Seçim

0
843

Bizim mahallede Kör Selim diye birisi vardı.

Hayal meyal hatırlıyorum onu.

Biz daha küçüktük.

Sokak aralarında top koşturur, oyun oynardık sabahtan akşama. Gece yarısı olurdu eve girene kadar. Apar topar karnımızı doyurur, sızıp kalırdık bir köşede. Sabah kahvaltısına çağıran annemizin sesiyle gelirdik kendimize. Yeni bir gün yeni oyunlar demekti bizim için.

 

Kör Selim yaşlı bir adamdı.

Elinde baston, nefes nefese, birkaç adımda bir durup dinlenerek kahveden gelirdi. İmrenerek bakardı bize. Başımızı okşardı kimi zaman.

Cebinden çıkarıp şeker verdiği de olurdu. Kendi kendine konuşurdu, duyardık, ne demek istediğini anlamazdık, gülüp geçerdik.

-Ah çocukluk ah, keşke tekrar çocuk olabilsek, nerede o günler. Dünya benim olsa verirdim bir gününe çocukluğumun. İhtiyarlık bedava versen alacak şey değil beyahu, ama çıkıp geliyor danışmadan bir kere, gitmiyor geriye, öylesine arsız bir şey ki. Oynayın çocuklar, oynayın doyasıya, bizim yaşımıza gelince oynayamazsınız, bırak oynamayı, yolda zor yürürsünüz.

 

Bazen yanına sokulur, yarı şaka, yarı ciddi, çocuk aklımızla dalga geçerdik onunla, makineli tüfek gibi öksürürken, biraz da yardım etme düşüncesiyle konuşurduk öyle, çok da kötü niyetli değildik aslında:

-Ne o Selim amca, nefesin sıkıştı mı yine, elinden tutup götürelim mi evine?

 

O bizim bu halimize ve çocukça davranışlarımıza alışmıştı. Çok ciddiye almazdı, kızıp köpürmezdi. Ders verir gibi söylerdi sözünü, biz de anlayacak akıl neredeydi o zamanlar, şimdi düşünüyorum da ne kadar anlamlıydı o söz:

-Evladım! Ben sizin köye gelemem ama, siz nasıl olsa bizim köye gelirsiniz, Hanya’yı Konya’yı öğrenirsiniz o vakit!

 

Benim asıl anlatmak istediğim başka bir şeydi.

Kör Selim amcayla doğrudan ilgisi var olayların.

Selim amca gençliğini ziyan etmiş birisiydi.

Gençlikte p…çlik, yaşlılıkta pislik, derdi yaptıklarına.

İçki, sigara, kumar, hovardalık; karıştırmadığı halt kalmamıştı eskiden.

Aklı birkaç yüz karış havadaymış. Ayakları yer görmüyormuş. En verimli yıllarını boş şeylerin peşinde tüketmiş. Şimdi yaşadığı hastalıklar o yılların eseriymiş.  Evini, ailesini, çocuklarını ihmal etmiş. Hiçbir işte dikiş tutturamamış. İkinci evliliği yapmış ilk karısının gözleri görmez olunca. İyi gününde, sağlıklıyken, her çeşit kahrını çeken biriyle beraber olurken, kötü gününde, elden ayaktan kesildiğinde, düştüğünde, hastalandığında ilgisizliğe terk etmek, üstüne daha sağken başka bir gül koklamak ne kötü bir şeydi, vefasızlığın ta kendisiydi bu.

 

İnsan vefasızdı.

Sözünde durmazdı.

Aceleciydi, sabırsızdı.

Bitmeyen istekleri, uzun emelleri vardı.

Gençliği, güzelliği, iyi günleri hiç bitmeyecek sanıyordu. Çiğneyip geçiyordu sevdiklerini bir kalemde. Yok sayıyordu.

Aklı başına geliyordu  sonra, geliyordu da, iş işten geçmiş oluyordu o zaman.

 

Kör Selim’in bir kızı bir oğlu olmuştu ilk karısından.

İkinci eşinden evlat vermemişti ona Allah.

Oğlu Ali ilkokulu bitirince sağda solda çalışmaya başlamıştı. Akıllı ve girişimci birisiydi. Uyanıktı. Güçlüydü. Taşı sıksa suyunu çıkaracak kadar kuvvetliydi yani. Çalışmaktan yılmazdı.

Parayı tutmasını bilirdi. Daha askere gitmeden, iki göz odanın bir köşesinde bakkalcılık yapmaya  başlamıştı. Okul çocuklarının ihtiyacı olan ufak tefek şeyleri, çok sermaye gerektirmeyen yiyecekleri satıyordu.

 

Nasıl bir cazibe, saltanat, itibar ve rant merkeziyse, insanlar bir kere bir koltuğu kapmaya görsünler, ölene kadar bırakmak istemezler bizim ülkemizde. Elleri tutmaz, ayakları yürümez, gözleri görmez, kendini taşıyamaz olurlar ama, gene de koltuktan vazgeçemezler.

 

Köylerde muhtarlık önemli bir yetki ve güçtür.

Astığı astık, kestiği kestik, tek bir sözü kanun olan biridir muhtar. Her şeyidir köyün. Mühür kimdeyse Süleyman odur anlayacağınız.

 

Bizim köyün muhtarları eskiden yirmi otuz yıl görev yaparlarmış. Yoksulun elindeki avucundakini, tarlasındakini, ahırındaki alan, bu yolla zenginleşen zorba kişilerin hikayelerini çok anlatırdı dedem rahmetlik. Ağlayanın malı gülene yar olmaz, derdi. Mirasa sormuşlar, “nereden geldin, nereye gidiyorsun?”, diye. Mirasçıdan geldim mirasçıya gidiyorum, demiş. İşte böyle, dünya kimseye yar olmamış ki bize olsun, bin yıl yaşadığı söylenen Adem peygamber bile ölmüş. El kiridir dünyaya ait şeyler.

 

 

 

Köylü, uzun seneler kendilerini yöneten muhtardan illallah etmişti  artık. Ellerine geçen ilk fırsatta başlarından savmak istiyorlardı bu belayı. Bilmiyorlardı ki, gelen gideni aratırdı. Onlar eşek oldukça semer vuran bulunurdu her devirde.

Neyse, köylünün bu beklentisi, askerden yeni gelen Ali’nin işine yaradı. Onu muhtar yapmaya karar verdi ileri gelenleri köyün. Gençti, güçlüydü, tuttuğunu koparıyordu. Ağzı iyi laf yapıyordu. Sözünü dinletiyordu. Muhtar olacak adamdı o.

Seçim zamanı yaklaşıyordu. Eski defteri düreceklerdi. Kararlıydılar. Yalnız bir mesele vardı. Adamın yaşı seçilmek için küçüktü. Kaplara kalay, her şeye kolay vardı ölümden başka. Mahkemeye başvurup yaşını büyüttüler Ali’nin. Seçime soktular. Eski muhtara karşı birleştiler, Ali’nin yanında yer aldılar.

 

Ali artık muhtardı.

Kafa kağıdına göre yirmi beşinde, gerçekte yirmi ikisindeydi. Uzun yıllar vardı önünde.

Kısa zamanda önemli çevreler edindi.

Hayvan ticaretini geliştirdi.

Büyük paralar kazandı.

Altına bir taksi, evin önüne traktör altı. Ev yaptırdı, dedesinden kalma ahşap evden kurtuldu. İkinci binayı yaptı çok geçmeden, alt katına bir kahve ve dükkan açtı. Az zamanda büyük işler başardı anlayacağınız.

 

 

 

Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmazmış.

Kısa sürede ve beklenmeyen bir hızla yükselenlere hep şüpheyle bakar bu millet. Kendince haklıdır da. Yılların tecrübesi bu sonuca ulaştırır onları.

 

Makam, mevki, zenginlik birer sınav sebebidir insan için. Öyle bir yük ki, herkes taşıyamaz sırtında doğru dürüst, ezilir ağırlığı altında. Hakkı verilirse, adaletli olunursa, şımartmazsa kişiyi ne âlâ! Ateşten bir gömlektir sırta giyilen. Kor tutmaktır avuçlarında.

Azdıran zenginlikten, bezdiren yoksulluktan Allah’a sığınmak gerek gül kokulu sevgili gibi. Yer azar  rahmetini, kul azar belasını bulur, denilmiştir.

Allah acele etmez kulları gibi, mühlet tanır insanlara.

Zirveye çıkmak değil, orada kalabilmektir mühim olan. Hızlı çıkanın düşüşü tez olurmuş oradan.

Yücelerde fırtınalar sert eser çoğu zaman.

Dumanlı olur başları dağların.

 

Kör  Selim’in Ali basamakları beşer beşer atlıyordu.

Mal, mülk, zenginlik, itibar, şan, şöhret başını döndürmüştü sanki. Ne oldum delisiydi. Sonradan görmek dininden dönmek gibi bir şey miydi? Görmediğin bir oğlu olmuş da yanına yaklaşılmaz olmuş. Zahiren korkunç bir hızla yükselirken, gerçekte akıl almaz biçimde alçalıyordu aşağıların aşağısına, farkında değildi hiç. Yükseldim sanırken alçalmak ne kötü bir sondu.

 

 

 

Alçak gönüllü, sevecen, hoşgörülü, insan canlısı, mütebessim Ali gitmiş; yerine ceberrut, zorba, hoşgörüsüz, kaba, sevgisiz, herkese tepeden bakan, küçük gören, kimseyi adam yerine koymayan, sözün en kötüsünü çekinmeden söyleyen biri olup çıkmıştı.

Herkes ondan çekiniyordu.

İçip geliyor, gece yarısı sesinin yettiği kadar bağırıp çağırıyor, ağza alınmaz küfürler ediyor, dil uzatmadık kimse bırakmıyordu. Devirmedik çam, kırmadık kimse bırakmamıştı. Gelen gideni aratmıştı millete. Kötü giderde iyi gelmezdi.

 

Her şeyin bir sonu vardı.

Bir at kırk yıl yarışmazdı.

Yorulurdu bir süre sonra.

Yıkılıp kalırdı beklenmedik bir zamanda.

Kişiyi yükseklere çıkaranlar, elleri çatlayasıya  alkışlayanlar, bir gün oradan alaşağı edip ayağının altına almasını da bilirlerdi.

Yumuşak atın çiftesi pek  sert olurdu.

 

Dokuz yüz seksen üç seçimleriydi.

Ali muhtar kaybetti.

Kırdığı kalpler, üzdüğü insanlar, aldığı beddualar, bin bir türlü dalavereyle kazandığı paralar ve üzerindeki kul haklarıyla köşesine çekildi.

 

Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.

Hak yerde kalmaz, fakat sahibin bulmazdı.

Herkes ettiğini bulurdu bir gün.

Geri dönüşü başlamıştı Ali Muhtarın.

İtibarlı günleri çok gerilerde kalmıştı.

Düşüşü başlamıştı. Kimse yüzüne bakmaz olmuştu. Her cebinden deste deste paranın çıktığı dönemler yoktu artık. Keseden yemeye başlamıştı. Devran tersine dönmüştü. Tacirlikte eskisi gibi iş yoktu. Hayvancılık bitti bitecek gibiydi. Köy göç veriyordu. Bunca yıl hiçbir şey verememişti köyüne. Ocaklar zarar ediyordu. İşçi alınmıyordu. Eline çantasını alan gençler gurbete gidiyordu. Bakkal ve kahve iş yapmıyordu.

 

İnsan hayatında felaketlerle sevinçler peş peşe gelirmiş. Bir kere yakaya yapıştı mı kolay bırakmazmış sıkıntılar. Her kulun ve günün kendine yeter derdi, tasası bulunurmuş.

Doksanlı yıllardı.

Kör Selim öldü astımdan. Torunları köyü terk ettiler.

İstanbul’u mekan tuttular. Babadan miras kalan içki alışkanlığını  orada sürdürdüler. Temeli haram olan arabalarla bir oraya bir buraya tosladılar. Bir türlü bellerini doğrultamadılar. Ne aç kalıyorlar, ne de tam doyuyorlar, yaşıyorlar öylesine.

 

Ali muhtarın üvey annesi kafayı üşüttü sonunda.

Senelerce aç susuz gezdi dolaştı ortalıkta. İyi gün göstermediği oğulluğu ve gelini, ahir ömründe bakmadılar ona. Bağladılar, kapattılar bir odaya. Soğuk kış günlerinde, üstünde başında yok, yarı çıplak, yemek yüzü görmeden, sıcak bir tas çorba içmeden, buz gibi bir odada sefil perişan öldü de kurtuldu zavallı.

Ölümün nasıl bir güzellik ve kurtuluş olduğunu ona bakıp öğrenmiştim ben. Çok sevdiği kardeşleri, bir zamanlar sırtından indirmediği, kucağından düşürmediği, öz çocuklarına  bakar gibi baktığı torunları bile ilgilenmedi, kapısını açmadı hiç. Düşenin dostu olmaz, sözü bir kere daha  doğrulanmış oldu. Arkasından timsah gözyaşları döktüler utanmadan.

 

Ali Muhtar kalp hastası. Bağkur’dan emekli oldu. Üç beş kuruş maaşı var. Torba dolusu ilaç yanında. Evden dışarı adım atmıyor, insan içine çıkmıyor Karısı iki büklüm dört katlım, sürüngen gibi. Ayakta zor duruyor. Çocuklarından hayır yok.

Rüzgar ektiler, fırtına biçiyorlar. Ettiklerini buluyorlar. Sevgisiz yaşıyorlar yarın endişesi içinde

 

Neriman KARA

 

www.gencgelisim.com

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız