Şıpsevdi sözcük olarak; “görür görmez gönül veren” anlamına geliyor ki hemen belirtmek gerekirse girişimcilik asla böyle değildir. Girişimcilik de bir sevdadır ama her gördüğüne kapılmak değildir. Uzun vadeli bir düşünce ve planlama, bir anlamda; “sabırla koruktan helva yapma” sanatıdır.
Üniversite yıllarımı hatırlıyorum. Ülkemiz tümüyle bir tarım ülkesi olarak anılıyordu ve hâla karasaban devri hüküm sürüyordu. Traktöre geçişimiz ise Demokrat parti ile başlayan birkaç yıllık bir geçmişe dayanıyordu. Kurtuluş Savaşı sonrasında, Atatürk tarafından tekstil, şeker ve madencilik konularında kurulan birkaç fabrika dışında sanayiden söz etmek mümkün değildi. Tam anlamıyla emekleme dönemindeydik.
Bizler, makine mühendisleri olmanın verdiği heyecanla, elbette bir şeyler üretmek, sanayici olmak arzusuyla yanıp tutuşuyorduk. Ayrıca birkaç kuşak öncesinden beri üretim ve ticaret işleriyle haşır-neşir olmuş bir aileden geliyordum. Ama o devirde gerek sermaye, gerekse teknik birikimlerimiz öylesine yetersiz hâldeydi ki “sanayi” sözcüğünü firma isimlerinde kullanmak bile abartı gibi algılanıyordu.
Bütün bunlara rağmen, esas arzum er veya geç, sanayici olmaktı. Yani ana hedef belliydi. Bütün mesele başlangıç şartlarını sağlamaktı. Bunun için de öncelikle mastır konusu olarak üretimle ilgili bir bölüm seçmem gerekiyordu. Ama ben öyle yapmadım. Gittim, en az ilgili bir konuda karar kıldım: Isı opsiyonu. Yani; sıhhi tesisat, ısıtma-havalandırma, klima konularında ağırlıklı olarak eğitim ve pratik sağlayan bölümü seçtim. Çünkü o gün için girişimci olmanın en kestirme yolu tesisatçılıktan geçiyordu.
Ülkemiz sanayi ülkesi değildi. O yüzden özel girişimcilik gelişmemişti. Üniversiteyi bitirmek demek, devlete kapağı atmakla eş anlamlıydı. Ve ben, bunu istemiyordum. Ama mastır tezini aldığım saygıdeğer hocam Merhum Serbülent Bingöl’ün önerileri doğrultusunda, bir süreliğine de olsa, Bayındırlık Bakanlığı’ndaki görevime başladım.
Devlet memuriyetim topu topu 10 ay sürdü. Hemen ardından özel sektöre geçip şantiyeciliğe soyundum. İlk işim Ankara’da inşaatı süren ve otel olarak kullanılacak bir gökdelenin klima konusundaki şantiye şefi yardımcılığıydı. Ardından askerlik geldi. Sonra aynı firmanın İstanbul’daki merkezine girdim. O gün için çok keyif verici işler yapıyorduk. Tiyatrolar, düğün salonları, tekstil fabrikaları, süt fabrikaları derken 1 Ocak 1969 tarihinde kendi işimi kurdum. Mezuniyetten askerlik dahil, sadece 6 yıl sonra kendi işimizi kurmak hayallerimizi aşan güzellikteydi. Gece-gündüz demeden, deliler gibi çalışıyordum. Bitmeyen işleri eve getiriyordum. Ben hesapları yaparken, eşim de çizim işlerine yardım ediyordu. Uzun vadeli bir plan yapmıştım ve başarıya ulaşmıştım.
Aslında, kendiliğinden gelen bir şey yoktu. Hedefe ulaşmanın dayanılmaz çarpıcılığı altında, gönül dolusu heveslerle, bitmek bilmeyen enerji ile çalışmak, durmaksızın koşmak vardı.
Hayatta hiçbir zaman her şey birden kazanılmıyor. Ne kadar çalışırsanız çalışın, her istediğiniz, her arzuladığınız ânında yerine gelmiyor. Bir anlamda ayak-yorgan meselesi. Yorganınız kısaysa, ayağınızı kısmak zorunda kalıyorsunuz. Özellikle ilk yıllarda, her hareketinizi ölçülü yapmak hayat tarzınız oluyor. Bu ise şu anlama geliyor: Gençliğinizi doyasıya yaşamanız mümkün olmuyor. İşin hazin tarafı; daha sonraları, işleriniz ilerleyince de aynı şeyleri yapıyorsunuz.
Adanmış bir hayat oluyor sizinki. Aileye, eşe ve çocuklara. Sizin bu davranışınızdan, insanınız da ülkeniz de yararlanıyor. Ama siz tadına varamadığınız ya da en azından, başkalarının öyle algıladığı bir hayata razı oluyorsunuz. Bütün heveslerinizi uzak bir tepenin ardında imiş gibi kabullenerek koşuyor, koşuyorsunuz. “dur” yüce emrine kadar…
Gazanfer Sanlıtop
www.gencgelisim.com