Kabul ediyorum, bu fikri Nick Hornby’nin Hece Cümbüşü (Sel Yayıncılık, Çeviren: Defne Orhun, 2005) isimli kitabından (ç)aldım. Hornby’nin bu kitabı aslında her ay Believer dergisine yazdığı kitap eleştirilerinin toplamı. Ancak tabii; birçok derleme yazılardan oluşturulan kitabın aksine ilginç bir sürekliliğe de sahip. Hornby iyi bir yazar olduğu kadar iyi bir okur, iyi bir okur olduğu kadar da iyi bir kitap eleştirmeni, dolayısıyla bu kitap bir çırpıda bitiveriyor. Kitapta Hornby’nin her ay aldığı kitaplar listeleniyor önce, sonra da okuduklarının bir listesi var. Yazar sırasıyla okudukları hakkındaki düşüncelerini paylaşıyor okurla, işte ben de tam bunu yapmak istiyorum, üstelik Hornby gibi o sıra ruh haliminin ne olduğundan da söz edesim var, günlük bir iki olaydan veyahut bir kitabı niye bitiremediğimi gerekçelendirmek de istiyorum.
İtiraf ediyorum, ben bir kitapkoliğim, harfkoliğim, ne derseniz deyin, müthiş bir açlıkla okuyorum kitapları, kimi hiç bitmesin istiyorum, üstelik bu duygu bende neredeyse otuz yıldır var, geçmiyor, bitmiyor, açıkçası bitmesini de pek istemiyorum. Bu yüzden günde bir kitap bitirdiğim bile oluyor ve evet ne şanslıyım ki işim yazı yazmak, çoğunlukla da kitaplar hakkında yazmak… Bu yüzden şimdi buradayım, size bu ay okuduğum kitapları, bazen de okumadıklarımı, okuyamadıklarımı anlatacağım.
Hece Cümbüşü Hornby’den okuduğum üçüncü kitap; her kitap bitiminde şunu söylüyorum; evet, ben Hornby’yi seviyorum… Yazarın Arsenal’ın kazandığı her maçın ardından Londra’da Bailey adında bir puba gittiğini öğrenmiş bulunuyorum bu kitaptan, gelecekte yapacağım bir Londra seyahatini Arsenal maçına denk getirebilir miyim acaba? Bir de bakın ne öğrendim… Hornby’nin çocuklarından biri otistikmiş, bu yüzden de Süper İyi Günler (bizde de bayağı yankı bulan bir kitap olmuştu bu) gibi otizimle alakalı bütün kitaplar kendisine yollanıyormuş, Hornby bu durumdan cidden şikayetçi olduğunu belirtiyor kitabında; “Ben” diyor, “gerçeklerden kaçmak için kitap okuyorum, bu kitaplar beni deli ediyor…” Zaten Süper İyi Günler’i hiç beğenmemiş.
Goethe’den Genç Werther’in Acıları’nı periyodik olarak okuma alışkanlığı var bende. Periyotlar on beş yıl sürüyor gerçi. Yirmi yaşında falan mı okumuştum bu kitabı? Geçen gün, tekrar aldım elime, böylelikle de ikinci defa okumuş oldum. (Adam Yayınları, Çeviren: Yüksel Pazarkaya, 2004). Werther sorunsuz, kaygısız ve düpedüz mutlu bir genç adamken birdenbire Lotte’yle karşılaştığında hayatı sekteye uğruyor. Werther’in bütün benliğini sarıyor aşk, başka bir şey düşünemez oluyor, ancak tabii Albert’le evlenmek üzere olan ve nihayetinde de evlenen Lotte Werther’in duygularına Werther’in arzu ettiği biçimde yanıt vermiyor. Bu karşılıksız aşkın Werther’i uçarçasına bir mutluluktan intihara nasıl sürüklediğine tanık oluyor okur. Goethe bu kitabı 25 yaşında yazmış ve yazıldığı tarihin üstünden neredeyse üç yüz koca yıl geçmiş… Ustanın önünde saygıyla eğildim ben de kitabı kapatınca, bir de kendime başka Goethe kitapları da okumak için söz verdim…
Hollywood Fahişesi’nin kapağında mini bir eteğin altında iki güzel bacak var. Bir fahişeyi temsil ediyor olabilir mi? Öyle bile olsa Hollywood Fahişesi aslında bir fahişeyle ilgili değil. İşi Hollywood starlarının asistanlığını yapmak olan, daha doğrusu ayak işlerine kadar koşturan bir kadının hikayesi. Yazar sahiden de yirmi yıl boyunca bu işi yapmış. Bilmem kimin yılan derisi ceketini kuru temizlemeciden almış, bilmem kimin kırılan klozet kapağını değiştirmiş, bir diğerinin de silah koleksiyonundaki parçaları temizlemiş. Olabilir tabii, bu da bir iş. Ama o bu işi en sonunda bir tür fahişelik olarak görmeye başlamış ve sıkılıp isyan ettikten sonra da bir kurgu ile gördüklerini, bildiklerini ifşa etmiş. Kurgu başarılı değil ama. “Bugün Ferrari’yi tamire götüreceğim, yarın şampanya ısmarlayacağım”dan öteye geçmiyor kitap, “hadi” diyor insan okurken, “sadede gel, bir şeyler olsun…” Maalesef olmuyor bir şeyler, öylece bitiyor kitap. (Heather H. Howard, Çeviren: Senem Şen, April Yayıncılık, 2006)
Holywood konseptine doyamamış olacağım ki, ardından Hollywood Paranoyası’nı okurken buldum kendimi geçtiğimiz ay. (Osvaldo Soriano, Çeviren: Pınar savaş, Agora Kitaplığı, 2006). Çok etkileyici bir kitaptı. Polisiye serisinden, ama ben olsam sadece bir seriye bu kitabı hapsetmek istemezdim. Kitapta yazar da karakterlerden biri. Lorel ile Hardy hakkında yazan Soriano, daha çok bilgi edinmek için biriktirdiği paralarla kendini Hollywood’a atıyor, burada Hardy’yi tanıyan bir dedektifle karşılaşıyor. İkili parasızlıkla, her bilgi almaya çalıştıklarında yedikleri dayaklarla okuyucuyu şaşırtıyor. Ama aslında en şaşırtıcı yanı kitabın finali oluyor; amaç ikili hakkında bilgi toplayıp yazmakken yazarın başından geçenlerden öteye geçemiyor anlatılanlar, kitabın sonunda hala hiçbir şey bilmiyor oluyoruz ikili hakkında. Ancak Charlie Chaplin, Oscar törenleri vesaire hakkında bir sürü şey öğreniyoruz… İlaç gibi bir roman… Gelecek ay görüşmek üzere…
Ece Arar
ece@yerdeniz.com.tr