İnsan kendisi hakkında derin bir güvene sahip değildir. Kendini var oluşa teslim edemez. Teslimiyet ancak sonsuz güven ve öylelikler içinde yaşamakla olur. Bunun yerine insan gerekliliklerle yaşamayı seçmiştir. Akışı unutmuş, kendi özünden uzaklaşmış olduğu için güveni kalmamıştır. Bilinmeyen her zaman korku ve güvensizlik yaratır. İnsan kendini tanımadığı için neler yapabileceğini de bilemez olmuştur. Tabi bu tablonun dışında kalan istisnalar vardır.
Tarihe baktığımızda bazı insanların mucizeler yarattığını görebiliyoruz.
Nasıl mı?
—Elbette sadece kendilerini tanıyarak gerçekleştirdiler mucizelerini.
Peki, insanın kendini tanımak için nelere ihtiyacı vardır?
—Bir aynaya ve ışığa.
Bu ayna nasıl gösterecek gerçekleri ve ışık nereden gelecek?
—İnsana en iyi ışık yine insandan gelir. En iyi aynada yine insandır.
Geçmişe baktığımızda iz bırakan kişilerin çoğunun başarılarını ayna ve ışık kullanmalarına borçlu olduklarını görebiliriz.
Sokrates Platon’a ışık tutmuş ayna olmuştur. Platon kendi çiçeğini felsefe fen ve matematik alanında açarak kendi potansiyelini ortaya çıkarmış kendini gerçekleştirmiştir. Hatta eflatun “Kendini tanı, Dünyayı yönet” demiş ve bu sözü öğrencisi Aristo’nun öğrencisi İskender yerine getirmiştir.
Platon Aristo’ya ışık olmuş ve Aristo mantık alanında çiçek açmıştır.
Aristo ise Büyük İskender’e ışık ve ayna olmuş bu şekilde kendi potansiyelini ortaya çıkaran Büyük İskender genç yaşta dünyanın neredeyse üçte ikisini fethetmiştir. Hatta Aristo’ya olan hayranlığını şu sözlerle dile getirmiştir; “Babama hayatımı borçluyum, Aristo’ya ise değerli bir hayat sürme bilgisini”.
Ya Şems ve Mevlana?
Şems Mevlana’ya ayna oldu. Mevlana aynada gördüğü kendi eşsiz güzelliğine hayran oldu. Şems Mevlâna’yı ateşledi, ama karşısında öyle bir volkan patladı ki, sıcaklığında Şems de yandı. Mevlana kendine “hamuş” derdi “suskun” anlamında. Şemsten sonra Mevlana’nın dilinden inciler döküldü.
Tasavvufta bu ayna ve ışık tutma olayı mürşit-mürit ilişkisi denmiş. Milattan önce Sokrat-Platon, Platon-Aristo ve Aristo-İskender gibi ilişkilere öğrenci öğretmen ilişkisi denmiştir. Tarihte her zaman bu tür ilişkiler olmuştur. Kendi topraklarımızdaki tarihe baktığımızda Selçuklu döneminde başlayan ve Osmanlı döneminde de devam eden lalalığın da bu türden bir ilişki olduğunu görüyoruz. Tabi buradaki fark lalanın öğrencisinin genelde imparatorluğun şehzadelerinden olmasıdır.
Bir de toplumsal paradoksları açan insanları nedenselliğin değişik boyutlarına götüren Nasreddin hoca var. O da topluma ışık ve ayna olmuş bilgelerdendir.
Şimdilerde bu ayna ve ışık olma ilişkisini modern yaşamda “koçluk” adıyla kullanıyoruz. Sanki yeni bir yöntemmiş gibi algılanan koçluk aslında çağlar öncesinin vazgeçilmez yöntemiydi. Fakat değişen sürekli akan dünyada her konuda olduğu gibi koçluk da daha sistematik olarak uygulanmaya başlandı.
Hatta bu ilişkiyi şimdi dizilerde bile görmeniz mümkün. Ezel ve Dayı’yı seyredenler bilirler. Aslında insanların çoğu da bu diziyi bu ilişki nedeniyle seyrediyorlar. Çünkü dayı Ezel’in koçu olarak sürekli onu kendisiyle yüzleştiriyor. Kendisiyle yüzleştikçe kendini keşfeden ezel her geçen gün kendi potansiyeli ortaya çıkarak bir tohum gibi büyümeye ve çiçek açmaya devam ediyor.
Tarih boyunca insan insanda buldu kendini. İnsan insanın aynasında ve ışığında kendini gördü ve pişirdi. Şimdi buna koçluk diyoruz. Fakat baktığımızda tüm bu ilişkilerin bir pişme süresi olduğunu ve ortalama 2–5 yıl arasında kişinin kendi ışığının yandığını görüyoruz.
Sizi özünüzle tanıştıracak her ışığa korkmadan ilerleyin çünkü yanmadan yeniden doğuş olmaz. Güzellikler ancak içeriden gelir.
Sevgiyle paylaştım…
Deniz Ağgül Güler
www.gencgelisim.com