Ayhan Demir
“Kitap, en iyi dosttur!”… Bu cümle, daha ilkokul yıllarından itibaren, kitap okumayı özendirmek adına sıklıkla kulaklarımıza fısıldanan beylik sloganıdır. Bu slogan kısmen doğru olmakla birlikte, aslında eksiktir. İnsana en iyi dost olan kitap değil, ‘iyi’ kitaptır. Dolayısı ile doğru beylik cümlesi: “İyi kitap, en iyi dosttur!” olmalıydı.
Bu konuyu bir örnekle biraz daha açıklayalım. Bir insana ‘iyi’ veya ‘kötü’ olmasına bakmaksızın, yalnızca kitap okumasını tavsiye etmek; dengeli ya da dengesiz, sağlıklı ya da sağlıksız [abur-cubur veya fast-food] olmasına bakmaksızın beslenmesini tavsiye etmekten farksızdır. Biri bedensel, diğeri zihinsel olarak sağlıksız beslenmeye ve neticesinde ‘obozite’ sorununa yol açacaktır.
Basın-yayın organlarının haber ve sağlık bültenleri dünya üzerindeki bedensel obozitlerin sayısının gün geçtikçe arttığını haber yaparken, zihinsel obozite ve obozitleri hiç gündeme getirmezler. Ancak zihinsel obozite, en az bedensel obozite kadar tehlikeli ve sağlıksızdır. Zihinsel obozite, bedensel obozitenin yol açtığı hareket yavaşlaması gibi zihinsel yavaşlamaya; bedensel obizitenin yol açtığı görüntü kirliliği gibi zihinsel kirliliğe; bedensel obozitenin yol açtığı sağlık sorunları gibi zihinsel sağlık sorunlarına sebebiyet vermektedir. Kitab’ın, “Kitap yüklü merkepler” diye tanımladığı tam da bu olsa gerek.
Türkiye’de kim ne kadar okuyor, kim ne denli okumayarak; hem kendisinin, hem de ülkesinin canına okuyor anlamak için binlerce insana onlarca sorular sorup, anketler yapmaya hiç gerek yok. Herhangi bir meydana gidin, gözünüze kestirdiğiniz sıradan bir insan topluluğunun içerisine girin ve gündemlerinde ne olduğuna, gündemlerini neyin belirlediğine göz atın. Yalnızca bu gözlem bile, o topluluğun fikri seyri ve okuma durumuyla ilgili bilgi sahibi olmanız için yeterli olacaktır.
Aslına bakarsanız, bu gözlemin sonucunda elde edeceğiniz sonuçlar daha başından az çok bellidir. Muhtemelen karşınıza tek gündem maddesi çıkacaktır: Sıfırdan ve kolay yoldan zengin olmanın yolları… İki büyük zengininin ‘sıfırdan gelmenin’ sembolü kabul edildiği bir ülkede, elbette iyi kitaba önem verilmesinden ya da sağlıklı bir zihinsel gelişimden söz etmek mümkün olmayacaktır. Kolay yoldan kazanılan paranın getirdiği güç, kitabın ve bilginin getireceği ‘güç’ten daha baskın çıkacaktır. Gücün adresi değişince, kitapçıların ve yayınevlerinin adresleri unutulacak, kolay yoldan para kazanılan mekanların adresleri hafızalarda yer tutacaktır.
İsimleri sıklıkla zikredilen ve yüksek sayılarda baskılar yapan yayınevlerinin kapıları; İyi kitaplar yayımladıkları için değil, Nobel’e aday gösterilen popüler yazarların popüler kitaplarını yayımladıkları için aşındırılacak. Bir İngiliz casusunun günlüğü veya Müslüman Türkleri ‘barbar’ diye tanımlayıp, Ermeni iddialarına destek veren bir kitapta hatırı sayılır bir satış rakamını yakalayacaktır. Adresleri unutulup, ‘sinek avlamaya’ başlayan yayınevleri ise, bir çıkış yolu olduğunu düşündükleri ‘kitap kampanyaları’ düzenlemeye başlarlar. Bu da pek hareket getirmeyince, okumanın önemine vurgu yapmak adına, Kitab’ın ayetlerinden medet ummaya başlarlar. Yayıncının Kitab’ın ayetleri ile yakınlık derecesi veya dinin konuya oyuncak edilmeye çalışılması hiç mühim değildir. Ne de olsa kamusal fayda (!) söz konusudur. Mesela, ne zaman bir yayıncı ya da yazarla röportaj yapılsa ve bu röportaj esnasında konu ne zaman kitap satış rakamlarının ve dolayısı ile okuma oranlarının düşüklüğünden açılsa, halkın kitap okumadığından, araştırmadığından, kulaktan dolma bilgilerle cümleler kurduğundan şikayet ederler. Ardından da, Kitab’ın ilk ayetinin “İqra!” [“Oku!”] olduğunu söyleyerek, insanları kitap okumaya davet ederler. Ne var ki, bunların hiç biri çare değildir. Peki, o zaman çare nedir?
Tek çare: Arabamızın modelini, banka hesabımızdaki mevduatımızın miktarını yükseltmek için ne kadar çabalıyorsak; Enflasyon oranını indirmek ve gayri safi milli hasılayı artırmak için ne kadar çırpınıyorsak; Savunma ve silahlanma alanında ne kadar harcama yapıyorsak; Duble yol yapım projelerini nasıl hükümet programının en önemli maddelerinden biri kabul ediyorsak; Petrole, nükleer enerjiye, yenilenebilir enerji kaynaklarına ne kadar önem veriyorsak; AB’ye girebilmek uğruna nasıl gecemizi gündüzümüze katarak uyum paketleri hazırlıyorsak; bu milletin evlatlarına ‘iyi’ şeyleri okuma alışkanlığı kazandırmayı da en az onlar kadar dert edinmeliyiz.
Bu dert hangi hükümet gelirse gelsin değişmeyecek, milli siyasetimiz olmalı ve en az bir kaç nesil boyunca, karalılıkla uygulanmalı.
Farkındayım, bu söylediklerim nereden baksanız 50 senelik zaman dilimini kapsıyor. Ancak toprağa dikilen her fidan, bir sonraki neslin meyvasını yiyebileceğini göz önüne almak demektir. Diktiğimiz fidanların meyvasını yiyemeyecek olmamız, o fidanı dikmemizi engellememeli. Unutmamak gerekir ki, bugün tadına baktığımız meyvalar, geçmişte dikilen fidanların meyvalarıdır. Topraktaki suyun çoğunu bünyesinde hapsetmesine ve kerestesinin pek para etmemesine rağmen, kavak ağacına 20-30 yıl emek veriyorsak, insanın ‘iyi şeyler’ okuması alışkanlığını kazanmasına ve sağlıklı bir neslin yetişmesine ayıracağımız 50 yıl çokta fazla bir zaman olmasa gerek.