Sait Faik’in “Dülger Balığının Ölümü” adlı hikayesini okudunuz mu? Ben bir şiir güzelliğindeki bu hikayeyi defalarca kez okumuşumdur. Ne diyordu Sait Faik “Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmaya değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar…?” Onur Hınçer
Sait Faik’in “Dülger Balığının Ölümü” adlı hikayesini okudunuz mu? Ben bir şiir güzelliğindeki bu hikayeyi defalarca kez okumuşumdur. Ne diyordu Sait Faik “Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmaya değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar…?”
Yazar, tahmin edeceğiniz gibi balıklardan söz ediyor. Ama sonra bir bakıyorsunuz içlerinden birisini bütün bu balıkların dışında tutuyor. Bu balık dülger balığıdır. Öğreniyoruz ki bu balığın “ne yanar döner pırıltılı pulları” vardır ne de başkaca bir güzelliği. Sait Faik’in tarifiyle “Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır. Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Bir daha kapanmaz.”
Hikayenin hemen ilerleyen bölümünde görürüz; efsaneye göre bu balık eskiden dehşet saçarmış. O kadar ki “Akdeniz’in en gözüpek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, yağmurdan, beladan, işkenceden yılmaz korsanı; dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.”
Günlerden bir gün Hz. İsa dülger balıklarının kaynaştığı suya doğru yürümüş, tutuvermiş içlerinden birini ve kulağına bir şeyler fısıldamış. Bundan sonra dülger balığının ne dehşeti kalmış, ne korku bilmezliği. Görünüşte korkunç ama pek yumuşak huylu bir hayvan olup çıkmış.
Sait Faik “Onu kendi suyumuza yani atmosferimize alıştırırsak” diyor, “bayramlar edeceğiz.” “Tutup yakalandıktan kısa bir süre sonra ölüp giden bu balığı”, “yaşatmayı bir becerebilirsek, bir işle uğraşırken aramızda görüvereceğiz sanıyorum.”
Suyumuza Alıştırsak mı, Alıştırmasak mı?
Dülger balığının bu hikayesi bana Gary Hamel ve C. K. Prahalad’ın “Geleceği Kazanmak” adlı yapıtlarında okuduğum bir deneyi çağrıştırdı. Hamel ve Prahalad kitaplarında belli bir çevrede, bir örgütte yaşayan insanları bekleyen tehlikeleri vurgularlar. Bu tehlike bazı derinlere işlenmiş alışkanlıkların, davranış biçimlerinin, edinilmiş tecrübelerin bir yerden sonra bizi tutsak alabileceği gerçeğidir. Bunu da bir deneyle desteklerler. Şimdi size bu deneyi yazarların ağzından aktarmak istiyorum.
“Bu deneyde dört maymun bir odaya konur. Odanın ortasında, tepesinde muzlar asılı bir direk vardır. Karnı aç olan bir maymun bir muz kapabilmek için hızla direğe tırmanır. Tam muza ulaşmak üzereyken tavandaki duştan üzerine soğuk su püskürtülür. Bunun üzerine maymun muzu almaktan vazgeçip direkten uzaklaşır. Sonra öteki maymunlar sırayla muzları ele geçirmeye çalışırlar. Her biri aynı soğuk duşla karşılaşır ve hepsi de başarısız bir şekilde geri çekilirler.”
Tahmin edebileceğiniz gibi bunu birkaç deneme daha izler. Ama sonunda maymunlar bir sonuç alamayacaklarını öğreniler. Bir süre sonra maymunlardan birisini çıkarıp önceki gruba bir başka maymun eklenir. Bu yeni maymun muzları almak için direğe doğru atıldığında diğer üç maymun ona engel olur.
Bundan sonraki aşamada tüm maymunlar sırayla değiştirilir. Bütün maymunlar değiştiğinde bile maymunların davranışlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Böylece “Direğe Tırmanma!” uyarısı yaşamlarını yönetmeye başlar. O kadar ki, duş tavandan kaldırıldıktan sonra bile hiçbir maymun muzlara ulaşmaya çalışmayacaktır.
Elbette bizler maymun değiliz. Ama bir örgütün, işletmenin ya da ailenin içinde olduğumuzda belli bir düzeye dede olsa “öğrenilmiş derslerden” etkileniriz.
Bir noktadan sonra farklı düşünemeyiz
Hep birlikte aynı şekilde düşünmeye, aynı şekilde davranmaya başlayabiliriz. Böylece çeşitliliğimiz azalacak ve tek tip haline dönüşeceğiz.
Dülger balığının başına gelen, maymunların başına gelen şeydir. Onu kendi atmosferimize suyumuza alıştırmak sonucunda kapalı bir akla, kapalı bir sisteme sahip olacağız.
Kısaca kapalı aklın özelliklerine değinelim. Bu akıl, kısaca söyleyelim, belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra sınırlarını belirlemiştir. Açıkçası bir şeylere inanmıştır ve onların sorgulanmasına taraftar değildir. İşi belli bir biçimde yapmayı bilir ve daha iyi nasıl yaparım diye sormaz. Farklı düşünmeyi de büyük düşünmeyi de besbelli hayalcilik olarak görür.
Kapalı aklın egemen olduğu kişisel yaşamda, herhangi bir örgütte veya işletmede Hamel ve Prahalad’ın deyişiyle “Dünün ‘iyi fikirler’i bugünün ‘politika ilkeleri’ haline gelmekte, bunlar yarına ‘talimatlar’ olarak aktarılmaktadır.” Bu genetik çeşitliliğin az olduğu bir dünyada yaşamaya benzer. Bir yerden sonra yaşamımız kurulaşmaya, katılaşmaya, renksizleşmeye başlayacatır.
Unutmayı öğrenmek ya da yeni ufuklara yol açmak için bir yöntem olarak karşı eylemde bulunmak
Bir dönem şimdi bana çok tutucu gelen alışkanlıklarım vardı. Bunlardan bir tanesini örnek vermek istiyorum. Ben ne zaman dondurma yiyecek olsam çikolatalı ve vanilyalı dondurmayı seçiyordum. Bunun dışındaki çeşitlerle pek ilgilenmiyordum. Açıkçası belki 15-16 yaşıma kadar ne limonlu, ne vişneli dondurmanın tadını öğrenebildim. Farklı olanı denemedim.
Şimdi bana çok tutucu gelen alışkanlığımın nedenlerini biliyorum. Birincisi çikoltalı ve vanilyalı dondurmanın tadını öğrenmiştim ve açıkçası bu tadı sevmiştim. Niye başkalarını deneyecektim ki… Oysa elbette böyle yapmakla kendi ağız tadıma da bir sınırlama getiriyordum.
Bu küçük alışkanlığımdan nasıl kurtulabilirdim? Burada konuya uygun iki davranış biçiminden söz etmek istiyorum.
1. Karşı Eylemde Bulunmak
Yazar Danah Zohar, “Kuantum Benlik” adlı kitabında “Bir alışkanlığı tekrarlarken, ne özgürlüğümü ne de yaratıcılığımı kullanırım.” diyor ve ekliyor. “Düşük enerjili bir eylem olan alışkanlık beyne çok az enerji pompalar. Bu yüzden yaratıcılığın hiç gerekli olmadığı bir eylemdir.”
Zohar’ın yolunu izlediğimizde görüyorum ki, farklı düşünmek, yenilikçi düşünmeye açık olmam için daha fazla enerji harcamam, bir seçim yapmam ve alışkanlığımın karşı yönünde bir eylemde bulunmam gerekir. Yani bir kararla vişneli, limonlu dondurmayı yemeye başlarım.
Bunu başka bir beceriyle destekleyebilir miyim?
2. Unutmayı Öğrenmek
Antropologlar kültürün gelişiminde anımsamanın rolü kadar, unutmanında rolü olduğunu söylerler. Ancak öğrendiği davranışları unutabilen insanlar yeni davranışları deneyimleyebilirler. Hamel ve Prahalad kitaplarında bu konuyu ele alıyor ve şöyle diyorlar: “Çocuklar yetişkinlere oranla yeni becerileri niçin daha çabuk öğrenmektedir? Bunun nedeni, kısmen unutmayı öğrenmeleri gereken şeylerin daha az olmasıdır.”
Peki ben ne yapabilirim? Çok basit. Sanki yaşamıma hiç çikoltalı ya da vanilyalı dondurma girmemiş gibi yaparım, onun bana verdiği tadı unutur, benim için önemini gözden çıkarırım. Bu sayede ağzımı yeni bir tada açmış olurum.
Şimdilerde “Dülger Balığının Ölümü”nü hiç aklımdan çıkarmıyorum. Biliyorum ki kendimi her zaman bir alışkanlıkla yeni bir suya, atmosfere koyuverebilirim. Sonra kafamı bir kaldırır bakarım, yıllar geçmiş ben hala aynı yerdeyim. Kafamı kaldırır bakarım ve ne zaman bir şeyler yapmaya kalksam beni kolumdan çekip “Dur onu yapma?” dediklerini görürüm. Bazen de ben kendi kendime sakın “Direğe tırmanma!” diye buyurmuşumdur, onu fark ederim.
Şimdilerde “Dülger Balığının Ölümü”nü hiç aklımdan çıkarmıyorum. Biliyorum ki her suya, her atmosfere alışmamamız lazım. Biliyorum ki çeşitliliğimizi korumamız lazım. Biliyorum ki “Dünün ‘iyi fikirler’i bugünün ‘politika ilkeleri’ haline” gelir ve “bunlar yarına ‘talimatlar’ olarak” aktarılır.
Biyolog Richard Dawkins’in dediği gibi “Yaşam aynen satranç oyununda olduğu gibi önceden öngörülemeyecek kadar çok olasılık sunar.” ve ekler “bu yüzden insanların “talimatlardan” daha fazlasına ihtiyaçları vardır.” İyi fikirler üretmek gibi…
Kaynak: Süper Beyin Dergisi
bu yazı da ilginizi çekebilir
NASIL ALIŞKANLIKLARIN VE BAĞIMLILIKLARIN KÖLESİ OLUNMAZ?
www.gencgelisimcom