İşlerim ve hayatım yoğundu, oradan oraya koşturuyordum. Şehirden şehre de gidişlerle birlikte hava değişimi de çarpıyordu beni ne yalan söyleyeyim. Bu süreçte “Harekette bereket vardır” demeyi de elbette unutmuyor ve bu sözle avunuyordum.
Fakat bazen havanın soğuğuna rağmen ensenizden aşağı tıpır tıpır terler akar, nefes almak için burnunuz yetmeyince ağzınızı kocaman açıp “kulaklarımın yanından iki de solungacım çıksa hayatım daha kolay olurdu” dersiniz, bir de yaşadığınız ülkedeki felaket haberlerinin üst üste gelişi ile titrersiniz ya… İşte o duruma ne ad verilir biliyor musunuz? Birçok adı var! “Sıkıntı”, “ruhsal bunalım”, “bıkkınlık”, “hayattan zevk alamama”, “depresyon”, “arayış”…
Bu adlarla yoğrulurken, gülümsememe rağmen içimdeki depremler ve kıtaların birbirlerine yaklaşmasını kıskandıracak çalkantılarla boğuşuyordum. Böyle durumlarda yapılması gerekenlerin listesi uzadıkça uzar. Google Amca ya da Yandex Teyze’ye bu konuda danışsanız bir milyon tane bilgi kaynağı ile yardımınıza koşarken bir yandan da kafanızı karıştırırlar.
İşte böyle bir ruh halindeyken gittim oraya… Nereye mi? Suyun bol, dünyanın dört bir yanından canlıların bir arada olduğu İstanbul Akvaryum’a!
Akvaryum girişinde birkaç tane balık ve artık simgesi haline gelen oval biçimde tavandan zemine kadar uzanan cam akvaryum şeklindeki tüneli göreceğimi düşünüyordum.
Bu yazıyı okuyan sponsor yazısı, viral reklam sanmasın, kişi başı 35 TL’yi sayarak biletimizi alıp girdik. Bir ara “Açık öğretim fakültesine yazılsam da öğrenci indiriminden yararlansam mı?” diye de düşünmedim değil.
Her neyse içeri girince adını bile bilmediğim irili ufaklı birçok balığın olduğu akvaryumlar karşıladı beni. Her birine ilgiyle bakarken sürekli ileri doğru yürüme halinde olduğumu fark edemedim. Meğer mekan çok büyükmüş ve görecek çok şey varmış!
Rengarenk balıkları ve deniz canlılarını dünyadaki deniz bölgelerine göre ayırmışlar. Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz, İstanbul Boğazı, Ege, Süveyş Kanalı, Antarktika, Cebelitarık, Akdeniz, Pasifik Okyanusu, Amazon Yağmur Ormanı gibi birçok bölgeye has deniz canlısını tek tek görüyorsunuz.
Fakat ben o kadar çok deniz canlısını görürken bir yandan da tüm stresimden, can sıkıntısından ve problem olarak gördüğüm olaylardan sıyrıldığımı fark ettim. Güneşin dik ışın huzmelerini en dibe gönderiyormuşçasına yansıtılan ışıkla birlikte kendimi gerçekten denizin dibinde hissettim. Belki de anne karnındaki saflık dönemime döndüm.
Uzmanlar insanın ruh durumundaki sıkıntılı anlarında kaynar olmayan sıcak su dolu bir küvete girmesini tavsiye ederken haklılardı. 37 derecedeki anne karnındaki su ile ne soğuk ne sıcak bebeğe etki etmezken, darbelerden ve “kötülüklerden” de bu sıvı sayesinde korunuyordu.
Bebek doğunca bu sıvıdan ayrılıp ağlarken ciğerlerine dolan su dışındaki bir havayla neye uğradığını şaşırıyordu. İnsanoğlu sudan geliyordu…
Ben de bu akvaryumda özüme dönmüştüm. Suyun sesi, görüntüsü ve çevremi saran akvaryum dekorasyonuyla saflaşmış ve bebeklik dönemime dönmüştüm.
Kafamın üstünden geçen kalkan balığının komik bir biçimde küfür edercesine ağzını oynatması, köpek balığının kesici dişleriyle tezat biçimde sevimli görünecek bir şekilde bana bakması, “şu desende elbisem olsa da giysem” diyerek özenerek baktığım rengarenk balıkların gözlerimi şenlendirmesiyle canımı sıkan her şeyi unuttum.
Tüm deniz canlılarını bir çatı altında görürken, hayatımda ilk kez gördüğüm inek balığı ile de yakınlaştım. Aramızdaki tek engel akvaryumun camıydı. Elimi nereye koysam, sapsarı derili ve şaşkın bakışlı balık oraya geliyordu.
Son durak ise Amazon Ormanlarıydı. Solunum ve kalp rahatsızlığı olanların girmemesi gerektiği uyarısını okuduktan sonra sağlığımıza şükrederek içeri girdik. Gerçekten haklı bir uyarıydı. Deri montlarımız ve kalın çizmelerimizle içeri girince terden sırılsıklam olduğumuzu hissettik. Çizmeleri ayağımdan çıkarıp atmak istedim. Çok basık ve nemli bir hava vardı.
Dünyanın en zehirli taş balığı, mavi kanlı yengeç, caretta carettaları görmekle yetinmeyip, “pirana yok mu pirana?” diyen arkadaşa da en güzel cevabı Amazon Ormanları verdi. “Hadi elini akvaryuma sok” dercesine sevimli bakan piranalar, keskin dişlerini saklamak için ağızlarını da sımsıkı kapatıyorlardı.
Bir de dünyanın en büyük faresi olan ve Amazonlarda yaşayan kapibarayı da gördük mü başımız göğe ermişti. Timsah olduğunu da belirten tabelaları okuyunca heyecanlanmıştık ama timsah göremedik. Ya timsah yoktu, ya da bulduğu koca bir yaprağın altına saklanmıştı.
Son sözüm mü? Canınız mı sıkılıyor, bunaldınız mı, vurun kendinizi İstanbul Akvaryum’un yoluna… Ananızın karnını hatırlamak için ideal!
*
Seren Muyan