Derneği'nin bir konferansı için Türkiye'de bulunan yabancı işadamlarının arasında, Japonlarla da sohbet etme fırsatım olmuştu.
Onlara sadece 1'den 10'a kadar sayabilmiştim. Bu bile onların çok hoşuna gitmişti!
Japonca "Seni Seviyorum" Demek, Bedava Suşi'yi Hak Etmekmiş!
Baştan sıcak bir yakınlaşma sağlayıvermişti. Japonca'yla ilgili bir başka anım daha var. Bu sene, bir arkadaşımla beraber, bir Japon restaurantının suşi barında oturuyorduk. Arkadaşıma "Biliyor musun, Japonca seni seviyorum demek (watashi wa anata ga sukidesu) çok uzun! "derken, tam önümüzde duran ve suşi hazırlayan aşçı, bunu duyup gülmüş ve bize suşi ikram etmişti!
Öğretmeyi çok sevdiğimden, küçüklükten beri yeni öğrendiğim her şeyi birilerine aktarmak isterdim. Evde bu misyonumu üzerinde icra edebileceğim hedef hazırdı; kız kardeşim! İlkokula başladığımda, okuldan eve geldiğimde, küçücük kardeşimi odama çekip karşıma alır, zorla bir şeyler öğretmeye çalışırdım!
"Bak, okulda bunları öğrendik, sen de öğren." diye zorlardım. Bazen ağlardı, ben de onu kandırmak için "Beni dinlersen sana Barbie bebek alırım " derdim! Nitekim tüm bu uğraşlarım çok güzel bir sonuç verdi! Kız kardeşim rekor sayılacak bir yaşta okumayı öğrenmişti! Misafirliğe gittiğimizde gazeteleri alır okur, herkesi hayrete düşürürdü.
Sonra ben İngilizce öğrenmeye başladım. Tabi hedef yine belli! Akşamları evde kardeşime bu sefer İngilizce öğretmeye çalışırdım. Hatta babama beyaz bir yazı tahtası aldırmış, onun üzerinde örneklerle açıklamalar yapardım.
Kendi dünyamda gerçek bir dil öğretmeni edasıyla ders anlatırdım. Bunun büyük ölçüde hem kendime, hem ona faydası oldu. Öğretirken, bir şeyler anlatmaya çalışırken, ben kendi konularımı tekrar ediyordum ve pekiştiriyordum. Son derece istekli bir öğretici, "küçük kurban"ının kafasına yararlı bir sürü yeni şey sokuyordu.
Küçükken odada nasıl ağladığını hala unutmuş değil kardeşim! Ama yararı olduğunu artık kabul ediyor ve şimdi o benim yolumdan, Koç Üniversitesi'nde hem İşletme, hem Sosyoloji bölümünde burslu okuyarak ilerliyor.
Dil öğreniminde özveri çok önemli. Zaman ayırmak, tercihlerinizi o yönde kullanmak, çaba sarf etmek, hepsi özverinin bir parçası. Dil öğrenme süreci genelde yavaş işlediğinden, zamanınızı ayırmak bir özveridir.
Ben bu konuda şanslı insanlardanım. Çok çabuk öğreniyordum. Özellikle dil öğrenirken "edinim süreci" bende oldukça hızlı gelişti. Bunun farkında olarak motivasyonumu hep yüksek tuttum. Kendime olan güvenim ve "mutlaka başaracağım" inancım güçlüydü.
Öğrenememe gibi bir ihtimali düşünemiyordum. Çünkü çalışırsam çabalarsam yapabileceğimi biliyordum. Önemli olan o vakti ve gayreti vermekti. Sonrası çorap söküğü gibi geldi.
Yaratıcılığınızı kullanarak da kendi öğrenme yöntemlerinizi geliştirebilirsiniz. Çalışırken veya not alırken -kullandığınız kalemin renginden, kelime kartlarınızın süslemesine kadar- öğrenmenin her alanını, kendiniz için renkli kılabilirsiniz. Kendiniz ve dolayısıyla etrafınız için yararlı bir şey yapıyorsunuz. Neden bu süreci keyif alarak geçirmeyesiniz?
Yurt Dışında Öğrenciyken Dil Öğrettiğim "Çekirgelerim" De Var!
İspanya ve İtalya'da kalırken, çocuklara evlerinde İngilizce ders verirdim. Benim için hem bir harçlık, hem de o ülkenin dilini iyice öğrenmem için zevkli bir pratik yol oluyordu.
Madrid'de karşılaştığım 7 yaşındaki Emma, gurur duyduğum bir örneğimdir. Derslere başladığımızda "How are you?"'dan öte bir şey bilmeyen Emma, 5 ay sonra cümleler kuruyor, bana cevaplar veriyordu. Haftada bazen 1, bazen 2 kez ders alıyordu üstelik. Gerçi ben, ders veren diğer akranlarıma göre, kızı biraz zorluyordum!
Onlar "elma"nın nasıl söyleneceğini, bir elma resmi göstererek, tek tek heceleyerek öğretirlerken, ben çoktan Emma'ya "şimdiki zaman"da cümleler kurdurtuyordum. Dersten sonra ailesiyle oturur, aile resimlerine bakardık. Ders ders olmaktan çıkmış, ben Emma'nın hayatının bir parçası, yeni bir arkadaşı olmuştum.
İtalya'da ise, 16 yaşında genç bir kıza ders veriyordum. Okulda sosyal sorunları da olan bir kızdı. İçine kapanık olmaya başlamıştı. Ben derslerin bir bölümünde, onunla İngilizce olarak sorunlarını konuşuyordum. Bir süre sonra öğretmen-öğrenci ilişkimiz psikolog-hasta ilişkisine dönüştü! Hem o sorunlarının üstesinden geldi, hem de güzelce İngilizce konuşmaya başladı. Ben Türkiye'ye döndükten sonra bile, hala bana mail atar, ailesinden selamlar gönderir.
İşin ilginç tarafı, ben, anadilim olmayan bir dilde özel ders veriyordum ve anadili İngilizce olan Amerikalı arkadaşlarımdan daha iyi sonuçlar aldırıyordum. İsterdim ki şimdi de vaktim olsa ve ben kendi ülkemde çocuklara özel ders verebilsem.
Türkçe'den sonra en iyi dilim İngilizce. En fazla zamanı ve ilgiyi İngilizce'ye verdim çünkü. Avrupa'da okuduğum okullarda da İngilizce eğitim görüyordum. Okullarım Amerikan üniversiteleriydi!
İtalya'da okulumdaki tek Türk'tüm ve üniversiteyi birincilikle bitirdim. Dereceyle bitirmenin dışında, burada asıl önemli olan, kendi anadilimde değil de sonradan öğrendiğim bir dilde okuyup ve anadili İngilizce olanları da geçerek başarıyı yakalamış olmak.
Mesajım bir cümleyle şu: Ben yaptım oldu, siz de yapabilirsiniz!
Yabancı Dili Kimler Öğrenmek İstiyor?
< Türkiye'nin dörtte bir nüfusunu oluşturan gençler
< Okulunda daha başarılı olmak isteyen öğrenciler
< Yeni mezunlar
< İş hayatına atılanlar
< Bir işte uzmanlaşmak isteyenler
< İçinde hala öğrenme tutkusu olan kişiler
< Çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmek isteyen anne ve babalar
< Hiç yabancı dil çalışmamış olanlar
Yabancı Dili Öğrenmenin Nedenleri
< Kariyer Gelişimi
< Farklı Kültürleri Tanıma
< Kişisel Gelişim
< Ülke Gelişimi
< Daha Uzun Süre Yaşayabilmek
< Özgüven
Yabancı Dil Öğrenirken Yapılan Hatalar
< Türkçe Düşünmek
< Ara vermek
< Ezberlemek
< Sadece gramer öğrenmek
< Test çözmek
< İltifatlara aldanmak
< İlgi çekiciliği yitirmek
< Yakın arkadaşla derste yan yana oturmak