Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun

0
752

 

 

Yıllar önceydi… Küçük bir çocuktum o zamanlar… Soğuk bir kış günü gelen misafirlerin haşarı oğluyla birlikte televizyon izlerken, büyükler de salonda oturup sesli kahkahalar eşliğinde koyu bir sohbete dalmışlardı.

Ne izliyorduk o sırada hatırlamıyorum. Bir çizgi film mi yoksa eğlence programı mıydı? Çok da önemli değil… Birden bir altyazı gözlerimi alarak tüm dikkatimi dağıttı.

Gazeteci Uğur Mumcu Ankara’da evinin önünde öldürüldü.”

Uğur Mumcu kimdi o zamanlar bilmiyordum. Çocukluğumun dünyası o kadar temizdi ki Uğur Mumcu’nun ortaya çıkardığı “kirler” ilgi alanıma girmiyordu.

Koşarak salona, büyüklerin yanına gittim.

“Uğur Mumcu öldürülmüş!” diye bağırırken nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Salondaki kahkahalar bıçakla kesilmiş gibi aniden durmuş ve herkes bir anda sonsuzluğa uzanan fotoğraf karesi gibi donmuş kalmıştı. Keskin bir ses ateş oldu ve donan insanlara sıcaklığıyla can verdi:

“Allah belalarını versin!”

Annemi ilk kez ağlarken görüyordum. Uğur Mumcu kimdi? Tanımadığım bir akrabam mıydı? İnsan tanımadığı biri için ağlar mıydı?

Ertesi gün babam ve ağabeyim Ankara’ya, benim tanımadığım Uğur Mumcu’nun cenazesine gitmişti. Annem pencereden bakarak gözlerinden yaşların akmasına engel olamadan ağlıyor, televizyonda daha önceden hiç görmediğim kadar kalabalık insan toplulukları “Yiğidim Aslanım” türküsüyle tanımadığım “yiğidi” son yolculuğuna uğurluyordu.

Çok geçmeden tanımadığım yiğidin bilge bakan gözlerinin odanın neresine gidersem gideyim beni izlediği hissine kapıldığım fotoğrafı çerçevelenip oturma odasına asılmıştı. Geceleri sokak lambasının vuran ışığıyla aydınlanan fotoğraftaki yüze bakıyordum. Uykuya dalarken gözlerimin önünden bilge bilge bakan gözler gitmiyordu…

Selda Bağcan, Uğur Mumcu için bir türkü seslendirmiş ve bu türkü benim kalbime nur olarak akıp damarlarımda tanımlayamadığım bir ateşin dolaşmasına neden olmuştu.

 

“Bir Pazar sabahıydı,

Ankara kar altında,

Zemheri ayazıydı,

Yaz güneşi koynunda…”

 

Yıllar geçip de büyüdükçe aklım biraz bir şeylere ermeye başlamış ve siyasi kitapları elimden bırakamadığım dönemlere adım atmıştım. Uğur Mumcu’nun “Sakıncalı Piyade” adlı eserini okuyunca kafamdaki yiğit anlayışıyla bu bilge bilge bakan adamı özdeşleştirmeye başlamış ve o türküyü mırıldanmaya devam etmiştim.

 

“Ucuz can pazarıydı,

Kalemim düştü kana,

Zalimler pusudaydı,

Bedenim paramparça”

 

Ve işte büyümüş siyasal bilimde okumaya başlamıştım. İsmet İnönü’nün “Bu ülkede şerefliler de en az şerefsizler kadar cesur olmalı” sözüne sıkıca bağlanmış ve şerefli cesurlardan olmaya ant içmiştim. O an kafamdaki bilge bakışlı yiğidin tek “suçunun” şerefli bir cesur olarak vatanını, milletini, cumhuriyetini sevmesi olduğu için türkünün devamındaki sonla ödüllendirildiğini düşünmüştüm.

 

“Çevirdim anahtarı,

Apansız bir ölüme,

Şarapnel parçaları,

Saplandı ciğerime”

 

Aramızdan ayrılışının 16. yıldönümünde hâlâ hain saldırıyı düzenleyenlerin bulunamaması içimi yakarken Vural Savaş’ın “Hukuk (!) İle Aldatmak” kitabındaki bir bölüm ise beni derin düşüncelere sevk ediyor. Uğur Mumcu gizli istihbarat örgütleri ve teröristlerle ilişkileri belgeleyen bir yazısını 7 Ocak 1993 günü Cumhuriyet’te yazar.

 

8 Ocak günü Uğur Mumcu’yu baş başa öğle yemeği yemeye çağıran İsrail Büyükelçisi sorar: ‘Uğur Bey öldürülmekten korkmuyor musunuz?’

Ve 24 Ocakta Uğur Mumcu öldürülür. Yemekten 16 gün sonra…”

(Yavuz Donat, Sabah Gazetesi, 6 Ağustos 2008 – Vural Savaş, Hukuk İle Aldatmak, sf. 66)

 

Uğurlar olsun,

Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun,

Bir keskin kalem, bir kırık gözlük,

Yürekli Yiğitlere hatıran olsun!

 

*

 

SEREN MUYAN

 

 

 

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız