Doç.Dr. Haluk BERKMEN |
||||
|
||||
Kuantum insan sürekli cevher ile, öz ile iletişim içinde olduğundan gerçek bir öznedir. Yani, kuantum kişi veya bilge kişi cevher ile veya tümel enerji alanı ile, her nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bütünsel bir iletişim içindedir. Eski dönemlerden beri insan yaradılış hakkında sorular sormuş bu konuda pek çok düşünceler üretmiştir. Son bir iki yüzyılda tekniğin gelişmesiyle yeni aletler insanlığın hizmetine girmiştir. Bu aletlerden mikroskop en küçük mikro alemi, teleskop ise en büyük ve uzak makro alemi gözler önüne sermiştir. Eskiden sadece hayal edip gözümüzde canlandırdığımız oluşumlar, şimdi resmi çekilip bizlere sunulmaktadır. Karşılaştığımız görüntüler bizleri hayretten hayrete düşürmekte, evrende ne büyük bir düzen bulunduğu gökteki cisimlerin hareketleri incelendiğinde anlaşılmaktadır. Doğaya bakan eski insanlar iki ayrı alem (gerçeklik alanı) görmüşlerdir. Bunlardan biri dünya ve dünyada olan çeşitli değişimler, hareketler ve ilişkilerdir. Diğeri ise gökte gördükleri uzak nesneler ve onların hareketleridir. Böylece ay altı ve ay üstü evreni ayırmak fikri doğmuştur. Çünkü ay altındaki evreni yakından tanıyabiliyor ve bir miktar kontrol da edebiliyorlardı. Oysa ki ay üstü evren (güneş ve yıldızlar) tümüyle insanların kontrolü dışında, erişilmesi mümkün olmayan, uzak bir gerçeklik olarak varlığını sürdürmekte idi. Ay altı- Ay üstü evren Fizik doğadan kaynaklanır, metafizik ise insandan kaynaklanır. İnsan verilerden hareketle, varsayımlar yürüterek veya belli kabuller çerçevesinde yorumlar yapıp tahminler yürütür. Bu yorumlardan oluşan insan yapısına “tin” diyoruz. Tin insanın psiko-sosyal yönüdür. Yani, insanların bireysel psikolojisi ile insan topluluklarının sosyal yapısı birbirlerini etkileyerek insanın tinini oluşturur. Şu halde tin, ne sadece bireysel ne de sadece toplumsaldır. İnsan sürekli çevresindeki olayları (etkileri) ve yapıları (nesneleri) yorumlayarak bir varlık alanı oluşturur. Varlık deyince ne anlaşılmalı? Descartes (1596-1650 yıllarında yaşamış Fransız düşünürü) “Duyularımıza güvenemeyiz. Tek güvencemiz düşüncemizdir. Düşünüyorum, şu halde var’ım” demiş. Descartes şüpheci yaklaşımı savunmuştur. “Tek şüphe etmediğim şey şüphe ettiğimdir” demiştir. 17’ci yüzyıl sonlarında başlayan ve 19’cu yüzyıl sonlarına kadar süren Aydınlanma döneminde akıl mantık yardımıyla “klasik bilimsel düşünce” gelişmiştir. Klas, sözü bildiğiniz gibi sınıf demektir ve klasik düşünce varlığı sınıflayan düşünce olmaktadır. Klasik düşünce kadim Yunan düşüncesinde başlamıştır. Aristoteles (Aristo) var olan her şeyin kategoriler halinde, yani sınıflandırılarak tanımlanabileceğini ileri sürmüştür. Böylece var olanların dış özellikleri ile varlıklar tanımlanmaya başlamıştır. Bu yaklaşımda doğa ile bir ilişki kurma çabası olsa da yine de “ön yargılar”, “varsayımlar” ve “kabuller” bulunur. Çünkü kategorik yaklaşım kesin ve mutlak bir ayırım içerir. Oysa ki modern Kuantum bilimi bu klasik yaklaşımı yıkmıştır. Kuantum kuramına göre varlık bir enerji alanından türer ve kendisi de yoğunlaşmış enerjidir. Varlık enerji ise enerjinin dönüşüp değiştiği gibi değişir ve dönüşür. Enerji kapalı bir hacim içinde korunur. Yani, sabit kalır. Ama, canlı veya cansız tüm var olanlar çevreleri ile etkileşim içinde olduklarından asla kapalı değildirler. Kuantum kuramı için kesin sınırları olan, belli bir yer kaplayan ve durağan bir varlık tanımı yoktur. Enerji sürekli dönüştüğü için varlıklar da sürekli değişim ve dönüşüm içindedirler. Bu durum özellikle insan için geçerlidir. İnsan çevresi ile sürekli etkileşen bir varlık olduğundan açık bir yapısı vardır. Bu açık yapı sürekli enerji alış-verişi ile değişir ve dönüşür. Değişim 3 farklı boyutta gerçekleşir. 1. Maddi boyut
Kuantum insan sürekli cevher ile, öz ile iletişim içinde olduğundan gerçek bir öznedir. Yani, kuantum kişi veya bilge kişi cevher ile veya tümel enerji alanı ile, her nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bütünsel bir iletişim içindedir. Ne- ise-ne mi? Varlık fiziksel boyuta çıkmadan önce düşünce şeklindedir. Örneğin, bir müzik eseri kulağımıza ses olarak ulaşmadan önce bestecinin düşüncesinde varlık alanına çıkar. Keza her söylenen söz de önce bir düşüncedir. Düşünce yazıya veya resme döküldüğünde simgeleşir. Yani, bir düşüncenin şekillenmesi oluşur. Bir mühendisin çizdiği plan da bir simgedir. Nihayet, simge yoğunlaşmış enerji olarak nesneleşir. Örneğin, bir ev inşa edildiğinde taş, toprak, demir, tahta gibi enerji içeren nesneler bir plan dahilinde bir-araya getirilir ve tutarlı bir yapı oluşturulur. Bir roman veya bir film de önce düşüncede başlar sonra simgeler yardımıyla insanlara sunulur. Demek ki en temel enerji türü düşünce enerjisidir. Bu düşünce genelde tin boyutundan ortaya çıksa da, altta yatan ve bizim dahi farkında olmadığımız ruh boyutu ile etkileşim halindedir. İnsan olmak demek, bir bakıma, bu kaynak ile şuurlu bir etkileşim içine girmeyi başarmak demektir. İşte, bu etkileşimi farkındalıkla başaran insana “özne” denir. Şuurlu Enerji Oysa ki insan olmak demek iç ve dış etkilerin farkındalığı içinde gerekeni gerektiği şekilde şuurlu olarak yapmak demektir. Burada isteğin kontrolü çok önemli bir yer tutar. Etkilere tepki vermek doğal bir istektir. Tepkileri kontrol etmek ise bilinçli davranışın ön şartıdır. Bu kontrol, önce insanın kendi isteği ile olur. İnsan benlik boyutunda ilerledikçe bu kontrol kendiliğinden ve anında ortaya çıkar. Edilgen değil etken olmak Kaynağa, yani Tanrısal öze bağlı olan insanlar yaratıcıdırlar. Yaratıcılık önce düşünce de sonra da görünür âlemde ortaya çıkar. Yaratıcılık özelliği her ne kadar Tanrıya ait olsa da insan bir aracı oldu mu hem kendine hem de çevresine faydalı yaratılarda bulunabilir. Yaratmak eylemi yoktan var etmek değildir. Yaratmak, doğada bulunan nesnelerin yardımıyla doğada bulunmayan bir yapıyı ortaya çıkarmak şeklinde anlaşılmalıdır. Bu bir sanat eseri olabilir, felsefi veya dini bir doktrin olabilir, hatta gündelik hayatta pratik kolaylık sağlayan bir alet dahi olabilir. Kısaca, yaratıcılık sözel de olabilir, simgesel de olabilir, maddesel de olabilir. Ancak ilk şart insanın beşer boyutundan kurtulup özne boyutuna yükselmesidir. Bunun için de farkında olmak ve sorumluluk almak şarttır. Birçok bilim adamı: “Ben araştırma yaparım. Sorumluluk benim araştırmalarımı iyi veya kötüye kullananlardadır. Bende sorumluluk yoktur”, şeklinde düşünürler. “Oysa ki bilge insan her söylediği sözden ve yaptığı eylemden sorumludur.”
