FAS
Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce aklıma Ürdünlü Dima geldi… Vatanımdan binlerce kilometre ötede uzak mı uzak olan doğumuzdaki bir ülkede bir firmanın akşam yemeği organizasyonunda bizi yan yana oturtmuşlardı. Sanki uzun zamandır birbirimizi tanıyormuşuz gibi koyu bir sohbete dalmıştık. Dima demişti ki, “Bir ülkeye gidip sevmedim diyenleri anlamıyorum. Her ülkenin bir ruhu var”… Bu söz kalbimin en derin köşesine kazındı.
Ekimde olmamıza rağmen yazdan çalma sıcak bir günde 5 saate yakın bir uçuşla batıdaki Arap ülkesine giderken o zamana kadar gezdiğim diğer Arap ülkelerini düşünüyordum. Her birinden ayrı zevk almış, Arap ezgileri eşliğinde dans etmiş, etli – yağlı yemekleri afiyetle mideye indirmiş, beyaz entarili Arap erkeklerine de gözlerim doymuştu.
Her Ülkenin Bir Ruhu Var
Uçağımız indikten sonra pasaport sırasında Fas Kralı Muhammed’in fotoğrafı beni karşıladı. Her Arap kralının yaptığı gibi yıllar öncesinin tığ delikanlılık zamanlarında çekildiği Fas bayrağı fonlu fotoğrafı göz dolduruyordu. Yeni halinin ise daha yaşlı ve kilolu olduğunu tahmin etmek için çok zeki olmaya gerek yoktu.
Pasaport sırasından geçip Kazablanka’ya ayak bastığımda güneş vücudumu yakarken, hafif rüzgar da yüzümü yalayıp geçti. İspanyolca “beyaz ev” anlamına gelen Kazablanka, Atlas Okyanusu kıyısında yer alan ve liman kenti olması özelliğiyle de geçiş noktası sayılan bir şehirdi. 1942 yılında çekilen “Kazablanka” filmiyle şehrin popülaritesi artmış ve “merak edilen”, “gidilecek yerler listesinin başlarında” yer alan bir şehir olmuştu.
1907 yılında Fransızlar tarafından işgal edilen Kazablanka’da 1956 yılına kadar bu etki devam etmişti. O nedenledir ki, günümüzde bile Fransızca dışında yabancı dil bilene rastlamak çok zordu.
Ayağımızın tozuyla ilk gittiğimiz yer, Arapların deniz kenarındaki gezinme yerlerine aynı adı verdikleri “Korniş” oldu. Kornişte yan yana dizili restoranlarda dünyaca ünlü hızlı yemek markaları da yer alırken, “otantik olsun” diyerek sıranın ilk restoranına girdik.
Aman ne otantikti! Atlas Okyanusu manzaralı bu yerde yediğim 4 peynirli pizzanın altı yanmış, üstündeki baharatlar midemi bulandırmış, masadakilere gelen diğer siparişlerde de patatesler iki kez kızartılmış leş gibi bir renk almıştı. Dişleri dökülmüş, tırnaklarının içindeki pisliği de gözüme sokarcasına menüdeki bir şeyleri işaret eden garson ise hayatımda unutamayacağım en berbat tiplemeler arasındaki yerini almıştı.
Hayatımda yediğim en kötü yemekten sonra kralın sarayının yer aldığı ama sarayın içinin asla gezdirilmediği Habus’a gittik. Saraydaki yapıya göre içerideki aşçının torununun torunu da sarayda aşçı olurken, bahçıvanlık bile babadan oğla geçen bir yapıdaymış. Dolayısıyla saray yapısı çok kapalıymış.
Sarayın kapısındaki oymalar ve işçilikle, sarayın içindeki oymalar ve özen kolaylıkla tahmin edilip hayallerde canlanabilirdi.
Son durağımız ise mutlaka gidilmesi gereken dünyanın 2. büyük camii olan II. Hasan Camii’siydi. Öylesine yüksek bir yapıydı ki, kameranın kadrajına almakta çok zorlanıyorduk. Caminin minaresi üzerindeki üç top ise, Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Museviliği simgeliyordu. Tüm inançlara saygılı bir yapısı olduğu belirtilen Fas’ta bu da caminin üzerindeki üç topla belirtiliyordu.
