Nihayet, kendini yeniden doğmuş bir günde hissetti tapu kadastro memuru Ahmet bey. Arabasını yavaş yavaş sürerken radyoda Müslüm filminin müzikleri çalıyordu.
Düşüren kim bu aşkı dillerden dile
İsyan eder oldum şansa kadere
Aynalar yaşlanmış gösterse bile
Yaşanmadan geçen yıllar utansın.
Yaşayamadan geçen yıllarını düşündü. Sadece bir buçuk yıl askerlik arası verdiği memurluk hayatında tam 25 senedir yıllık izinlerini bile kullanmadan geçen yılların suçu kimdeydi? İnsan başkalarını suçlayınca kendi günahları, hataları silinir miydi?
Ağzına buruk bir tat veren mentollü sigarasını yakmak için arabasının çakmağını bastırdı. Koca tapu kadastroda en eski arabaya sahip çalışandı. 2010 model arabası diğerlerine göre taş devri aracı gibi kalıyordu. Ama sırf çakmağı yüzünden arabasını çok seviyordu. Yoksa arabanın içinde çakmak ara, bul, yak büyük dertti. Sigarasında bir nefes çekince kırmızı ışığın da yanmasını fırsat bilip pencereyi açıp dışarıya dumanı uzun uzun üfledi. İlk defa bunu yaparken korkusuz hissetti kendini. Aynaya bakıp gören var mı diye bakmadan bir daha derin derin çekip dışarı üfledi.
Her gün geçtiği yolun sağında renkli kafelerin masaları görünüyordu. Bir kez bile oturmamıştı oralara. İlk sağdan girdi. Park yeri aramaya başladı. Onun kafasını sağa sola çevirmesinin şifresini çözen 15lerinde esmer değnekçi seslenmişti:
– Abi parkımız var.
– Nerde?
– Yanaş abi böyle.
Yanaş dediği bir binanın arkasında 3-5 metrelik, önüne taş konulmuş bir alandı. Otoparka benzer bir yanı da yoktu. Daracık sokaklarda yer aramaktansa delikanlıya uymayı tercih etti.
İyice duvar dibine yanaşıp, zor bela arabadan indikten sonra “Abi saati 10 lira” diyen fahri otopark görevlisine 20 lira çıkarıp verdi.
-Üstü kalsın ama arabaya iyi bak ha.
-Ne demek abi, merkez bankasından daha güvenilirdir burası.
-İyi bakalım, deyip yürümeye başladı. Yine de güvenememişti. Fazla uzaklaşmak istemedi. Tam karşıda rengârenk merdivenleri ile insanın içini ısıtan kafeye yöneldi. Üst katına çıkıp oturursa tam da arabayı görebilecek yerde olacaktı.
Merdivenlerde selfi çekenlerin arasında güçlükle ilerleyerek üst kata çıkıp sokağa bak en ön masaya oturdu. Uzun boylu manken gibi yakışıklı bir garson gelip “Ne arzu edersiniz” diye sorunca:
-Hafif bir şeyler yemek istiyorum çayın yanında.
-Buraya özel incirli kekimiz var efendim, ondan getirebilirim.
Teşekkür edip siparişini beklerken sokağı incelemeye koyuldu. Dört bir tarafta fotoğraf çeken ve çekinen insanların çokluğuna şaşırdı. Bayağı da turist vardı. Almanı, ingilizi, japonu. ‘Biz yolumuzun üzerindeki yere gelmiyoruz adamlar neden bilmiş bu Balat’ı da, ta nerden gelmiş’ diye geçirdi içinden. Ayağa kalkıp başını dışarı çıkarıp etrafa biraz daha alıcı gözle baktı. Rengârenk kapılar, cicili bicili masalar sandalyeler hakikatten çok güzel ortam oluşturmuştu. Hemen yan taraftaki kilise ve bahçesindeki kafe de görünüyordu. Çeşitli sanatsal faaliyetlerin duyuruları da kapısına asılmıştı. Kilise bile kendini ortama uydurmuştu.
Sonra kafenin ortasındaki incir ağacı dikkatini çekti. O da rengârenkti. Annesini anımsadı birden. Akşamları bahçeye giderler, annesi incir ağacına çıkar. Eteğine birkaç incir alır inerdi. O geçen 3-4 dakikalık zaman geçmek bilmezdi. Her zaman incirlerin iyice ortada yarılmışlarını, tam olmuşlarını seçerdi. Yerken adeta ağzında bir dondurma gibi erir giderdi.
Üniversite diplomasını almaya bir hafta kalmışken ölüvermişti annesi ansızın. Şaşırıp kalmıştı. İnsanın annesi neden ölürdü ki? Annelerin ölmemesi gerekmiyor muydu? Ona daha, okuyup adam olduğunu gösterecekti. Sabah gün doğmadan kalkıp yaktığı sobaya karşılık kaloriferli evde oturtacaktı. Şimdi soğuk bir mezarda yatıyordu. Sigarasını yaktı. Annesiymiş gibi incir ağacına bakıp üfledi.
Kek ve çay da gelmişti. Annesi de ona cevizli kek yapardı. Ne kadar uzun zaman olmuştu böyle el yapımı bir kek yemeyeli. Bir çayından yudumlayıp bir kekinden alarak sokağın cıvıltısına verdi dikkatini tekrardan.
Sokağın en başında iki genç ve güzel kız uzun elbiseleri ile durmadan değişik pozlar vererek fotoğraf çekiyorlardı. Normal bir fotoğraf çekimi değildi. Anlamadı.
Yan masada oturan kızla erkeğin konuşmalarına kulak kabartınca olayı anlamıştı:
-Bunlar instagramda elbise satan çocuklar. Gelip burada giysilerin kızlarla fotolarını çekiyorlar sonra instagrama koyup satıyorlar. Mahmutpaşadan 30-40a alıp 150-200e satıyorlar, iyi para kazanıyorlar.
Sosyal medya nelere kadirdi. Herkes bir şekilde orada yolunu bulup gidiyordu. Gerçi genç müteşebbisleri de takdir etti. 25 yıl eşek gibi başkalarının tapuları çıkarmak için uğraşacağına kendisi de girişseydi başka işlere kim bilir neler başarırdı.
Sonra yan masaya gelip oturan genç hanımla yapılan sohbetten kafenin sahibinin olduğunu anladı. Ne kadar çok çalıştığını, kendine zaman ayıramadığı, özel hayatının kalmadığını anlatıyordu sigarasının üfleyerek. Yine de işini seviyordu belli. İnsanların yazıp bıraktığı notları derlemek istediğini belki kitaplaştırabileceğini söylüyordu. Çiçeklere dadanan bir böceğin onları mahvettiğini, ilaçlamalarına rağmen fayda etmediğini anlatıyordu üzülerek.
Kendisi ise durmadan çalışarak, hayatın güzelliklerini es geçerek geçip giden yarım asra üzülüyordu. Herkes bir çiçek gibi yaşıyordu aslında hayatı. Hırs, açgözlülük böcekleri de gelip onu mahvediyordu. Ondan sonra ilaçlar ne yapsın.
Yine de nefes alınan her günden umut edilmeli diye düşündü. Bir aya kadar alacağı tazminatı ile ilk iş internetten görüp not ettiği ikinci el karavanı alıp gidebileceği her yere gidecekti. Yeni yolların yeni hikâyelerin peşine düşecekti.
Hiç yapmadığı bir şeyi yapmak istedi. Telefonunu açıp yukarı kaldırdı ve hayatındaki ilk selfisini çekti. Tam beceremese de umutlu geleceğe bakan bir adamın fotosunu çekmeyi başardı. Arkasında incir ağacı ve her yere asılmış peçeteleri de.
Kendisi de peçetelikten bir tane aldı. Ceketinin cebinden çıkardığı kaleminin yazdığını kontrol etmek için kenarına ufak bir çizgi çizdikten sonra yazdı:
“Anne, incir keki de çok güzelmiş.”
Adem Özbay
*Kevakib öykü kitabından