Şöyle bir düşünün: İçinde yaşadığınız dünyada her türlü iğrençlik, adâletsizlik, zulüm, işkence, işgal, terör, savaş, bireysel hırslar, gurur ve mücadeleler, entrikalar, birbirinin kuyusunu kazıp sinsi planlarla elde edilen makamlar, oyunlar, yalanlar, ikiyüzlülükler, ahlaki çöküşler, hiçlikler olmakta ve yaşanmakta. Yaşadığımız her gün ve her an yeni bir olay, faklı bir sorunla karşılaşmaktayız. Gazetelerdeki sütunlar, manşetler; TV ekranındaki haberler, görüntüler…
Bugün çocuklarımızın oyuncaklarında bile onların masum bedenlerini, zihinlerini ve bilinçlerini etkileyecek olan çok farklı kimyasal maddeler kullanılmakta. Çocuklarımıza ve bebeklerimize uzanan bu duyarsızlaştırma hareketi karşısında sâkin bir kafayla kendimize dönelim.
İdris Bilen
idrisbilen@pdrservisi.com
Şöyle bir düşünün: İçinde yaşadığınız dünyada her türlü iğrençlik, adâletsizlik, zulüm, işkence, işgal, terör, savaş, bireysel hırslar, gurur ve mücadeleler, entrikalar, birbirinin kuyusunu kazıp sinsi planlarla elde edilen makamlar, oyunlar, yalanlar, ikiyüzlülükler, ahlaki çöküşler, hiçlikler olmakta ve yaşanmakta. Yaşadığımız her gün ve her an yeni bir olay, faklı bir sorunla karşılaşmaktayız. Gazetelerdeki sütunlar, manşetler; TV ekranındaki haberler, görüntüler…
Bugün çocuklarımızın oyuncaklarında bile onların masum bedenlerini, zihinlerini ve bilinçlerini etkileyecek olan çok farklı kimyasal maddeler kullanılmakta. Çocuklarımıza ve bebeklerimize uzanan bu duyarsızlaştırma hareketi karşısında sâkin bir kafayla kendimize dönelim.
"Sâkin bir kafa" dedim de aklıma geldi; sahi bizim kafalarımız en son ne zaman sakin oldu? Bu, önemli bir soru! En son ne zaman kendimizi rahat, huzurlu, güvenli, mutlu, istekli, coşku ve enerji dolu, kendimizle barışık gördük? Kendimizin farkında olmadığımız için, kendimizi önemsemediğimiz ve kendi değerimizi bilmediğimiz için oluyor tüm bunlar. O halde biz önce kendimize duyarlı olmalıyız.
Kendimize Karşı Nasıl Duyarlı Olalım?
1- İnsanın hayatını devam ettirebilmesi için ilk başta fizyolojik ihtiyaçlarını karşılıyor olması gerekir. Maslow'un ihtiyaç hiyerarşisini baz alsanız da almasanız da bu böyle. Bu fizyolojik yani ilk ve en önemli ihtiyaçları karşılarken gereken duyarlılığı gösteriyor muyuz? İlk duyarsızlığımız bu duyarsızlıkla başlıyor işte. Buna da "A" diyelim:
A) Tükettiğimiz gıdaların nasıl, nerede, kim tarafından, hangi şartlar altında üretildiğini, hangi katkı maddelerini içerdiğini bilmiyoruz. Bunları bilme ya da duyarlılık gösterip araştırma lüksümüz de olmuyor çoğu zaman. İşin aslı çok da önemsemiyoruz. Duyarsız bir şekilde tüketiyoruz. En çok tükettiğimiz, olmazsa olmazımız ekmeğimizde bile kanserojen maddeler bulunduğu öne sürülüyor. Temel tüketim gıdalarından olan ayçiçeği yağlarında, yağlı boyaların kimyasal maddeleri kullanıldığı tespit ediliyor. Sera mahsullerinin hemen hepsi hormonlu. Genetik yapısı değiştirilmiş gıdalar her yanımızı sarmış durumda. Hazır ürünler arasında katkı maddesiz gıda yok denilecek kadar az.
Çayımıza katılan kimyasal boyalar yetmedi, şekerimize de kemik tozları kattılar. Evet, belki bunu hiç duymamıştınız. Küp şekerlerde dağılmaması için ve toz şekerlerde beyazlatıcı olarak kemik tozu kullanılıyor. Bu kemik tozlarının %20'si Türkiye'de üretiliyor, geri kalanı da ithal ediliyor. Peki, hangi hayvanların kemikleri bunlar? Tek bildiğimiz, domuz kemiklerinin yapışkan özellik taşıması, yani küp şeker için en ideal olması.
İçinde et olmayan sucuk ve sosisler, şeker ve katkı maddeleriyle bala benzetilmiş sahte ballar, tekstil boyalarıyla ve paslı demirlerle siyahlaştırılmış zeytinler ve sahte zeytinyağları market raflarını dolduruyor.
Tüm bunların sağlığımızı ne derece etkilediği her geçen gün daha açık olarak ortaya çıkıyor. Başta biyolojik yapımız olmak üzere; duygusal, ruhsal ve zihinsel yapımız da olumsuz olarak etkileniyor. İşte buna bilimsel bir örnek:
Sodyum Laktat denen kimyasal maddeler panik nöbetleri olan insanlarda nöbeti başlatabilirken, normal insanlarda böyle bir nöbeti oluşturamamaktadır. Aynı şekilde, kafein, kokain, marihuana ve karbondioksit de panik nöbeti oluşturabilmektedir…
B) Ayakta tüketiyoruz. Öyle bir hayat yaşıyoruz ki hep yetişecek bir yerler, yapılacak işlerimiz oluyor. Erel BLEDA'nın dediği gibi: "20'li yaşlardayken 30'lara kuruyoruz saatin alarmını. 30'larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere…" Yanlış şeylere yatırım yaptığımız, acı bir gerçek olarak çıkıyor sonra karşımıza… Zira koşturmacalarla geçen bu yoğun hayat temposunda bir şeyi unutuyoruz:
Kendimizi… Farkında bile olmadan kendimize duyarsızlaşıyoruz. Kendimizin farkında olabilmek için ilk başta fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılıyor olmamız gerektiğini izah etmeye çalıştım. Şimdi de bu yediklerimizi nasıl, nerede ve kimlerle birlikte yediğimize bir göz atalım: Sabah kahvaltısı için vaktimiz olmuyor çoğu zaman. Alelacele giyinip çıkıyoruz evimizden. Ne eşimizle ne de çocuğumuzla vedalaşıyoruz çıkarken… Zira eşimiz ya uyuyor oluyor ya da çalıştığı işyerine yetişmek için o da koşuşturuyor. Hem de öyle bir koşuşturma ki, hangi kıyafetin kendini nasıl göstereceğini düşünerek, tek tek deneyerek, aynanın karşısında makyajını eksiksiz yapıp kendince kusursuz olana dek koşuşturuyor. Çocuğumuz ise bakıcıya emanet. Onu hiç anlatmayalım… Yaptığımız iş her ne ise kahvaltımızı o işimize göre yolda ya da işyerinde geçiştiriyoruz. Sonra öğle yemeği vakti geliyor. Lakin işler bitmiyor. Hayat devam ediyor. Eve gitmeye vakit yok. Gitsen de evde yemek yok. Eş yok çünkü evde… O halde geriye bir tek seçenek kalıyor: Ayaküstü yiyeceksin… Bu şekilde hazır tüketime alışıyoruz. Bir telefonla sipariş veriyor, yemeğimiz ayağımıza geliyor, bir çırpıda yiyor ve işimize devam ediyoruz. Nihayet gün bitiyor, güneş batıyor, karanlık çöküyor dünyaya. İşler yine bitmiyor. Üstelik bu işler sözde kendi ailemiz, eşimiz, çocuğumuz için ve daha iyi bir gelecek için oluyor.
Neden? Bitmeyen İşler Yüzünden!
Nihayetinde eve geldiğimizde sıcak bir çorba, donatılmış bir sofra bulamıyoruz. Eşimiz bizden dertli, biz eşimizden… Eşimiz haklı olarak şöyle diyor: "Ben de akşama kadar çalıştım. Yoruldum. Elin ağız kokusunu çektim. Ben çalışıyorsam, ben yoruluyorsam sen de bana yardım edecek, yemeği bir gün de sen yapacaksın."
Sonra yemek kavgası başlıyor. Günün acısını, yorgunluğunu, ötekilerine olan hıncını eşler birbirlerinden alıyor, bir yemek yüzünden… Bakıyorlar bu iş böyle olmuyor, ikisi de çalıştığı için aç kalıyorlar, o halde bir güzellik yapalım diyorlar ve romantik bir lokantada baş başa yemeye karar veriyorlar. Bu, çok harika bir fikir olarak çıkıyor karşılarına. Nasıl olsa ikisi de çalışıyor ve ikisi de çalıştığı için aç kalmak istemiyor… Bir gün, iki gün, iki hafta derken olmuyor her akşam lokantada yemek. Uymuyor ikisine de…
Acil yapılması ve bitirilmesi gereken işler bir türlü bitmeyebiliyor. Bunun maddi sonucuna da katlanmak zor geliyor ve vazgeçiyorlar. Bu kez "Eve kim erken gelirse yemeği o yapacak!" diye anlaşıyorlar. Bununla birlikte eve gelmeme, daha da geç gelme için gizli bir yarış başlıyor. Sonra ne mi oluyor? Ayakta tüketmeye devam ediyoruz. Bunun sonucunda kendimizi kaybediyor, kendimize duyarsızlaşıyoruz ve birlikte yemek yemenin, yerken sohbet etmenin, sohbet ederken eşimizin ve çocuklarımızın dertlerini, sıkıntılarını, problemlerini dinlemenin önemini kaybediyoruz. Eşimizin kendi elleriyle bizim için, bize özel hazırladığı yemekleri göremiyoruz. Bu şekilde onun değerini, onun marifetlerini, onun bizim için uğraştığını hissedemiyor, yaşayamıyor ve yaşatamıyoruz. Marifet ve uğraşlara bakış açısı değiştiği için hissedilen duygular da değişmeye başlıyor sonra…
Aynı sofrada yemek yemekten, aynı çorbayı içmekten ve aynı duyguları paylaşmaktan uzaklaştıkça ailemizden, aslında kendimizden uzaklaşıyoruz.
