BÜYÜMEK

0
979

 

 

 

“Büyümek istemiyorum çünkü o zaman sorumluluklarım artacak ve tıpkı annem ve babam gibi çok yorulacağım.” demişti, evin en küçüğü olarak dünyaya gelmiş olan güzel kız.

Onunla karşılaşma nedenimizse tam olarak güvensizliği ve derslerinde hak ettiği başarıyı yakalayamayışı idi. Ama yukarıdaki kararı onu nasıl ilerletebilirdi ki? Büyümek, sadece fiziksel gelişimin adı değil aynı zamanda kendi yeteneklerini, kapasitesini de gereği gibi ortaya koyarak zihinsel ve ruhsal gelişimin adıydı. Zira hiçbirimizin yaşı kimliğimizdeki rakamın karşılığı değildi. Yaşımız, yaşamdan ne kadar alabildiğimize ait bir karşılıktı.

Nedense gerek çocuk gerekse gençlerde sıklıkla rastladığım bir problemdi; büyümekten korku… Hatta bazı çocuklarda kendisini fiziksel olarak da yaşıtlarından çok küçük bırakan bir nedendi. Aileler ise şaşkınlıkla neden çocuklarının gelişiminin yavaş olduğunu, neden büyüyemediğini anlamaya çalışarak çeşitli tedaviler için uğraş veriyorlardı; ilaç veya vitamin destekleri vs. Oysa aynı zamanda ruhsal bir canlı olan o beyinlerin:

“Küçük kalırsam güvende olurum.” kararından kimsenin haberi yoktu.

Bu durumun daha çok evin en küçüğü olarak dünyaya gelen çocuklara “sen küçüksün” şeklindeki ifadelerin sıklıkla zikredilerek beyinlerinin şartlanması nedeniyle bazen de yanlarında tekrar edilen aşağıdaki benzer cümleler nedeniyle gerçekleştiği kaydedilebilir:

“Yaşam zordur, mücadeledir.”

“ Zaman çok kötü ve güvensiz insanlarla doludur.”

“ Büyümek zordur.”

“ Büyüdükçe sorumlulukların artacak.”

“ Biz yetişkinler olarak hiç bir şeye tam olarak yetişemiyoruz.”

“ Hep yorgunuz.”

“ Senin yerine biz yaparız, sen yorulma.”

“ Sana kıyamayız.”

Hep küçük olduğuna inanmak isteyen bir zihinse yaşı ilerlediğinde genellikle hiç sorumluluk almak istemeyen, bir işte süreklilik arz edemeyip ya sürekli iş değiştirip periyodik olarak işsiz kalan yahut da gerçek başarı ve kapasitesini hakkıyla bir türlü sergileyemeyip hak ettiği konuma yükselemeyen bir yaşamı seçer.

Ailesine artık çocuklarının büyüyor olduğunu görmeyi seçmelerini ve iyi niyetle de olsa gösterdikleri aşırı sevgi ve özel muamele tarzını bir an önce bırakmaları gereğini anlatırken annenin gözleri doldu.

“Peki, ama nasıl?” diye sordu.

“Onu biz hep el bebek gül bebek büyüttük, o üzülmesin diye ablaları ve ben her şeyi onun yerine yaptık!” diye ekledi.

İşte zaten asıl sorunumuz da bunlardı; doğru sandıklarımız, zanlarımız… Ancak bir başka gerçek daha vardı ki; gerek aile kurarken gerekse de evlat yetiştirirken ülkemizde bu konulara ilişkin disiplinli ve düzenli hiç bir eğitimin önemsenmeyişi ve bir türlü sistemli şekilde verilemeyişiydi. Dolayısıyla her birey ailesinde gördüğü modeli örnek alarak ve kulaktan doğma öğrendikleri ile bir aile kuruyor ve çocuklar yetiştiriyordu. Böylece doğru zannettiklerimiz de nesilden nesile armağan edilir hale geliyordu. Sonuçtaysa ortaya “büyüyemeyen bir toplum” manzarası çıkıyordu.

Evin en küçüğü olarak sorumluluktan çok uzak şekilde, el bebek gül bebek olarak yetiştirilmeye çalışılan bu çocuklarda aynı zamanda doğal bir sonuç olarak yaşından küçük konuşmalar ve davranış modelleri görülüyordu. Hatta aynı durumda olan bazı çocuklarda uzun süreli olarak altını ıslatmalara da rastlamak mümkündü.

Etrafımıza baktığımızda sevgisiz büyüdüğü gibi aşırı sevgiyle de büyüyerek hayır kelimesini duyamamış olan çocukların bu her iki zıt yetiştirilme tarzında geleceklerinde çeşitli zorluklar çektiğine ve yaşam şartlarına ve arkadaşlarına uyumda çeşitli sorunlar yaşadığına tanıklık edebiliriz. Sevgisiz çocuklar öfkeli, aşırı korumacı yetişenler de ya fazlasıyla rahat ya fazlasıyla endişeli davranışlar sergilemektedirler. Sonuçta her iki karakterin de kendilerine ve insanlara güvensiz olarak yaşamını sürdürmekte olduğu görülmektedir.

Bazen yaşamdan uzak durma ve kendi gerçekliğini saklama panikatak hastalığına da davetiye çıkarabilir. Çünkü bu hastalık her ne kadar temelde ölüm korkusu olarak nitelendirilse de aslında yaşamın içinde var olabilmesi ve hayallerini hayata geçirebilmesi sorunuyla ilgilidir. Bu nedenle genellikle yeni bir işe başlama yahut yeni bir ilişkiye, yeni bir sosyal ortama başlama niyetinde iken veya bir yer değişimi, bir kariyer yükselişi yaşamaya hazırlanırken bazen “küçük kalma niyetindeki zihin” atak geçirebilir.

Peki, ne söylemeye çalışmaktadır kalbi hızla çarparken kişi?

Gerçekte asıl ihtiyacı olan nedir?

Kalbi hızla çarpan kişi aslında başarabilir miyim sorusuna olan endişelerini dile getirmektedir. İhtiyacı olan tek şeyse cesurca kararlarını hayata geçirmek, kendi gücünü vazgeçmeden ortaya koymaktır.

En son çalışmakta olduğum danışanım da panik atak rahatsızlığının zihinsel nedeni ve çözümleri üzerine görüşme talep etmişti. Harika karikatürler çizen, ikinci üniversitesini bitirmekte olan bir gençti ama tıpkı çoğumuzun problemi gibi kendi değerinin ve gücünün farkında değildi. Sürekli aşağılayıp yargılayan bir ilkokul öğretmeninin elinde en temel öğrenimini görmüş ve o sıralarda bırakmıştı; aslında kim olduğu gerçeğini. Annesi kendisini uyandırmasa uyanamayan, o yanında olmasa neredeyse hiçbir yere yalnız gitmek istemeyen bir gençti. Bu amaçla gençlerin üniversiteyi mümkünse ailelerinden uzak bir şehirde okuyarak yaşadıkları akvaryumun dışına çıkmaları gerektiğini özellikle vurgularım. Uzaklaşmak; belki öncelikle fiziksel bir ayrılıksa da ardından ruhsal bir ayrılık için de bir basamak, bir ön adımdır. Kısaca uzaklaşmak, büyümek için bir gerekliliktir.