Tasavvuf Boyutları Kuantum insan sürekli cevher ile, öz ile iletişim içinde olduğundan gerçek bir öznedir. Yani, kuantum kişi veya bilge kişi cevher ile veya tümel enerji alanı ile, her nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bütünsel bir iletişim içindedir. Sorumluluktan kaçan insanların boyutu beşer boyutudur. Bu boyuta “Nefs-i Emmare” (emreden benlik) denir. Bu tür insan emir komuta altında yaşar ve hem içten hem de dıştan gelen etkilere düşünmeden tepki verir. Bu boyut sorumluluk almak istemez. İkinci boyut ise kendini sorgulayan benlik boyutudur. Bu boyuta Tasavvufta “Nefs-i Levvame” denir. Levm etmek sorgulamak demektir. Sorgulayan insan sorumluluk alır. Kendi davranışlarını sorguladığından eylemlerinin sonuçlarını da düşünür ve gerektiğinde eyleminden vazgeçer. Üçüncü boyuta ulaşan insan “Nefs-i Mülhime” (ilham içinde olan benlik) boyutundadır. Sanat veya felsefe, hatta bilim bile ilham yani sezgi boyutu gerektirir. Bilim sadece akıl ve mantıkla yapılan bir eylem değildir. Sezgilerin de bilimde önemli yeri vardır. İnsanın bu ilham boyutunu asla küçümsememesi ve göz ardı etmemesi gerekir. Bu boyutta insan tümel enerji ile yakın bir ilişki içinde olduğundan tüm insanların hayrına olacak eylemlerde bulunur. Sorumluluğu yakın çevresini aşar ve tüm insanlığı kapsar. Bagwan Shri Nashrish, diğer adı ile OSHO’nın şöyle bir deyişi vardır: “Sezgi bir sıçrayıştır. Adım adım gelen bir şey değildir. Sana gelen değil, olan bir şeydir. Sezgi bilinmeyenle yani bilinmesi mümkün olmayanla çalışır.” Bu bir Kuantum sıçramasıdır. Çünkü, Kuantum boyutunda gerçekleşen her olay ani bir sıçrama şeklinde oluşur. Kuantum kuramı varlık (enerji) alanının süreksiz sıçramalarla belirdiğini söyler. Benlik boyutunda değişim de sıçramalarla gerçekleşir. Sıçramayı sağlayan da çoğu zaman bir şok olur. Buna Şok Tedavisi adını da verebiliriz. Gündelik yaşamda herşey düzgün giderken insan sorgulamak gereğini duymaz. Ancak beklenmedik, alışılmışın dışında bir durum ile karşılaştığı vakit insan: “Allahım, neden ben? Bu durum neden benim başıma geldi?” diye sormaya başlar. İşte, sorgulamanın ilk adımı budur. Bir örnek vereyim. Budha kuzey Hindistan’da bir prensti. Babası o bölgenin zengin bir Racası idi. Budha’ya 18 yaşına gelene kadar hiç kötü bir durum göstermedi. Budhanın etrafında ne fakir, ne hasta ne de yaşlı insan vardı. 18 yaşında babası Budhayı bir ülke turuna çıkardı. Bu gezide fakir, hasta ve sakat insanları görünce Budha büyük bir şok geçirdi. Bu şokun etkisi ile sarayı terk etti ve uzun süre bu gördüklerine anlam vermeye çalıştı. Bodhi ağacının altında aydınlandı. Sorularına bulduğu yanıtları köy köy dolaşarak anlatmaya başladı. Fakat birçok yerde kendisini dinlemek istemiyorlardı. Uzun yıllar sonra tekrar sarayına döndü ve bir prens olarak ülkesini yönetti. Budha’nın yaşamı 3 devreye ayrılabilir. Birinci devre beşer devresidir. Sarayda mutlu yaşarken hiç sorgulamak gereğini duymuyordu. İkinci devre sarayı terk ettikten sonra