İstemek başarmanın yarısı olabilir. Fakat diğer yarısının kriz yönetme kabiliyeti olduğunu unutmamak kaydıyla. Kriz yönetmekten kastım, düşen Çin borsasını yükseltmek veya YTL’yi devalüasyondan kurtarmak değil. Kriz yönetmek demek; tahminlerin dışında, âniden gelişen olumsuzlukları avantaja çevirme becerisini, ruhun derinliklerinde sinsi ve sessiz adımlarla ilerleyen isyan çığlıklarına karşı canlı bir dalgakıran olarak kullanmak demektir.
Yazarların diğer meslek gruplarının mensuplarından farklı bir yapıya sahip olduğu kanaatindeyim. Evet, her türlü yanlış anlaşılmaya müsait bir tanım ama öyle. Zira “Her yazar insandır” önermesi doğru olup; mantık 1’deki karşılığı 1’dir. Oysaki “Her insan yazardır” önermesi boş küme. Yani …
Ebru Cengiz
ebrucengiz06@hotmail.com
İstemek başarmanın yarısı olabilir. Fakat diğer yarısının kriz yönetme kabiliyeti olduğunu unutmamak kaydıyla. Kriz yönetmekten kastım, düşen Çin borsasını yükseltmek veya YTL’yi devalüasyondan kurtarmak değil. Kriz yönetmek demek; tahminlerin dışında, âniden gelişen olumsuzlukları avantaja çevirme becerisini, ruhun derinliklerinde sinsi ve sessiz adımlarla ilerleyen isyan çığlıklarına karşı canlı bir dalgakıran olarak kullanmak demektir.
Yazarların diğer meslek gruplarının mensuplarından farklı bir yapıya sahip olduğu kanaatindeyim. Evet, her türlü yanlış anlaşılmaya müsait bir tanım ama öyle. Zira “Her yazar insandır” önermesi doğru olup; mantık 1’deki karşılığı 1’dir. Oysaki “Her insan yazardır” önermesi boş küme. Yani matematiksel değeri 0. Sadece yukarıdaki örnekten yola çıkılarak dahi, az önceki sınıflamanın sağlamasını yapabiliriz.
Her insan dilekçe yazar, mektup yazar. Ve hatta çıtayı yükseltip şiir ve öykü de yazabilir. (Ya da yazdığını zanneder) Oysa yazarlık, toplumları divitin ucuna takıp götürmekse, yazarın nesilleri bağladığı kelime örgüsünü sağlam kurması ve doğru ilmeklerle işlemesi gerektiği gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. İki kelimeyi bir araya getirmekten çok daha fazlası olan yazarlık; doğru davranmayı, saygın bir duruşa sahip olmayı, her dem yaşadığı üretme buhranlarını psikolojik sorunlara bahane etmeme itidali ister. Bu gerekçelerden hareketle bir kez daha tekrarlayabilirim ki, “Her yazı yazan, yazar olamaz. Yazar olmak için evvela doğru dürüst insan olmak gerekir.”
Burada “doğru dürüst insan” kavramını tartışmaya açmak istiyorum. Beğenilerin ve felsefelerin farklı olduğu bir dünyada şablondan bahsedilemez. Mesela Ahmet için doğru ve düzgün olan 22.00’da uyumak iken; Mehmet sabah 06.00’a kadar çalışmayı tercih edebilir. Bu durumda, taraflardan birini suçlamak abesle iştigaldir. Öyleyse, doğru dürüst insan kavramını 6 milyar farklı zihniyete uyan hangi ortak zeminde açıklığa kavuşturabiliriz? Popülist yaklaşımla kültür-sanat cevabını vermeden önce, Oscar Wilde ile Peyami Safa’yı hangi insanî noktada buluşturabileceğimizi sorgulamalıyız.
Hayallerin Beyne Kancayı Attığı An
Doğru dürüst insan olmak, hayal kurmakla başlar. Kalpte filizlenen hayal, ruhtan yüz bulduğu an beyne kancayı atar. Aman sen de denecek kadar basit de olsa, hayal beyin tarafından hedef olarak tespit edilir. Gönülden geçen minik hayal, çok sürmez, ruhu ve maddeyi esir alan bir tutkuya dönüşür.
“Diktatörlerden daha tehlikeli insanlar, tutkulu insanlardır” iddiası diktatörlerin de bir hedefi olduğu düşünüldüğünde asılsız değil. Demek ki, tutku da yönetilmesi gereken bir kriz.
