Günlerden bir gün, İstanbul Harbiye, Divan Oteli’nin önünde beyaz taş yığınları gördüğünde hiç tereddüt etmeden o taşların sahillerden toplandığını kanaatine varmıştı. Bembeyaz taşlar insanın yüzüne gülüyordu. Bunların son gülüşleri olduğunu kesinlikle kendisi biliyordu. “Taş yerinde ağırdır” atasözü taş yerinde olmalıdır anlamı taşıyordu. Günlerden bir gün taşların dekoratif amaçlı ağaçların otlarına dizildiğini ve günlerden bir gün taşların yağmur, çamur içinde kirlendiği görmüştü. İstanbul’da olup da kirlenmeyen şeylerin ve varlıkların şanslı olduklarına inanırdı. Varlık kaderinin insanlaşması, insanın dünyasal teğetleşmesiyle başlar ve yaşama teğetleşmekle veda eder. Yaşama veda etmenin binbir türlü yolu vardır. En hayırlısı, kimseye muhtaç olmadan, yatağa düşmeden, vadesi gelince ölmektir. Ölüm, ölümlünün elinde değildir çoğu kez.
Adam hasmını ıssız bir arazide yakalar ve onu yok etmeden önce, “Burada bir sen bir de ben varım. Şimdi intikamımı alacağım” der. Adam kahkaha atarak ottan şahit olmayacağına inanır. Gel zaman git zaman günlerden bir gün adamın yolu aynı araziden geçer. Adam karısıyla arabanın içindedir. Adamın deve dikenlerine bakıp gülmesi karısının gözünden kaçmaz. Niçin güldüğünü sorar. Adam karısına olan biteni anlatır. Gel zaman git zaman günlerden, bir gün karısıyla arası bozulur. Karısı kocasını ihbar eder ve adam hapsi boylar. Adamın biri, karısını sevgilisiyle yatakta yakalar. Hiç çaktırmadan uzaklaşır. Onları yok etmeye karar verir. Durumu halasına anlatır. Halası onu teskin eder ve “ben sana bir çare bulurum” der. Aradan birkaç hafta geçer yeğeninin yanına gider. “Hasan oğlum o yanındaki kim der” Hasan şaşırır, “Hala yanımda kimse yok, ben yalnızım, sen yanlış görüyorsun” der. Kadın ısrar eder. Hasan iyice şaşırır, işte solunda duruyor koskoca adam lafına karşı kafası karışır. “Sen ilaç falan mı aldın hala, akşam ne yedin içtin” der. “Yok oğlum akşam bol bol semizotu yedim. Ondan başka bir şeyde yemedim” der. Hasan’ın kafası dank eder. Karısını sevgilisiyle yatakta gördüğünde kendinin semizotu yediğini hatırlar. O gün bugün semizotu kendini fasulye gibi nimetten sayarmış. Fasulyenin kendini nimetten saymasına küçültücü anlamı katan “koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” misalinden biri olsa gerek. Fasulye gerçekten nimettir ve nimetlerin hem anası hem babasıdır buğdaydan sonra. Fasulyenin nimetlerin anası ve babası olma tahtına kendi inancına göre yükselmesi aynı tarihlerde görüp, görünce şaşkına döndüğü fasulye ağacından sonra olmuştur. “Fasulyenin ağacı olur mu?” demeyin. Resmen, fasulyenin ağacı vardır ve fotoğraflanmıştır. Fasulye ağacından kopardığı bir dal üzerinde dört fasulye demeti karşısında şekerliğin içinde durmaktadır. Fasulye ağacının boyu yaklaşık bir metre çapı iki metreye yakındı. Gerçekten de ilk gördüğünde şaşkınlığa dönmüştü. Bir buçuk metre boyunda maydanozu gördüğü zaman da aynı hissel atmosfere düşmüştü. “Düşenin dostu olmaz” derler diyerek lafı geçiştiren cinsten olmadığı için, onu uyduranların maydanoz ve fasulye ağacından, taşların şifreli dünyasından yoksun bîhaber olanlar sınıfından olduğundan emindi. Bu sınıfın altında bir alt sınıf daha vardı ki, “Düşene bir tekme de sen at” diyen cinstendi onlar. “Düşmez kalkmaz bir Allah” misali her insanın düşüp kalktığı, düşüp bayıldığı, düşüp başını yardığı, düşüp sakat kaldığı ve düşüp öldüğü ve düşüp insanları güldürdüğü anlar olmaktadır. Düşen bir insana gülmenin biyolojik nedenleri saptanıp bu bulgunun izi sürülerek hücre içi fonksiyonları yolları üzerinden geçerek gen dünyasının derinliklerinde “düşene güldüren” suçlu geni bulup susturmanın zamanıdır. Soğuğa dayanıklı elma, daha uzun yaşayan elma, daha iri elma diyerek elmanın içinde kurduna karışan ve elmayı elma olmaktan çıkaran uzmanlar hangi deliğe girmiş olabilirler? Onların girdikleri, olamaz, olsa olsa varlıkları yutan kara delikler olur. Solucan deliklerine yolları düşenler insanı ve insanlığın ölümünü kolaylaştıranlar değildir. Onlar zorlaştıranlardır. İnsanı ve insanlığı yüceltenler solucan deliklerinden geçebilenlerdir. Solucan delikleri iyilerin kurtarıcısı, kara delikler kötülerin değirmenidir. Bu ifade Sekuraltı Felsefenin varlıkların sonu ile ilgili sırat köprüsüdür. Daha doğrusu birin ikilemidir. “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” anlayışında olanlar öküz altında buzağı arayanlar cinsindendir. Onların yolları kara deliğin çaplarının içinde kalacaktır. Gelinine bir şey söylemek istediği zaman, ona direkt, doğrudan doğru söyleyebilenler şeffaf olmayı başaranlardır. Sahildeki bazı taşlar öyle şeffaf öyle şeffaf ki dışına baktığınız zaman içini görüyorsunuz. İçi dışı bir olanların yolu devenin iğne deliğinden geçtiği delikler gibi olan solucan deliklerinin çapları içinde kalacaktır. Fasulye ağacından solucan deliğine uzanabilmenin aslı esası “Hangi bir derya içre olup da, deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz” diyen düşünceyi anımsatan sönmemiş kireç kavramıydı. Bir yandan balık avlayacaksın bir yandan denizdeki yosunları öldüreceksin, bir yandan ülke çölleşiyor diyeceksin, öte yandan doğal olanların idaresini eğitimsiz, beceriksiz, menfaatçi olabilerek sistemlere terk edeceksiniz. Kimi kandırıyorsunuz? Nasrettin Hoca’ya söylemişler,
– Hoca senin hanım çok, ama çok geziyor.
Hoca bu, altta kalır mı?
– Öyle mi, bizim eve uğramadı, der.
Cevap vermek, akıl vermek örnek olmak artık önemini kaybetmiş. Dediğim dedik, çaldığım düdük dönemi krallığını sürdürmektedir. Yaratılış adlı tablosunun fiyat krallığını sürdüreceği inancı o gün bir kez daha pekiştirilmiş oldu. Yirmi Haziran salı günü bir gazetenin haberine göre Klimt’in bir tablosuna yüzotuzbeş milyon dolar ödendiği haberi ona inancını güçlendirmesi için iyi bir vesile olmuştu. Kendi tablosu onun yüz katı fiyat eder olgunluktaydı. Her şeyden önce bir felsefe eseriydi. Yaptırılmışlık yanı vardı ve içerik dopdoluydu. “Başkasının yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu balyoz zannedermiş” misali, kendini Kaf dağında görmeye başlamıştı. Haksız da değildi. “Dağların delisiyim, yükseklerin delisi” diyen kendisiydi. Deniz seviyesinden yükseldikçe ve hele hele yüksek dağları tırmandıkça alyuvarların sayısı çoğalıyor ve alyuvarların sayısı çoğaldıkça kullanılan oksijen miktarı da çoğalıyordu. Bu gerçek kendi yükseklere çekiyor olabilirdi. Gustav Klimt’in eserlerinde gerçek altın kullanmasının, ticari kaygılar taşıdığı inancı yansıtıyordu. Kendini henüz ticari kaygılara bulaşmamıştı. Doğanın cazibesinden kurtulmanın hesapları logaritmik ince hesaplamalar gerektiriyordu. Henüz bu hesaplara girmemişti. Yükseklik korkusundan dolayı politikaya girmemiş, köpek korkusundan dolayı da köpek besleyememişti. Geçici bir dönem için kedi beslemekle yetiniyordu. Köpek sadıkta olsa ne zaman ısıracağı belli olmazdı. Bir belirsizlik vardı. Kedi ise her an tırmalayabilirdi. Bu işin acabası, macabası yoktu.
Ahmetçe Köyü yakınlarında, sahilde çektiği taş fotoğrafları onu derinden etkilemişti. Oraya mutlaka yeniden gitmeli, sahili taramalıydı. Kalp şeklindeki iki taşı yanına almadığına üzülmüştü. O taşları bulmalıydı. Taşlardan biri öylesine beyaz öylesine beyazdı ki, öylesine belirgin, öylesine belirgindi ki bir bayana, hiçbir şey söylemeden uzattığın zaman, kalbini bütün içtenliğiyle ona açabilirdi. Ne yapıp edip o taşı bulmalıydı. İlk gördüğü zaman o taşı niçin olmadığının derdine düşmüştü. Taşların dağlar ortamında fotoğraflarını çekip onları doğallıklarıyla baş başa bırakma isteği üstün gelmiş olabilirdi. Gerçeği de oydu. Ona düşen o taşa sahip olmak değil o taşın ifade ettiklerinin farkına varmak ve farkına vardıklarını yaşatmak ve paylaşmaktı. Taşların kendi şekilleri üzerlerinde taşıdıkları figürler bakımından her biri dünyada eşsizdi. Bir tane idi. Aynısının ikincisi yoktu. Taşların bu olağanüstü özellikleri ve güzellikleri, kendi fotoğraflarının ve resimlerinin de eşi ve benzerleri olmadığını anımsattı ve uğraş alanlarının özelliğinin, yüceliğinin farkına vardı. Ölen insanlık gururunun yeniden doğması için, paylaşımın, çabanın, özverinin yeniden yeşerebileceğini sahildeki taşların içinde yükselen minicik yeşil kırmızı otları görünce anlamıştı. Otların boyu bir santimetre, genişlikleri bir milimetre civarındaydı, ama umutları George Saroz’un umutları kadar güçlüydü. Yaşama alanlarını yok eden taşlar arasında var olma çabaları, Saroz’un Nazi zulmünden kurtulma çabasal içtenliklerine benziyordu. Totaliter rejimler ve bireyler bazında baskıcı ve yok edici davranışlar primitif davranışlardı. İlkel davranışlar sergileyen bireylere hasta gözüyle bakıp seyirci kalmanın sorunları daha da derinleştirdiği, içinden çıkılamaz boyutlara ulaştırdığı gerçeği göz önüne alınarak “yılanın başı küçükken ezilmeli” misali, o tür davranışlara fırsat verilmemeli ortamlar sağlanmamalıdır. Saroz’un Yahudi soyundan gelmesinin kendi elinde olmadığı gerçeğini dahi görmek istemeyenlerin din, dil, ırk, soy, sop gibi kimliklerin birer makyaj malzemesi olarak kullandıklarını görmek hiç de zor değildir. Asıl olan insan varlığının içindeki ilkelliğin devam etmiş olmasıdır. İlkelliğin devam etmesindeki en önemli etken ilkelliği ortadan kaldırarak niyetin olmamasıdır. Genetik faktörlerin rollerini ortadan kaldırmak bilimin işidir. Bilimin canı isterse gerekli önemleri alır. Önemli olan dünya düzenine yön verenlerin canının istemesidir.
Zeytin ağaçlarının dibinde otururken dışarıda hava sıcaklığı kırk santigrat derece civarında olmalıydı. “Olmalıydı”nın kesinlik içermemesi tahmine dayanmasıydı. Ufacık bir dal kıpırdamıyor ince otlar bile, sincap kuyruğu gibi dimdik ayakta duruyordu. Zeytin ağacı gövdeleri yamuk yumuk, eğri büğrü, eciş bücüş, bodur uçları kesik tomruklar gibi estetik bozgunculuklarına aldırmadan öylesine duruyordu. Böylesine çirkin gövdeye sahip zeytin ağaçlarının nimetleri olan zeytin, zeytinyağı ve diğer ürünler onların gövdesel çirkinliklerini örtbas ediyordu. Sürekli yeşil olmayı başaran zeytin ağacının yeşil kalmasının sırrını, hafif sararmış bir yaprak önüne düşerek anlatmıştı. Sırası gelen sararacak, sırası gelene solacak, sırası gelen iğneden ipliğe dönecek ve de yerini bir başkasına terk edecekti. Canlı olmanın kaçınılmazlarından biri oydu. O, ölümdü.
Ölümcül bir varlığın doğal sonucu ecel’i beklemeden insanları öldürenlerin, yaşamı için gerekli olan, ekmeğini, aşını, işini elinden alanların ecellerinin sonu kara deliklerin kara değirmenlerle dolu delikleri olacaktır. Onlar için yeni bir hayat, sonsuz bir yaşam söz konusu olmayacaktır. İnsan olarak var olmanın, insansal bilinci sonsuzluğun da ayrımsallığı geçenleri sonsuz yaşama geçecekleri inancı sonsuzdur. İnsanın dünya da var olmasının nedeni Sonsuz ayrımcılığın seleksiyonu yaşamasıdır. Sonsuz ayrımcılığın SELEKSİYONU varlığın kaçınılmaz sonucudur. Kara delikler, doymak bilmeyen kara deliklilerin ve ilkel zihniyetlilerin doyum atmosferidir. Orada istediklerinden daha çok doyacaklar, daha çok ve her şeyin ama her şeyin daha çoğunu orada görecekler. Sonuçları yalnız ve yalnız “çok ve daha çok” olmaktan öteye gidemeyecekler.
yazan: Hüseyin Ergül kaynak: akis kitap