Büyümek deyince benim aklıma nedense çocuk yaşta evimizde beslediğimiz kedim ve onun hafızama kazınan bir resmi gelir. Zaten doğadaki her şeyin bizim yaşam tarzımız, duruşumuz için birer örneklik teşkil ettiğine inanırım ki; bu çok eski inanç ve kültürlerde de bu şekilde kabul edilmiştir. Örneğin; Kızılderililer hayvanlar ve doğadaki cisimlerle isimlenmişler, Çinliler burçlarına isim olarak yine hayvan isimleri vermişler ve takvimlerini onların en karakteristik özelliğiyle sembolleştirerek tanımlamışlardır. Benim için de bir annenin nasıl olması gerektiğini kendisinde gözlemleyip seyrettiğim, görünümüyle bir kaplanı andıran sevimli kedim vardı. Doğum yaptıktan sonra şefkatle yavrularını emzirip beslemiş, onları dikkatle koruyup büyüttükten sonra da bir gün bahçede hepimize bir yaşam dersi vermişti. Yavrular artık yürüyebiliyor, koşup atlayabiliyor hale geldiği zaman birkaç tanesi hala annesinin yanından ayrılmak istemediğinde onları pençeleriyle itmiş ve bütün hışmıyla kovmaya çalışmıştı. O bahçede belki bu mevcut manzarayı bir çok kişi ilkel bir durum olarak nitelemişti bazılarımızsa anlamıştı; annenin bir görevinin de yavrularının korkmadan yaşama dahil olmasına izin vermek, onlara cesaret vermek ve alan tanımak olduğunu. Anne kedinin öfkesi yavrularına olan sevgisindendi ve işte asıl o an, gerçek bir annelik yapmıştı; yedirip korumaktan öte o gözbebeklerini özgür bırakmayı seçerken…

Benim için de doğduğum evden uzaklaşmak kolay olmamıştı. Üniversite tercihlerini yaptığım günlerde babam bana şunu söylemişti:

“Bak bu masanın ayakları dört tane, üç tane olursa taşıyamaz, değil mi?”

Bu soru bir cevap gibiydi. Mesajı almıştım; babam uzaklara gitmemi istememişti. Ben de öyle yaptım. Ama üzerinden on yıl geçtikten sonra:

“Baba ben gidiyorum” dedim ve çıkıp gittim. Ama beyaz bir gelinlikle dünya evine değil, kendi başıma bir hayat kurmaya, kendimle buluşup tanışmaya. Belki on yıl gecikmeliydi ama yine de geriye baktığımda tüm yaşadıklarım bir masanın ayağı olmadığımı anlamamı sağlatmıştı. Ben, bilakis kendi ayakları üzerinde kendi yükümlülükleriyle durması gereken apayrı bir bireydim ve yaşam beni merkezine çağırıyordu duyuyordum; kendi yaşamım… O kedi yavruları gibi ilerlemekte tereddüt eden tarafım korku duyuyor olmasına rağmen yine de ilerliyordu. Çünkü biliyordu; kalırsa hep aynı kişi olarak kalacağını.

Panik atak hastası olan gençle yaptığımız hipnotik seanslar sonucunda kendisini yaşamda “var” hissettiği anları zihin dünyasına yeniden hatırlattıkça ve yalnız ama kendi hedeflerine yürüyebilen bir kişi olarak gelecek planlarını itinayla inşa ettikçe, bir anda ataklarının sayısı belirgin şekilde azalma gösterdi. Hatta geçirdiği son ataklarını da o güne dek gördüğü en hafif düzeydeki çarpıntılar olarak niteledi. Yaşam yani Allah’ın planı, kollarını açmış bir gelin gibi onu bekliyorken o da artık bunu görebiliyordu.

Evin en küçüğü olarak her dediği gerçekleştirilmiş olan kızımız ise sorumluluk kavramını zihninde yeniden doğru tanımıyla yerine oturtmalıydı. Ne demekti şu sorumluluk? Sonunda gördü ki; hayat hep tatil günü gibi olursa bir süre sonra çok sıkıcı hale gelebilir ve kişinin sadece kendine ait olan sorumlulukları ona kesinlikle ağır gelmez. Üstelik kişinin sorumlulukları yaşıyla beraber artarken kişinin aklı, deneyimleri ve bilgeliği de artmaktadır. Bu sayede o güzel, genç kız kendisini karşıdan üçüncü bir gözle seyredip üçüncü bir kulakla dinlediğinde “büyüme” fikrinde karar kılmayı başardı. O zaten ne küçüktü ne büyük, o sadece kendi yaşı kadardı ve büyük ya da küçük olmak, rakamlarda değil davranışlarımızdaki karelerde saklı bir tanım olabilirdi.