Peki yazarlık nedir? Hokkada mürekkeple, ruhta beyinle, kalpte hayalle yoğrulan tutkunun sahifelere kelime kelime dizilmiş hâli… Demek ki yazarlık, tutkulu bir kriz dönemi…
Hâyâlin kademe atladığı beyin iklimlerinde hiçbir şey göründüğü gibi toz pembe değildir. Kâh manik depresif olup depresyonla hayat arasında, kâh psikopat olup öldürmekle yaşamak arasında gider gelir yazar. Kimi zaman kâğıt kalemle dövüşürcesine yazar, bazen incileri dökülecek korkusuyla… Kahraman, bir sayfada doktorken, diğerinde katil olur. Kısacası her yazar kendi içinde bir Raskolnikov’a dönüşüp; tefeci kadına benzettiği dünyaya bodoslama dalmak ve bu kokuşmuş sisteme dâhil olan herkesi harflere boğmak isteğindedir. Veya Robin Hood olup, değeri hak edenle paylaşma derdinde… Hiçbir şey olamazsa da; Kit’e dönüşüp kendini unutturacak ve hatta kaybettirecek hikâyeyi dinlemek uğruna, esirgeyen gökyüzü altında çölde çayın peşinden gider…
Yazar hepsini ve daha fazlasını yumruğu büyüklüğünde yaşarken; dünyada da yaşamaya çalışıyordur. Her toplum dönem dönem yazarlarına serseri damgasını vurur ki, yazarın tâlihi o dönemden sonra doğmuş olmasıdır.
Hayata Sıkı Sıkı Tutunan Bir Yazar: Peyami Safa
Türkiye’de yazar olmak demek, aylaklık yaftasını boynuna asmakla eşdeğer. Kanuna göre değil adamına göre belirlenen ve uygulanan sansürler, düşük telif ücretleri, sayfaların bir türlü ekmeğe dönüşmemesi, fikirlerle alay edilmesi, makam sahibi kodamanların mütemadiyen itip kakması… Ayrıca çevrenin yazar olacak çocuğa baskısı, çocuğun küçüklüğü nispetinde büyük oluyor. Yaşıyla ve çelimsiz vücuduna oranla çok baskı gören Peyami Safa buna en isabetli örneklerden biri.
“ Benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu. Dokuz yaşımda bir hastalık ve on üç yaşımda hayatımı kazanmak zarureti beni, hayattan önce kendimi anlamaya ve yetiştirmeye mecbur küçük insanın, tamamiyle hayatî zorluklardan doğma bir terbiye, psikoloji, felsefe tecessüsüyle doldurdu…”
Üstâdın dolaylı yoldan işaret ettiği hayatı kazanmak mecburiyeti, şair olan babası İsmail Safa’nın Sivas’ta sürgünde iken vefatından kaynaklanır. İsmail Bey’in vefatında zaman 1901 senesinde soluklanıyordu, Peyami Safa henüz ‘Küçük Peyami’ sıfatıyla iki yaşını sürerken…. Zayıf bünyesi yaşamak zorunda olduğu maddî sıkıntılara alıştıysa da, iliklerine yapışan kemik erime hastalığı pek ağır gelmişti henüz dokuz yaşındaki Peyami’ye. Hayat onun aleyhine işlerken o, bugün çok kişinin benimsemekte beis görmediği “hayat seni bıraktıysa sen de hayatı bırak” felsefesini elinin tersiyle itmiş ve içtimai konulardan vazgeçmediği gibi, ruhun sesini de dinlemiştir. Aksi takdirde, 1931’de noktalayıp adını “Fatih-Harbiye” koyduğu cümleler bütünü, tokat olup yıllar yılı suratımızda patlamaya devam etmezdi. Karakterlerini komşumuzda, arkadaşımızda ve bittabi aynada bulabileceğimiz “Bir Akşamdı” hâlâ yaşanıyor olmazdı. Yahut bunlar olurdu, yaşanırdı da Peyami Safa unutulur, yaşamamış sayılırdı. Oysa o, çocukken girdiği hastanelerden ömür boyu kurtulamayacağını bile bile hayata tutundu, maddî sıkıntılara eklenen fiziksel sorunlarını edebiyat tutkusuyla yendi. Nitekim böyle doğmadı mı Sözde Kızlar (1923), Şimşek (1923), Bir Akşamdı (1924), Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925), Cânân (1925), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Atillâ (1931), Fatih-Harbiye (1932), Bir Tereddüdün Romanı (1933), Matmazel Noralya’nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1959), Din, İnkılâp, İrtica (1971).
Eğer zorluksa mevzu, onun yaşamında en çetin hâlleriyle vardı. Babasız büyümenin sıkıntıları diken diken batıyordu yüreğine. Kuru ekmeğin boğazında takılı kaldığı günlerde hasta ve yalnız bir adamı yazmaya, üretmeye güdüleyen neydi?