sorgulama devresidir. Bu onun insan olma devresidir. Üçüncü devre ise saraya döndükten sonraki uygulama devresidir. Bu devre onun insan-i kâmil devresidir. Terk-i Dünya Tasavvuf yaklaşımında sarayı terk etmesi durumuna “Terk-i Dünya” denir. Bu terk dünya nimetlerini ve takıntıları, hırsları ve ihtirasları terk dönemidir. Fakat köy köy dolaşıp bildiklerini halka anlatmaya çalışması hala bir benlik iddiasıdır. “Bakın, ben aydınlandım, size anlatayım da siz de aydınlanın” saplantısıdır. Bu durumu da terk etmesi gerekmiştir. İkinci terk durumuna “Terk-i Ukba” denir. Yani, Guru olmak, Şeyh olmak, Mürşit olmak, Alim olmak da bir ego takıntısıdır. Maddeye değil de mânaya bağlanmak anlamına gelir. Bu ikinci durumu da terk etmeye “Terk-i Terk” denir. Budha saraya dönünce terki terk etmiştir ve uygulamaya geçmiştir. Terki terk etmek demek eyleme geçmek demektir. Yani, sözlerle yetinmeyip bilge kişi olmayı yaşantıya sokmak ve uygulamak gerekir. İşte İnsan-i Kâmil olmak için terki terk etmek gerekir. Her bir devrenin kendine göre tuzakları vardır. Birinci devrede, yani beşer boyutunda herşey iyi giderken insan bu huzuru ve refahı terk etmek istemez. Ani, dünya varlıkları bir tuzaktır. Bu devreyi bir şok ile aşanları bekleyen ikinci bir tuzak vardır. O da “ben arif oldum, yükseldim ve bilge oldum” tuzağıdır. Genelde insanlar bu devrede çok iltifat ve değer gördüklerinden bu tuzaktan kurtulamazlar. Eğer insan bu iki tuzaktan kurtulursa üçüncü devreye geçer ama orda işte benlik boyutundan sıyrılmış olduğu için tuzağa düşse bile hemen tuzaktan kurtulmasını bilir. Bu durumu en güzel Yunus Emre anlatmış: Yunus değil bunu diyenKendiliğidir söyleyen Kâfir olur inanmayan Evvel, Ahir, Heman benem Artık egosunu öylesine terk etmiş ki, “Yunus değil bunu diyen, kendiliğidir söyleyen” diyor. Kendiliği derken, konuşanın kendi hakikati olduğunu söylemek istiyor. “Evvel, ahir, heman benem” sözü ile de terki terk ettiğini hem geçmiş, hem gelecek hem de şimdiki an içinde olduğunu söylüyor. Nefs-i Mülhimme boyutunda insan ilham ve sezgi yardımıyla sanat yapar. Ancak, burada önemli bir tuzak vardır. Sanatçı insan eğer kendi egosuna esir düşer ve sanatını paraya çevirip satmak veya meşhur olup çevreden methiyeler işitmek için kullanırsa ileri gidemez. Bir üst boyuta çıkamaz. Pek çok sanat insanı bu tuzağa düşmüştür. Gerçek bilge kişiler, Kuantum insanlar, bu tuzağa düşmemek için sanatlarının kendilerine ait olmadığını, her oluşanın Tanrı’dan geldiğini söylerler. Örneğin, Ebru sanatı ile uğraşan Sufiler asla eserlerine imza atmazlardı. Sufilerin en çok zevk duydukları anlar, sezgi aracılığıyla bütünsel kaynakla etkileşebildikleri anlar olmuştur. Bu kısa anlarda Kuantum kişi bir “Hal” yaşar. Önemli olan bu hali sürekli bir makama dönüştürmek, yani bir üst benlik boyutuna çıkabilmektir. Nefs-i Mülhimme boyutundan sonraki üst boyut “Nefs-i Mutmain” (tatmin olmuş insan) boyutudur. İnsan bu boyutta artık ne mal ne para ne de şöhret peşindedir. Tam olarak farkındadır ve sabır içindedir. Üst boyuta ancak sabır ve tevekkül ile çıkacağını bilir. Günümüzde bu boyutta birçok insan vardır ama sabır ve tevekkül ve tevazu içinde bir yaşam sürdüklerinden onları ortada görmek mümkün değildir. Görsek dahi onları tanıyamayız. Çünkü kendilerini ortaya atıp övünmezler. Kimseden övgü veya teşekkür bile beklemezler. Kendisi “Şükür hali” içinde olan bir insan teşekkür bekler mi? Nefs-i Mutmain boyutuna ulaşmış insan dünyada olup bitenlerin dış (zahiri) görüntüleri ile değil, iç (batıni) hakikatleri ile ilgilenir. Bu bakımdan böyle insanları ne kandırabilirsiniz ne de yanıltabilirsiniz. Onlar diğer insanların maskeleri altında gizlemiş oldukları gerçek kişilikleri ile ilgilenirler. Onlar, isteklerini, arzularını ve beklentilerini yani egolarını tam olarak kontrol etmeyi başarabilmiş kişilerdir.
Özgürlük aklına geleni yapmak mıdır? Nefs-i Mutmain boyutuna ulaşmış bir kişi özgür bir kişidir. Dış dünyanın etkilerine ancak gerektiğinde ve karşısındakini uyandırmak için tepki verir. Gerçek özgür insan egosunun isteklerini kısıtlamasını bilen insandır. Özgürlük, insanın aklına her geleni yapması değil, aksine aklına her geleni anında fark etmesi ve kendini kontrol edebilmesi başarısıdır. Kuantum insan da bu açıdan özgür insandır. Fakat, genelde söylendiği ve inandırılmak istendiği şekli ile: Kuantum insan sürekli cevher ile, öz ile iletişim içinde olduğundan gerçek bir öznedir. Yani, kuantum kişi veya bilge kişi cevher ile veya tümel enerji alanı ile, her nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bütünsel bir iletişim içindedir. Bütünü düşündüğü için çevresi ile sürekli bir enerji alış-verişi içinde bulunur. Akım halindeki bu soyut enerji alış-verişi somut olaylara ve etkileşimlere yol açar. Bu bakımdan kuantum kişi hem bağımlı hem bağımsızdır. Artık günümüzde, klasik anlamda “bağımsız nesne” kavramını terk etmemiz gerekiyor. Her nesne çevresi ile tanımlanır ve çevresinden etkilenir. Çevre dediğimiz şey ise enerji yumaklarından başka bir şey değildir. Bilgelik makamı yüksek olanların maddi boyuta olan bağlarından daha fazla manevi boyuta bağları vardır. Yani, ortak kaynağa ve cevher denen öze bağlıdırlar. Tüm dinler bu kaynağa Tanrı, Allah adını vermişlerdir. Nasıl ki cevher yok olmayıp sürekli taşan bir varlık ise Tanrı da südur eder, yani taşar. Tanrı var olanların tümüdür. İnsan da bu bakımdan Tanrısal özelliklere sahiptir. O sürekli kendini var eder. Düşünerek ve sorgulayarak hem kendini hem çevresini etkiler ve oluşturur. Ama önce kendini var etmesi gerekir. Bunun için de belli bir eğitimden geçmesi, yani bir yöntem izlemesi gerekir. Gelişim önce ilgi, sonra istek, daha sonra yöntem ve sonra eylem ile olur Kendini anlayan insan ise karşısındaki insanı daha kolay anlar. Anlayış hem düşünce hem de duygu boyutunda ise buna empati diyoruz. Empati için duygusal anlayış şarttır. Aksi taktirde karşımızdakine empati değil sempati duyarız. Sempati ikilikten, empati ise teklikten doğar. Teklik, yani birlik dışa bakarak elde edilmez. Birliğe içe bakarak, insanın karşısındaki ile kendisinin “bir” olduğunun farkında olması sayesinde ulaşılır. Bu birliğe ulaşan kişilere Sufi denmiştir. Sufilik, birlik düşüncesinin yaşama geçirilip, içselleştirildiği bir deneyimdir. Dış dünyanın gerçekliği çeşitli görüntü ve şekillerde belirse de altta yatan hakikatin tek olduğunu anlamak gerekir. Bu farkındalığa ulaşan bilge kişiler için tesadüf diye bir şey yoktur. Çünkü, tesadüf veya “kaza” kendi seçimimiz sonucu ortaya çıkan bir gerekliliktir. Kaza sözü “iktiza” ile aynı kökten türer. İktiza ise “gerekli” demektir. Demek ki, bilge kişiler için kaza gibi görünen olay ve olguların altında yapılmış olan seçimler vardır. Eğer bu seçimlerin nedeni bilinir ve farkında olunursa tesadüf gibi görünen olayları da anlamak mümkün olur. Zihinsel farkındalık, kaza gibi görünenin bir iktizadan türediğini saptama yeteneği olarak da tanımlanabilir. Beşer boyutunda olan “tesadüf” der geçer. Bilge İnsan boyutunda olan ise tesadüf gibi görünen hakikatini bilir. Bilge insan evrenin tesadüf eseri ortaya çıkmadığını bilir. Bu bakımdan evrenin koruyucusu ve geliştiricisidir. Hem korur hem geliştirir. Hem tutucu hem de devrimcidir. Bu özelliklerini ne zaman ve ne ölçüde kullanacağını da çok iyi bilir. Çünkü, bilge insanın bilgisi teklik, yani hakikat bilgisidir. Hakikat bilgisi zevk denen bir duyguyu ortaya çıkarır. Bir olay veya bir tecrübeden zevk almak demek, o olayın hakikatine aracısız ve anında ulaşmış olmak demektir. Zevk anlatılamaz, çünkü kullanılan her söz bir aracıdır. Ayrıca, zevk bir anda ortaya çıkar. Bir süre sonra aynı zevki tekrarlamak mümkün değildir. Bu bakımdan, zevk bir hal durumudur. Zevk alan hal yaşar. Haz ise zevk değildir. Haz duyularla alınır, bedensel ve içgüdüseldir. Zevk ise bedensel değil, zihinsel ve duygusaldır. Zevk içgüdülerden değil, farkında olmaktan türer. Zevk bir anda oluşan bir iç idrak halidir. Zevk alan insan için “şey” (nesne) yok olmuş “hakikat/öz” kalmıştır. Hakikati gören insanda 4 hal ortaya çıkar. 1. Özne-nesne ayırımı ortadan kalkar. “Gerçek aşk” duygusunu yaşar. 2. Algılarına düşüncelerine varsayımlar karışmaz. 3. Bütüncül bakışa ulaşır. Sınırlar ortadan kalkar. 4. Duygularını ve algılarını sözlerle açıklayamaz. İşte bu dört durum tüm aşıkların ulaştığı durumdur. Bu bakımdan aşıklar hislerini sözle ifade etmekte güçlük çekerler. Anadolu aşıkları köy köy dolaşan ve bildikleri hakikatleri şiir ve saz yardımıyla anlatan bilge kişilerdi. Size, şimdi, büyük mistik şair Yunus Emre’nin kısa bir şiirini aktarmak istiyorum.
Bu şiirde “Harc” sözü “güç, kuvvet, yapıştıran” şeklinde anlaşılmalıdır. Binalarda tuğlaları birbirine yapıştırana da “harç” denir. “Söylememek harcısı söylemeğin hasıdır” derken, “konuşmamaktan doğan güç en has konuşmaya bedeldir”, diyor. Konuşmanın gücü ise gönüllerin pasını silmesi bakımından önemlidir. Çünkü, hepimizin gönlünde pas oluşturan beklentiler, varsayımlar, ön-kabuller vardır. |