İlerleyen günlerde babasının kızına gösterdiği sevgi anlayışının kızını nasıl küçük bıraktığı konusunda konuştuk. Genelde tersi durumu gözlemlediğimiz toplumumuzda bu kez de “evladını küçük bırakacak” bir sevgiye tanıklık ediyorduk. Zamanı geldiğinde uzaklara gitmek istediğini hevesle anlatan kızına babası sıklıkla şunu söylüyordu:

“Kızım, ben seni nasıl bırakabilir, senden nasıl ayrılabilirim ki?”

Zamanı geldiğinde bırakabilmek, ayrılabilmek şeklindeki kararlar maalesef her ebeveynin alabildikleri kararlar değildi. İşte bu durumda görüldüğü gibi sadece çocuk aileden öğrenmiyor belki en az öğrendikleri kadar onlara da özel bir öğretmenlik yapıyordu. Peki, kaç ebeveyn şu soruyu sorabiliyordu; sahi, benim evladım yaşamımda bana neleri fark ettiriyor?

Çocukların ailelerine bazen tek cümleyle söyledikleri sözler dahi son derece anlamlı ve vurucu olabilmektedir. Çoğu zaman bir çocuk gözüyle ama kirlenmemiş dünyalarıyla öyle bir gerçeğe dokunmaktadırlar ki; bu yakınlarını dahi şaşırtabilmektedir.

Yaşam yolunda sorduğumuz sorularsa aslında bizim kim olduğumuzun ve nasıl yaşadığımızın da göstergesi durumundadır. Bir yazar şöyle söyler:

 

“Sorular, cevaplardır.”

 

Büyüme kararı alan genç kız ve onu büyütme kararı alan ailesiyle vedalaşırken yine tanıdık bir istek geldi; görüşmeye devam etme isteği. Bu anda karşımdaki danışanıma kapıyı aralık bırakmakla birlikte ona yeni bir bağımlılık oluşturmamak kısacası yine küçük kalmasına sebebiyet vermemek için gayret sarf ettim. Zaten bu durumlarda söz konusu mesafeyi danışanlarım da hissederek hep saygı duyarlar ve bilirler ki; devam eden her görüşme aldığımız kararların hayata geçmesine ilişkin gelişmelere dairdir. Zaten başa dönmeye izin vermeyerek gerektiğinde hemen sorarım:

“Sizin inandığınızı gerçekleştirmeyişinize dair engeliniz nedir? Neden erteliyorsunuz?”

Ertelemek sorumluluktan kaçmak isteyen içimizdeki tarafın bildiği en kolay eylemdir. Rahattır ve risk taşımaz. Ama beraberinde yaşamın fırsatlarına ve güzelliklerine bir pencereden seyreder gibi karşıdan baktıran ağır bir bedeli gerektirir ve geride birçok belki ile keşke biriktirir. Sonundaysa o kaçtığı sorumlulukların büyüye büyüye önünde kartopu halinde durduğunu gördüğünde en çok üzülen taraf da yine kendisi oluverir. Oysa şimdiden büyük, küçük şeklinde ayırım yapmaksızın kendimizi dilediğimiz gibi ikna edebiliriz:

“Şimdi… Neleri ertelediğimi hatırlıyorum.

Şimdi… Yaşamın bana sunduklarını görüyorum.

Şimdi… Sorumluluk almayı, risk almayı seçiyorum.

Şimdi… Kendi sorumluluklarımı taşıyabilecek güçteyim.

Şimdi… Tüm akıl, yetenek ve deneyimlerimle buradayım.

Şimdi… Büyümeye hazırım…”

YOL

 

Dua

Onunla konuşmak

Yazmak

Kendisiyle konuşmak

Susmak

Hayatı duymak

Durmak

Hayata yer açmak.

 

Yürümek

Ona doğru

Hiç sapmadan

Dosdoğru

Yol belli; adı sevgi

Doğrular içinde en doğru.

Dün

Mevcut değil

Bugün

Durağan değil

Yarın

Kesin değil

Zaman

Sınırsız değil.

 

Yürümek

Ona doğru

Hiç sapmadan

Dosdoğru

Yol belli; adı sevgi

Doğrular içinde en doğru.

 

 

 

 

 

ASLI HATİCE ARUSAN
Psiko-zihin Uzmanı

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız