Yıllar önceydi.
Kan gövdeyi götürüyordu İstanbul’da.
Günde birkaç kişi ölüyordu.
Bir zamanların emin beldesi, güvenli şehri, dostluk, kardeşlik, yardımlaşma, dayanışma, hoşgörü, uzlaşma ve herkesin bir arada sevgiyle yaşadığı güzellikler diyarı.
Ölümün, zulmün, karanlığın, kinin, nefretin, öfkenin kol gezdiği şehir haline gelmişti.
Hayat olmaktan çıkmıştı hayat.
Esnafı, işçisi, memuru, askeri, polisi, hasılı herkesi kan ağlatıyordu cehenneme dönen sokaklar, ikide bir patlayan silahlar, bombalar, beyhude yere yanan canlar, dökülen camlar, kaçacak yer arıyordu insanlar. Eline silah geçiren sokağa çıkıyor, gözüne kestirdiği dükkanı rahatlıkla soyuyordu. Parsellenmişti her yer, bölünmüştü mahalleler, kurtarılmış bölgeler; orası sizin, burası bizim. Tam bir kör dövüşüydü yaşanan.
Böyle bire zamanda, böyle bir gündeydi.
Esnaf yine de açıyordu dükkanını. Ekmek teknesiydi orası. Çoluk rızkı için ölümü göze alarak iş başı yapıyorlardı her gün.
Erkenden açmıştı dükkanını.
Erken kalkanın yol alacağına, rızkın sabah erken dağıtılacağına inanıyordu. Müslümanın üzerine güneş doğmamalıydı.
Ortalığı, dükkanın önünü sildi süpürdü. Müşteri beklemeye başladı. Nasipte, kısmette ne varsa, Allah’ın tayin ettiği kadar verilecekti. Helal olduktan sonra, az da olsa önemli değildi.
Günün hangi saatiydi?
Kasada epey para birikmiş miydi?
Adam kasanın başındaydı.
Tekkeyi bekliyordu çorba içmek için.
Çalışıp çabalıyordu rızkı için. Faydalı olmaya gayret ediyordu herkese. Görevlerini yerine getirmeye, yoksulları gözetmeye, ihtiyaç sahiplerine ulaşmaya özen gösteriyordu. Onun yanına gelen, kapısını tıklayan, Allah rızası için isteyen eli boş dönmezdi geriye. Önemli olan istemeden vermekti, yoksulluğun acısını hissettirmeden gidermekti ihtiyaçlarını.
Bir anda ne olduğunu anlayamadı adam.
Her şeyi önceden planladıkları anlaşılan silahlı beş altı kişi içeri girdiler paldır küldür.
Birisi kapıya durdu silahını doğrultup. Diğerleri kasaya yöneldiler.
Ele başı olduğu anlaşılan kişi bağırdı bütün gücüyle:
-Davranmayın, yoksa yakarım, kasada ne kadar para varsa ver bakalım bey amca!
İhtiyar şaşkın bir vaziyette ellerini kaldırdı. Nur damlayan sakalları, aydınlık yüzü, meraklı ve şaşkın gözleriyle bakakaldı. Bakışları kapıda bekleyen silahlı adamla buluştu o saniyede.
Çete başı seslendi:
-Haydi efendi, durma, çabuk ol, acelemiz var!
Eline kasanın anahtarlarını aldı. Yanında duran çelik kasaya yöneldi. Titreyen elleriyle acele ediyordu.
Bu adamlar şaka yapmıyorlardı anlaşılan. Gözlerini kırpmadan adam öldürebilirlerdi. Her gün bir esnafın canı yanıyordu böyle.
Anahtarı taktı, tam açacaktı ki, beklenmeyen bir şey gerçekleşti. Olmaz denilen oldu. Kapıda nöbet tutan eli silahlı adam uçarcasına koşup geldi. Kasayı açmak için uğraşan ihtiyar adamın önüne geçti, siper oldu ona karşı, silahını arkadaşlarına doğrulttu. Kendinden emin ve kararlı bir şekilde haykırdı:
-İndirin silahlarınızı, toparlanın, gidiyoruz, tek bir kuruş almadan çıkacağız buradan.
Arkadaşları şaşırıp kaldılar. Ne oluyordu bu adama? İlk defa böyle bir şeye yelteniyordu. Ne yapmak istiyordu acaba? Dediler ki:
-Hayrola! Buraya kadar kaç dükkan soyduk, bir şey demedin? Birden ne oldu sana böyle? Büyülendin mi? Çekil önümüzden, işimize devam edelim!
Fakat o kararlıydı. İhtiyarı korumaya almıştı. Arkadaşlarına engel olacaktı. Sebebini açıklamalıydı. Mahcup bir tavırla dedi ki arkadaşlarına:
-Hayır! Buradan bir iğne bile almayacağız. Benim cesedimi çiğnemeden bir şey almanıza izin vermem. Bu ihtiyar amca, sakallarından ve yüzünden nur damlayan ihtiyar kim biliyor musunuz? Ben yıllardır kumarhane, meyhane ve kahve köşelerinde, ailemi, eşimi ve çocuklarımı ihmal ederken, ilgilenmezken, umursamazken, serserilik yaparken; o, şefkat ve merhamet elini onlara uzattı, bizim eve yiyecek taşıdı, çocuklarıma babalık yaptı, onları okuttu, yetiştirdi.
Eşsiz bir insan o! Ona karşı böyle bir zulmün ve haksızlığın yapılmasına izin veremem. Haydi, gidiyoruz buradan.
Arkadaşlarıyla birlikte özür dilediler, başları önlerinde oradan ayrıldılar. Önemli bir insanlık dersi almışlardı.
Zaman ve yaşanan hayat, olan biten şeyler, kaç asır önce insanları iyilik ve güzelliğe çağıran iki cihan sultanını doğruluyordu.
Az sadaka çok belayı önlüyordu, onun diliyle.
İyilik yapan iyilik buluyordu.
Merhamet edene merhamet ediliyordu.
*Osman Nuri Topbaş, Vakıf, İnfak, Hizmet,86
www.gencgelisim.com