Caminin içi ise deniz kenarında olması dolayısıyla rüzgar alan ve yüksek tavanlar ile oymaların insanın aklını aldığı bir yapıdaydı. Kadınların ayrı, erkeklerin ayrı kapılardan girebildiği bu camide insanın içine bir huzur doluyordu.
Otelimize giderken başım ağrıyor ve midem inanılmaz bulanıyordu. Öyle bir acı ve ağrıydı ki, “gurbet elde bir hal geldi başıma” türküsünü çığırmamak için dişlerimi sıkıyordum. Otelde bize verilen odaya adımımı atınca içimdeki kötülükler ağzımdan döküldü. Teşhis: gıda zehirlenmesi!
O kadar Arap ülkesi gezmeme rağmen ilk günden, et bile yemeden zehirlenmemi anlamamıştım. Fakat “4 yıldızlı” otel odamızı görünce, bu ülkede her şeye hazırlıklı olmam gerektiğini fark etmiştim.
Genelde yazılarımda kaldığım otelin ismini vermiyorum ama ben yaşadım, başkaları yaşamasın diyerek Kazablanka’da Hotel Diwan’dan bahsetmek istiyorum. Odada bulunan TV, bir süs eşyası gibi çalışmıyordu. Saç kurutma makinesi yoktu. Lavabonun gideri tıkalı olduğu için elimi yıkadığımda yukarı doğru tırmanan pis su, benim midemi çok fena bulandırıyordu.
Çalışanları da ayrı bir âlemdi. Fas’ta turizm eğitiminin olmadığını çok iyi belli eden otel çalışanları ile girdiğim diyalogları başka hangi ülkede yaşayabilirim, bilmiyorum. Odadaki eksikleri belirttiğim resepsiyondaki görevlinin bana sesini yükseltmesi üzerine benim de bağırarak Çingene gibi kavga etmemi mi anlatayım yoksa kahvaltıda süt istediğim garson kızın Arapça el – kol hareketleriyle bana küfretmesi üzerine benim de Türkçe olarak küfretmemi mi?
Otelin yakınındaki bir eğlence merkezinde sabaha kadar kulakları tırmalayacak şekilde, darbuka ya da davulu yeni çalmaya başlayan çocuk gibi melodisiz ve ritim bile denilemeyecek şekilde yapılan müzik ve arada bir erkek sesi “aaa” “ooo” valaaa” diye böğürmesi ile sabaha kadar uyumamamızı da anlatmadan geçemeyeceğim.
İki gün Kazablanka ve bu otel çekilir miydi, bilemiyordum. Aklıma sürekli Ürdünlü Dima’nın “her ülkenin bir ruhu var” sözü gelip duruyordu. Yine de şehrin ruhunun güzelliğini keşfetmek üzere Habus’a gidip dükkanları gezmeden edemedim.
Bir ara değişik bir baharat kokusu beni bir sokağa çekti. Sokakta ağzına kadar rengarenk ve baharatlı zeytinlerle dolu dükkanlar vardı. Zeytinler öylesine iri ve renkliydi ki gözlerim şenlendi. Kendimi rengarenk bir yağlıboya tablosu içinde bir figür gibi hissettim. Zeytinlerden tadarken satıcı kadın kolumdan tutup beni dükkanına çektikten sonra açık olan TV’yi gösterdi. Bir Türk dizisi oynuyordu. “Bak, biz sizin ülkenin dizisini seyrediyoruz” diyen kadını dinledikten sonra dizide sanki ben oynamışım gibi keyifli bir kahkaha attım.
Fas, zeytin bakımından öylesine zengin bir ülkeydi ki, en lezzetli ve pahalı zeytinin kilosu 2$’ı geçmiyordu. Sokaklarda zeytin ağaçlarından yollara dökülen siyah zeytinler toplanmaya bile tenezzül edilmiyordu.
Bir sonraki durağımız Kazablanka’daki eski medina, yüksek duvarlarla çevrili ve içerisindeki dar sokaklarda karşılıklı olarak dükkanların dizildiği toprak zeminli bir alışveriş mekanıydı. Yerlerde çöpler ve dükkanlarını temizleyenlerin yollara döktüğü sularla çamurlaşan bir zemin ve kokuyla pek de iç açmayan bir mekandı.
Fanilerin Sürrealist Resmi
Kazablanka’dan ayrılıp Marakeş’e geçme vaktimiz gelmişti. Yollar bomboştu ve 80 km’yi geçen otobüslere yüklü bir ceza kesildiği için iç bayıltacak derecede yavaş yol alıyorduk. Yollarda kızıl topraklar ya da arada bir evin olduğu, eşekle tarla süren insan figürüne rastlıyorduk
Marakeş’e varınca bir Avrupa kentine gelmiş gibi hissettim kendimi. Geniş yollar ve kaldırımlar, dünyaca ünlü markaların vitrinleriyle süslenen sokaklar…
Fas denilince akla ilk gelen ve turizm siteleri ile broşürlerini süsleyen “Jma El Fna”, Türkçesi, “Fanilerin Meydanı”na gelmiştik. Kütübi Camisi’nin yanında yer alan bu meydanda falcılardan, yılan oynatıcılarına; salyangoz çorbası satıcılarından, kınacılara kadar her şeyi bulmak mümkündü.
Sürrealist bir tablo gibi bir meydandı. Aklın sınırlarını zorlayan ve “bunun mantığı nedir ki?” sorularını yanıtsız bırakan bir meydan…
“Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” deyimini yadsırcasına, “salyangozu satarız da yeriz de!” mesajı veriyorlardı. Elinize sarılıp kına yakmaya çalışan şişman Arap kadınlarını saymıyorum bile!
Akşam olunca Chez Ali Gösterisi’ne gidecektik. Turist Rehberi Ali, Fas kültürünü tanıtmak için böyle bir işletmeyi açmış ve öldükten sonra da çocukları işletmeye devam etmişti. Medinadan aldığım Arap kıyafetimi giyip geceye katıldım.
Kapıdan içeri girince diğer Arap ülkelerinin oynak müzikleriyle ilgisiz, durmadan vurulan davulların önünde vudu büyücüsü tipli bir kadın sağa – sola gidip dans ediyorum sanarak gelenleri karşılıyordu. Biraz yürüyünce kemanı boyna koyup çalmayan Faslıları temsilen, kemençe gibi kemanı tutup “gıygıygıy” çalan adam selam verdi.
Atlı bedeviler, ellerinde tüfeklerle karşılama görevini üstlenirken yan yana dizilmiş çadırlardan birine girdik. Önce madımakımsı bir çorba geldi. Çatal ve kaşıklar öylesine pisti ki, peçeteye silmekten parmak uçlarım ağrıdı.
Çadırları kulak tırmalayan müzikler eşliğinde ziyaret eden çalgı – çengi ekipleri bana Kumkapı’yı aratmadı. Verilen para kadar çalıyorlar – söylüyorlar; para yoksa çadırda bir tur atıp çıkıyorlardı. Çorbadan sonra kızarmış bir kuzu koydular ortaya. Masadaki kimse kuzunun nasıl ayıklanacağını bilemedi. Garson da olmadığı için didik didik ederek eti mundar ettik!
Sonrasında kuskus denen ince bulgur içinde tavuk, balkabağı, kuş üzümü geldi. Lezzeti iyiydi. Özellikle şunu belirtmeliyim ki, hayatımda yediğim en lezzetli ve organik tavukları Fas’ta yedim. Sanayileşme olmadığı için her şeyin doğalı Fas’ta bulunduğundan en müthiş tavuklar da Fas’taydı!
Gece sonunda çadırlarımızdan çıkıp orta alandaki gösteriyi izlemek üzere yerlerimizi aldık. Çölün ortası olduğu için hava soğuktu. Tir tir titriyorduk. Fas kültürünü simgeleyen kıyafetlere bürünmüş kadınlar – adamlar meydandan geçerken koreografilerinin çok kötü olduğunu düşündüm. Zaten oyuncular da her akşam aynı sahneleri sergilemekten bıkmış, “ben böyle hayatın içine…” der gibi surat asıyorlardı.
Gösteride tek beğendiğim nokta atlıların akrobasi gösterileri oldu. Atın üzerinde amuda kalkan mı dersiniz, bir attan öbürüne atlayan mı… Fakat bir anda tüfeklerini patlatanlar ise hepimizi korkudan öte tarafa gönderiyordu. Tüfekler patladıktan sonra ise barutla sisimsi bir duman genzimizi yakmıştı.
Keçi Yuva Yapmış Leylim Argan Ağacına!
Ertesi gün UNESCO Dünya Mirasları listesinde yer alan Essaouira’ya doğru yola çıktık. Dünyada bir tek Fas’ta yetişen Argan ağaçlarıyla kaplı yollardan geçerken sürrealist resim figürü olmaya devam ediyordum. Bu memlekette ağaç dallarına kuşlar yerine, keçiler çıkıyordu! Argan bitkisi keçiler için öylesine lezzetliydi ki, anatomik yapılarına inat ağaç dallarında kuş gibi sekiyorlardı.
Essaouira’da Orson Wells, Jimy Hendrix gibi bohem hayatı seçen sanatçılar senelerce yaşamışlardı. Essouira’ya varınca puslu bir hava karşıladı bizi. Atlas Okyanusu, Essaouria Kalesi’ni dalgalarıyla döverken çürük deniz ürünleri kokusu da rüzgarla burunlarımızı şenlendiriyordu!
Medinanın içi ise kurban bayramı dolayısıyla et kesmek için üzerine sineklerin konduğu kanlı tahtalarıyla bekleyen adamlarla doluydu.
Essaouira’dan hemen ayrılmak istedim… Beni cezbeden hiçbir şey yoktu.
Yıl 1976, Ünlü Modacı Yves Saint Laurent yeni koleksiyonuyla ilgili bilgi veriyor. Marakeş’te Majorelle Bahçesi’nde mutlu bir hayat süren Laurent şöyle diyor:
“Bu koleksiyonum çok renkli, canlı ve parlak. Fas’ın tarzını yansıtan unsurlar kullandım. Bu koleksiyonum en iyi koleksiyonum mu bilmiyorum ama en güzel koleksiyonum olduğunu biliyorum…”
Yves Saint Laurent Marakeş’te dünyanın her yanından getirttiği kaktüs ağırlıklı bitkileriyle süslü bahçesinde mutlu mutlu yaşarken ürettiği koleksiyon da bundan etkilenmişti. Fesler, renkler, başa sarılan şallar… Resmen doğu ile batıyı bir koleksiyonda birleştirmişti.
Şimdi bu dünyaca ünlü modacının bahçesine gidilmez miydi?
Otobüsümüz Majorelle Bahçesi’ne giderken bomboştu. Fas’ın yemekleri, mikrop dolu havası, virüsleri Türklerin bağışıklık sistemini çökertmiş ve herkes son gün patır patır dökülerek otel odalarında 2.80 uzanmıştı. İlk günden zehirlenerek bağışıklık sistemimi güçlendirdiğimden ayakta kalan şanslı azınlık içindeydim.
Bahçeye geldiğimde yeşilin her tonunun yanı sıra hayatımda görmediğim kadar yüksek kaktüslerle karşılaştım. Bazı kaktüslerin üzerinde tüy gibi dikenler vardı. İnsanın eline alıp sevesi geliyordu! Cart mavi renkteki ev ise yeşil yapay gölet ve yeşilliklerin içinde kaybolmamak için savaş veriyordu.
“Yves Saint Laurent burada yaşayıp hiç dışarı çıkmadıysa Fas’a âşık olması kaçınılmaz” diye düşündüm.
Son gün Fas’a özel bir şeylerimiz olsun düşüncesiyle Jma El Fna’ya gidip kına yaktırmak istedik. Meydanın ortasında dikilir dikilmez çarşaflarını çekiştire çekiştire dört kadın bize doğru koşmaya başladı. Refleks hareketi olarak onlar bana doğru koşarken ben de koşarak kaçacaktım. Öyle bir moda soktular ki beni, çok korktum. Bana fırsat vermeden koluma sarıldılar, “siyah olsun kına bari” dedim. Bir kitapçık çıkarıp model seçmemi istediler. Seçtiğim modeli hatırlamamam için kitabı kapattılar anında. Acayip bir desen çizdiler elime ve istediğim modelin o olduğunu iddia ettiler.
Akşam ise diğer kına yakanları bir sürpriz bekliyordu. Herkes siyah kına isterken, siyah diye kırmızı ya da kahverengi yakmışlar ve berbat bir görüntü oluşmuştu. Benim ise desenim kötü olsa da kınam istediğim gibi siyahtı!
Fas’a veda ederken uçaktaki Türklerin öksürük sesleri ve hastalıktan inlemeleri de güzel bir özet fon oldu!
*
Seren Muyan