Atatürk Arboretumu

0
892

 

Yeşilliklerin içinde kaybolmak istiyordum. İnşaat sektörü parlak devrini yaşarken, çocukluğumdaki boş araziler kat kat binalarla dolarken, kaldırımın kenarında iğreti biçimde kökünü korumaya çalışan çalımsı fidan, “ağaç olacağım ben ya” iddiasında bulunurken “nefes almak istiyorum” diye çığlıklar atmak istedim. Kalpten attığım çığlıkları bir arkadaş duydu:

“Sen Atatürk Arboretumu’na gittin mi?”

Hiç duymamıştım bu yeri. Dilim de dönmedi zaten. Üniversitede aldığım Almanca dersini hatırladım. Alman aksanını taklit edeceğim diye konuşmamı sertleştirdikçe sertleştirip ağzımdan tükürüklerin fırlamasına engel olamayarak çok komik bir görüntüye sahip olurdum. “Arboretum” kelimesini yazarken bile zorlanırken nasıl telaffuz edecektim ki?

Başında Atatürk olmasa, Arboretum’un Almanya’da olacağını sanırdım. Orası neresiydi ki? Öğrenmenin yaşı yok, arboretum’un anlamı bilimsel araştırma ve gözlem amacıyla orijini ve yaşları belli ağaç veya odunsu bitkilerin uygun alanlarda bir arada yetiştirilerek sergilenmesi demekmiş.

Belgrad Ormanı’nın doğusunda 296 hektarlık alanda dünyanın her yerinden getirilen bitkiler İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi tarafından dikilip yetiştirilerek bir alan oluşturulmuştu. Bize de yeşil görüp nefes almak niyetiyle Atatürk Arboretumu’na gitmek düşerdi!

Yeşilliklerin arasından geçerken şehrin ortasında olmama rağmen şehirden uzaklaşmış gibi hissederek nefes almaya başladım. Şunu fark ettim, biz şehrin ortasında yaşamımızı devam ettirmek için nefes alıyormuşuz ama nefesin tüm hücreleri doyuran bir de tadı varmış. Bu tadı anlamamız için ise yeşillerin arasında kaybolmamız gerekiyormuş.

Girişte ücret ödenen Arboretum, evlenen çiftler tarafından popülerliğini otoparktaki süslü düğün arabaları ile kanıtlıyordu. İçeri girildiğinde ise tarlatanlı – tarlatansız gelinlikler ve gelinlerinin eteklerini toplayan damatlarla gözlerimiz şenlendi.

Girişteki fıskiyeden itibaren, yol birkaç yöne ayrılıyordu. Hayatımızdaki seçimler gibi yollardan birini seçip yürümeye başladık. Ayağımdaki yüksek dolgu topuk ayakkabılarla ormana ne de yakışıyordum! Çok şükür yürüme yollarını düzgün taşlarla döşemişlerdi. Böylece Çin’den, Japonya’dan, Güney Amerika’dan… kısacası dünyanın dört bir yanından gelen değişik bitkilerin etiketlerini okuyarak yürürken tökezlemiyordum.

Ne kadar öyle yürüdük hatırlamıyorum ama yolun sonunda sağa dönünce taşlı, topraklı bir yola saptık. Burada tökezlemek boynumun borcuydu. Sanki arboretumdan çıkmış ve ormanın içine girivermiştik. Kafamı yukarı kaldırdığımda ağaçların sık yapraklı dalları nedeniyle gökyüzünü göremiyordum.

Bir ara ormanın derinliklerinden hışırtı gibi bir ses geldi. Çevreme baktım. Yolda ne gelen ne giden vardı. Yalan olmasın, korktum. Ormandaki ayılarla ilgili o kadar çok haberler okuyordum ki… Daha geçende bir genç, ormanda karşısına çıkan ayının ağzına kolunu sokup “Ayıboğan” olarak Türk tarihine geçmişti.

Soran gözlerle arkadaşıma baktım. O da içimi ferahlatmak bir yana, beni korkutan bir açıklama yaptı:

“Yaban domuzu olabilir. Geçende böyle gezerken görmüştüm…”

“Yaban domuzuysa ne yapacağım? Ayaklarımda da topuklular?”

“Ne bileyim… Koşarız…”

“Koşarız? Ben nasıl koşacağım?”

Yerdeki odun parçalarından birini gösterdi:

“Bunu alırız, savura savura koşarız!”

İçimden “madem odunu aldın ne diye koşarak kaçıyorsun” diye düşündüm ama bir şey söylemedim. Sonuçta topuklu olan bendim ve böyle bir durumda koşamazsam direkt teklifsiz arkadaşın sırtına tırmanıp “koş daha hızlı koş!” diye direktif verecek komutan da bendim!

O korkuyla zaten adımlarım sıklaştı. Ayağımdaki topuklular da koşuya özel spor ayakkabı kıvamına geldi. Can tatlıydı!

Sonunda insanların göründüğü, yolların yürümeye uygun hale geldiği, bitkilerin altında etiketlerinin bulunduğu alana gelmiştik. Sonbaharın armağanı olan sararmış kuru yaprakları çiğneyerek yürüyorduk.

Yokuştan aşağı inince bitkilerin yeşillerinin suya yansıdığı bir göle gelmiştik. Gölün çevresindeki banklar olmasa da şikayet etmezdik. Çimlerin üzerine yatıp vücudun elektriğini atmak da hiç fena olmazdı!

Gölün içindeki kaplumbağalardan da bahsetmemek olmaz! Başlarını suyun yüzeyine çıkarıp yüzen kaplumbağalar, göldeki balıkları kıskandırarak birbirleriyle oynuyorlardı. Kuğular zarif boyunlarını daha da uzatarak suyun üstünde süzülürken, ördekler de öterek manzaraya sesleriyle eşlik ediyordu.

Bu gölün kenarından hiç ayrılmak istemedim. Hatta öyle ki, uyku sorunuma inat saatlerce uyumak istedim. Bu manzara beni öylesine rahatlatmıştı ki, zamanın durması için Tanrı’ya yalvardım. Karnımdan gurultular gelmese, zamanı durdurduğuma inanabilirdim de… En azından bir sandviç ya da havuçlu tarçınlı kekle bu manzaraya bir dahaki gelişimde eşlik edeceğime kendime söz vererek yeşilliğin nefesini içime çekip günü sonlandırdım.

 

 

*

Başak Seren MUYAN

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız