İzleyicinin sinema perdesinde seyrettiği kanlı sahneleri kanıksaması, zihninde en büyük şiddeti bile oyun haline getirmesi sinemanın başarısı mıdır? En iyi korku filmlerini çıkarabilen ülkenin bu başarısını kodlarken artı hanesine yazacaklarımız, tüm dünya insanları için de bir değer oluşturuyor mu? Toplumun yetiştiği kültürün ana damarlarında böyle zorlamalar ve işin doğallığından uzaklaştıran hileler yoksa, katliamlara yol açacak girişimler bulunmuyorsa bunu, kanlı canlı bir filme döndürmenin pek bir anlamı olmaz. Oysa dünya sahnesinde en kanlı çatışmaların yaşandığı bir coğrafyadayız ve tarih, bir film şeridinden çıkarak, en gösterişli elbiselerini giyerek karşımızda arz-ı endam ediyor. Bireylerin birbirlerine büyük bir öfkeyle bakmadıkları, ‘Yaratık’ türü korkular yerine daha munis masallarla büyütüldüğümüz coğrafyamızda oluşan sevgi, aslında bir acıyla da yoğrulmuş durumda.
BÜNYAMİN YILMAZ
bunyilmaz@mynet.com
İzleyicinin sinema perdesinde seyrettiği kanlı sahneleri kanıksaması, zihninde en büyük şiddeti bile oyun haline getirmesi sinemanın başarısı mıdır? En iyi korku filmlerini çıkarabilen ülkenin bu başarısını kodlarken artı hanesine yazacaklarımız, tüm dünya insanları için de bir değer oluşturuyor mu? Toplumun yetiştiği kültürün ana damarlarında böyle zorlamalar ve işin doğallığından uzaklaştıran hileler yoksa, katliamlara yol açacak girişimler bulunmuyorsa bunu, kanlı canlı bir filme döndürmenin pek bir anlamı olmaz. Oysa dünya sahnesinde en kanlı çatışmaların yaşandığı bir coğrafyadayız ve tarih, bir film şeridinden çıkarak, en gösterişli elbiselerini giyerek karşımızda arz-ı endam ediyor. Bireylerin birbirlerine büyük bir öfkeyle bakmadıkları, ‘Yaratık’ türü korkular yerine daha munis masallarla büyütüldüğümüz coğrafyamızda oluşan sevgi, aslında bir acıyla da yoğrulmuş durumda.
Koca devletlerin, teknolojiyi ve ilmi en yüksek seviyelere çıkarmasını beklediğimiz ülkelerin dünyayı adaletle donatmak yerine, bir korku filminden ödünç alınmış sahnelerle arzı kana bulamaları, bizim masallarımızdaki devleri bile sindirecek acımasızlıkta. Tepegöz’ün yapacak bir şeyi yoktur bu bir adım sonrasındaki vahşetin tahmin edilemeyeceği süreçte. Yanı başımızda ortalığa saçılan ve dev birlikler kuran çok büyük ülkelerin bir türlü toparlayamadığı dağınık coğrafyada asırlar öncesinde ne yaşanmıştı da bugüne yansımaları gelmişti?
Dünya tarihinde önem kazanan iki olay var. Bunların biri bir şekilde filme aktarıldı. Diğeri ise büyük bir prodüksiyon isteyen alt yapısıyla çekilmeyi bekliyor: Kudüs ve İstanbul.
Ridley Scott, çağımızın bu artık anlamlandırılamayan savaşçı çılgınlıklarından bıkmış ve Haçlı ile Doğu’nun bir şekilde karşı karşıya geldiği Kudüs’ün alınmasına uzanmış kamerasıyla. Gladyatör’ün yönetmeni Scott “Bitsin artık bu asırlık öfke!” diyerek barış mesajlarıyla ördüğü filminde, “Kara Şahin Düştü”deki başarısını biraz daha ileriye götürmek istemiş. Toplum tarihlerinde meydana gelmiş olayları, egemenlerin tüm bastırmalarına karşın sanatçı özgünlüğüyle ortaya koymak az bir şey olmazsa gerek. Amerika’da ileri karakol görevi gibi çalışan Hollywood, senaryolarına bile müdahale edebilen güce karşı sesini çıkarmıyor; aksine, filmlerin genel yapısıyla oynayıp genlerini bozabiliyor.
Avrupa’nın ve Amerika’nın dünya barışının sağlanması için göstermeleri gereken çabayı ‘paylaşımcı’ bir ruhla hakimiyet kavgasına dönüştürmeleri, Ridley Scott gibi önemli yönetmenleri de sıra dışı yapımlara yöneltiyor. Hollywood’un savaşçı yönünü biraz olsun dizginlemeye çalışan Scott, dünya üzerinde yaşanmış savaşların temeline iniyor ve ‘anlamsızlık’ vurgusuyla savaşların karşısında saf tutuyor.
Asırlar önce de savaşlar vardı, insanlar birbirlerini boğazlıyorlardı. Savaş hilelerini, bugün Brad Pitt’in oynadığı müthiş bir film ortaya çıkardı. Troy, Çanakkale’deki Truva atının bir savaşın kaderini nasıl değiştirdiğini anlatıyordu. Günümüz savaşları ise TV ekranından naklen veriliyor ve kesinlikle saldırganlığın meşruluğu ya da haklılığı gerekçesi önemsenmiyor. Bugün en yetkili ağızlardan açıklanan ‘Irak’ta kitle imha silahı yok.’ açıklaması, Irak’ın tarumar olmasını engellemedi. Bölgenin birbiriyle ilintili, birbirinden beslenen renklilikleri, artık çatışmacı bir anlayışla farklı olanın karşısına çıkıyor. Çağımızın savaşları, medyatik ve yanlış bilgilerle, iki dostu bir anda düşman edebiliyor.
Asıl efsaneyi de gözden kaçırmadan, Scott’un baktığı ve vizörünü döndürdüğü asırlar öncesine, Cennet’in Krallığı’na gidelim. Kudüs yeni bir savaşın eşiğindedir. Muhasara sürüyor. Birbiri ardına gerçekleşen Haçlı Seferleri’nin öncelikle görünür amacı dini bir vurguya dayansa da Avrupa’nın tutunamamışları, ipsizleri, kısa yoldan köşe dönmek isteyenleri bu Cennet Krallığı’na varmak, büyük ikramiyenin kendilerine çıktığını görmek istiyorlardı. Bütün dinlerin bir arada barış içinde yaşadığı Kudüs’te, uzaktaki yabancıları çeken büyük bir gizem vardı. Adeta insanın bozulmamış, kire bulaşmamış yönünün yaşandığı bir yerdi Kudüs. Lordların, savaşçıların, rahiplerin tek bir amacı vardı: Bu büyük zenginliği ele geçirmek.
Haçlı Seferleri’nin düzenlendiği Kudüs’te ise adilliği tüm kaynaklarca tespit edilmiş bir komutan var: Selahaddin Eyyubi. Günümüz insanları için örnek alınabilecek bir komutandır Selahaddin. Her şeyden önce aciz olana saldırmaz, eşit şartlarda olmayı yeğler.
Haçlı ordularının artık otomatiğe bağladıkları seferlerden birinden girer Scott olaya. Onun da bir kahramanı vardır. Acılı bir kahraman… Eşi intihar etmiş, günahkâr olduğu için arınmak isteyen Balian, demirci dükkanına gelen bir lorddan duyduklarıyla şaşkına uğrar. Lord ona, babası olduğunu söyler. Amacı, oğlunu da alıp Cennet’in Krallığı’na gitmektir. Balian bu teklifi kabul etmez. Demirci dükkanına gelen bir rahip, günahkâr olduğunu (karısının günahı), günahlarından temizlenmek için Kudüs’e gitmesini söylediğinde kızar ve rahibi öldürür. Babasına katılmaktan başka çaresi kalmamıştır. Lord onu bir savaşçı gibi yetiştirir. Balian babasının ölümüyle onun yerine geçer. Kral’ın en sadık adamlarından biri olur. Bazı komutanların Selahaddin’le aralarında yaptıkları anlaşmaları bozmaları Kral’ı zor durumda bırakır. Kral, kız kardeşini Balian’a teklif eder. Eğer onunla evlenirse Kral, kocasının ölüm fermanını imzalayacak, böylece kendisinden sonra kral Balian olacaktır. Balian bu teklife karşı ‘vicdan krallığı’nı öne çıkarır ve adil bulmadığı bu öneriyi kabul etmez. Cüzzam hastalığından dolayı eriyip giden ve yüzüne taktığı maskeyle dolaşan Kral, bütün çabasına karşın barışı koruyamaz. Yeni Kral acımasız ve de hesapsızdır. Bütün ordularını toplar ve Selahaddin’i yok edebilmek için çöle sürer. Balian, ordunun Selahaddin karşısında duramayacağını anlar ve onları uyarır. Savaş çığlıkları arasında bastırılan sesi, büyük bir katliama hazırlanması gerektiğini de öğretir Balian’a. Kalede kalan genç ve ihtiyarlardan bir ordu kuran Balian, Selahaddin’in gelişine hazırlar kendini. Büyük bir savunma ortaya koyar. Araplar arasında da yiğitliğiyle bilinen Balian, nihayet Selahaddin’le anlaşma yapabilecek şartları oluşturur. Selahaddin’e sorar: Kudüs senin için ne ifade ediyor? Selahaddin’in ilginç bir cevabı vardır: “Hiçbir şey ve her şey.”
İslam adaletini yeryüzünde yayan komutanlar içinde çok önemli bir yeri vardır Selahaddin’in. Özellikle de İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik için büyük bir önemi olan Kudüs’ün koruyucusu olmak Selahaddin’e nasip olur. Yağmacı düşüncelerden, öfkeli kuru kalabalıklardan, haksızca önüne geleni katledenlerden korur Kudüs’ü. Hangi inanıştan olursa olsun insanların huzur içinde yaşayabileceği bir yer haline getirir şehri. Yetiştiği kültürün bütün örneklerini sergileyen Selahaddin’in sulh içinde koruduğu şehir, çeşitli seferlerle yaşanmaz hale getirilmek istenir.
Barış ve adalet Selahaddin’le birlikte tarihteki yerini aldı. Selahaddin’in yetiştiği kültürün bugün yine başı ağrıyor. Tarihi kimliklerin yerini tespit ederken, günümüze bıraktıkları mesajı da dikkate almak lazım. Psikolojik harplerin, medyatik görüntü değiştirmelerin, tuzak sevgilerin, iki tarafı birden idare etmelerin tarihinin yazıldığı bir çağda Selahaddin’in neler yapabileceğini de konuşmak gerek aslında. Cennetin Krallığı’nın kendi içinde barındırdığı ‘bir hayale ulaşma’ düşüncesi, günümüz cennetlerinin yerle bir olmasına yol açıyor. İlmin ve irfanın merkezi Bağdat’ın asırlar öncesinden Selahaddin’i yeniden bize hatırlatması, günümüz teknolojisinin sinemalara kurduğu perdelerin bile bu gerçeği haykırmaya yetmeyeceğini gösteriyor bize. Savaşların yol açtığı dehşet tablolarının değişmesi için sinemanın da yapması gerekenler var. Bağımsızlık savaşı veren milletlerin kendi tarihleriyle ilgili yabancı kaldıkları duyguları sinema yeniden ortaya koyabiliyor. Büyük çarklara su taşımayan yönetmenler için tarihin derinliklerinden günümüze taşınabilecek konular az değil. Ridley Scott, pek fazla aşina olmadığı bir kültürün yetiştirdiği Selahaddin’i bir batılı olarak anlamaya çalışıyor.
Onun hayatını filme çekmeyi düşünen bir yönetmen daha var: Mustafa Akad. Çağrı filmiyle Müslümanların, Hellowen dizileriyle de Amerikalılar’ın sevdiği bir yönetmen. Akad’ın asıl projesi, Selahaddin Eyyubi’nin hayatını kameraya almak. Bu filmi takip edebilecek bir diğer film ise İstanbul’un Fethi. “Müslüman dünyanın elinde iki büyük konu var.” demiştim en başta. Selahaddin ve Fatih, yeryüzüne gelen ve bozgunculuk çıkarmayan bütün toplumların örnek alabileceği iki isim. Petrol kokusunun çıldırttığı ve serveti yeşil dolarlarla takviye edilenlerin, insanları robot araçlarla öldürülebildiği bir çağda bu iki ismin yeri ayrı olsa gerek. İstanbul’un Fethi’nin 522. yılı kutlandı geçenlerde. Bu fetih, farklı inançlardaki insanlar için aynı sevinci taşıyordu. Bizim unuttuğumuz bir gerçek: “Kardinal şapkası görmektense Osmanlı….” Oysa bugün Osmanlı’nın at koşturduğu coğrafyada hüzün var. Batılıları bile dehşete düşürebilecek kan var. Her zamankinden daha fazla adalete ihtiyaç duyan bu coğrafya Selahaddinlerin ve Fatihlerin cesaretine, sağduyusuna, kötülüklerin karşısında durabilmelerine ihtiyaç duyuyor.
Mustafa Akad bunun için iki büyük insanın hayatının filme çekilmesi hayalini kuruyor. Ben bu yazıyı yazarken iyice tükenişe geçmiş, kendine olan güvenini sıfırlamış bir anlayışın yeniden güçlenebileceği, düşmanının bile kötülük etme gücünü elinden almasından dolayı memnun olduğu hayalini kuruyorum. Ramboların, zoraki kahramanların, karikatürize Yeniçeri Selma’ların karşısında duramayacakları bir fırtınadan söz açıyorum. Batılı algısının çökebileceği ve yeniden kendini gözden geçirip saygı duyacağı…
Selahaddin, asırlar sonra Ridley Scott’un çektiği Cennet’in Krallığı ile bir göründü perdeden ve bize içinde bulunduğumuz acımasız savaşları hatırlattı. Ya bir de Selahaddin gelseydi? Günümüz Balianları’nın Selahaddin’e neler söyleyeceğini merak ederdim. Tarihi eserleri parça parça gayri resmi yollarla büyük başkentlere taşıyan, Bağdat kütüphanelerinin asırlık birikimini ‘belirsiz’ bir ortamda ‘yürüten’lerin Selahaddin’e ne söyleyeceğini çok merak ederdim. Yüzünde hüzünlü bir gülümseme, rakibinin bile kendini emniyette hissettiği Selahaddin ve işte ağlama duvarına dönen dünya…
Selahaddin’in hesabı barış üzerineydi, Fatih’in hesabı barış üzerineydi. Günümüzün hesabı ne üzerine?
Kocaman bir sükut…