1- İnsanın hayatını devam ettirebilmek için yemesi, neslini devam ettirebilmek için de evlenmesi ve sağlıklı bir cinsel yaşantısının olması gerekiyor ki duyarlı bir kişiliğe sahip olabilelim. Peki, bugün bu çağda kaçımız duyarlı bir birliktelik yaşıyoruz eşimizle? Kaçımız huzurlu, mutlu, güven dolu bir yuvaya sahip? Devam etmeyelim isterseniz! Zira birinci maddede örneklemeye çalıştığım yeme duyarlılığındaki aile modelimizi hatırladığımızda, bu tür ailelerin etrafımızda hiç de az olmadığını ve belki de bizlerin de onlardan biri olduğunu göreceğiz. İşte bunu gördüğünüz an, yani ailenizden, eşinizden uzaklaşıp bitmeyen işler yüzünden, aynı ortamı, eşinizden çok, farklı erkek ya da kadınlarla paylaşmaya başladığınız an diyecek bir şey kalmıyor. Sonrasındaysa, kendi yuvamızda, kendi eşimizde bulamadığımız güzellikleri başka yerlerde aramaya başlıyoruz.
2- Her şey fizyolojik ihtiyaçlardan ibaret değil elbet. İnsanın mânevi, ruhsal ihtiyaçları da vardır. Bu ihtiyaçlar fizyolojik ihtiyaçlardan daha önemlidir. Şimdi yine kendinize yönelmenizi istiyorum:
* En son ne zaman ruhunuzun huzur ile dolduğunu gördünüz?
* Yaptığınız iş her ne ise, işinizi bir tarafa bırakıp en son ne zaman kendinize yöneldiniz?
* Kendinizle baş başa kalıp en son ne zaman şöyle bir tefekkür ettiniz?
* Yaptığınız, çalıştığınız iş, sizin hangi yönlerinizi geliştiriyor, hangi yönlerinizi köreltiyor, hiç düşündünüz mü?
Akşam eve geldiğinizde her gün aynı yorgunluğu, bitkinliği, tükenmişliği hissediyor ve başta kendiniz olmak üzere eşinize ve çocuklarınıza gereken zamanı, ilgiyi ayıramıyorsanız daha fazla şey söylemeye lüzum kalmıyor.
Yıllar yılı çalışıp didinmenin, ev sahibi, araba, mal-mülk sahibi olmanın ötesinde hiçbir yatırım yapmadıysak bugüne kadar; gerçekten yanlış şeylere yatırım yapmışız demektir. Ama bunu ne zaman anlayacağız? Ne zaman kendi ruhumuza dokunan işlere yatırım yapmaya başlayacağız? Bu dünyanın, yaşantımızın, yaptığımız her şeyin geçici olduğunu ne zaman anlayacağız? 50 yaşından sonra mı? Yoksa daha ileriki yıllarda mı? Belki de ölüm yaklaştığında, değil mi?
3- Üç maddede genişçe izah etmeye çalıştığım bireysel duyarsızlaşmanın doğal bir sonucu olarak bireyden topluma yansıyan bir "Toplumsal Duyarsızlaş(ma)!" görülecektir. Bilinç aynı görüntüler karşısında alışmaya ve bu alışma, tepkilerin normalleşmesine neden oluyor. İlk günlerdeki şehit cenazelerine tepkilerimizle son günlerdeki tepkilerimiz birbirini tutmaz oluyor. Sınır ötesi operasyon aslında "Sinir Ötesi"ne yapılıyor.
Duyarsızlaşma tehlikesi karşısında çözüm; sağlam, kararlı, bilinçli adımlarla hareket ederek ortaya gözle görülür sonuçlar koymak ve tırmanan gerilimi, anti duyarlılığı, kendi içinde patlamadan söndürmektir. Her bir maddedeki örnekleri, yaşantıları ve olayları arttırmak mümkün. Ama bunu sizlere bırakıyorum. Burada bırakmayın, bunlarla yetinmeyin. Araştırın… Yorumlayın… Düşünün…
Zaman ayırın kendinize. Bu hayat sizin hayatınız! Kendi hayatınız üzerinde oynanan oyunların, kurulan tuzakların esiri olmamak için kendinize duyarlı olmalı, daha dikkatli ve daha bilinçli olmalısınız.