Hediye

0
912

Adam fakir bir köylüydü.Çölde yaşiyordu.Hanımıyla birlikte bir çadırda oturuyordu.Çocukları yoktu.Kendi hallerinde geçinip gidiyorlardı.Bu yoksul hayat, yıllar boyu çekilen sıkıntı ve sefalet kadının canına tak etmişti artık. Bu durumdan kurtulmak, ahir ömründe rahat etmek istiyordu.Bir gece, biraz kırgın, öfke ve sitem dolu söylendi kocasına: -Efendi, ne olacak böyle bizim halimiz? Herkesin ömrü bollukla geçiyor. Bütün yoksulluğu ve cefayı biz çekiyoruz. Sadece biz fakiriz. Ekmeğimiz yok, katığımız üzüntü. Testimiz boş, suyumuz gözyaşı. Gündüz elbisemiz güneş, gece yorgan ve döşeğimiz ay ışığı. Açlığımızdan dolayı dolunayı okkalık ekmek sanarak gökyüzüne saldırıyoruz. Söylesene a efendi, ne yapacağız böyle biz?

 

Kadın aynada sadece kendilerini görüyordu. Onun dünyası çadırıyla ve yoksulluğuyla sınırlıydı. Dışında olup bitenlerden, sürüp giden diğer hayatlardan haberi yoktu. İyilik, güzellik ve erdemli yaşamakta kendisinden yukarıda olanlara imrenmesi, onlar gibi olmaya çalışması; yoksulluk, açlık, sefalet ve sıkıntılarda kendisinden aşağıdakilere, daha zor durumda bulunanlara bakması, haline şükretmesi gerektiğini düşünemiyordu kadın. Sabırsızlık ve öfkesi bu yüzdendi.

Adam bütün bunların şuurundaydı. Dünya ve içindeki her şeyin geçici, göçücü ve sınırlı olduğunu biliyor, sonsuz  güzellikleri elde etmek için çabalamanın gereğine inanıyordu. Hanımına dedi ki:

-Hanım, daha ne zamana kadar dünya malını arayıp duracaksın? Ne kadar ömrümüz kaldı ki? Akıllı kişi artığa, eksiğe bakmaz. Dünya  işine  böyle  kafa  yormaz.

Gençken daha kanaatkardın, yaşlandıkça hırsın artıyor. Altın istiyorsun. Önceden altın gibiydin sen. Ne oldu böyle sana?

Kadının onu dinleyecek hali yoktu. Yoksulluğa takmıştı kafayı bir kere. Lafı uzattıkça uzatıyor, adamın üstüne üstüne gidiyordu:

-Ey namustan başka bir şeyi olmayan adam! Artik senin yaldizli sözlerinden biktim. Halimize bak da utan. Bana kanaatten söz ediyorsun. Sen kanaatten ne vakit canini nurlandirdin? Ne vakte kadar bu çalim? Sen bunlari geç de yola gel!

Adam alttan almaya çalıştı. Baktı ki kadınla baş etmesi imkansız. O da sesini yükseltti:

-Behey kadın, mutluluk musun, keder misin bana sen? Başıma kakıp durma! Yoksulluğumla iftihar ederim ben. Mal, mülk, para ve zenginlik başta külah gibidir. Külaha sığınan ancak keldir. Nice zengin var ki, kulağına kadar ayıp içine dalan kişidir. Malıyla ayıbını örter. Yoksulluk senin anladığın gibi kötü bir şey değildir. Hor bakma yoksulluğa. Mal, evlatlar ve dünya süsü bir imtihan sebebidir. Onu da herkes kazanamaz. Allah göstermesin, benim dünyaya karşı bir tamahım, hırsım, arzum ve beklentim yok. Gönlümde kanaatten bir alem kurmuşum ben. Ey kadınım! Kavgayı, dırlanmayı, darılmayı bırak! Yok, bırakmayacaksan, hiç olmazsa beni bırak! İyiyle, kötüyle  kavga  edemem, kavgayla  işim yok benim. Savaş şöyle dursun, barıştan bile ürkmekte gönlüm. Susacaksan sus, ne ala! Susmazsan eğer, şimdi evimi, barkımı bırakır, alır başımı giderim!

 

 

Kadın kocasının öfkelendiğini görünce ağlamaya başladı, güya pişman olmuştu. Kadının silahı gözyaşlarıdır, denilmiş. Adam karısının gözyaşlarına dayanamadı, üzüldü, söylediklerine kızdı.

Kadın kocasının bu üzgün halini fark etti. Kendince ona akıl verdi. Ne yapması gerektiği konusunda yol gösterdi:

-Sevgili efendim! Bağdat’ta bir Padişahlar Padişahı otururmuş. Bak, testimizde yağmur suyu birikmiş. Bizim bundan başka malımız, mülkümüz yoktur. Bu testiyi al, Padişahlar Padişahı’nın huzuruna çık, armağan olarak sun ve de ki:

-Sultanım! Biz çölde yaşarız, elimdeki testiden başka malımız yoktur. Çölde bundan iyisi bulunmaz. Sultanımızın hazineleri varsa da, bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur. Hediyemizi kabul et!

Zavallı kadın, Bağdat’ın ortasından suyu şeker gibi Dicle nehrinin aktığını nereden bilsin. Onun için elindeki su değerliydi, onu övüyordu.

Adam karısının düşündüklerine hak verdi:

-Doğru, kim böyle bir armağan sunabilir padişaha? Bizim bir testi yağmur suyumuz ancak padişahlara layıktır!

Adam testinin ağzını sıkıca kapattı. Bir keçeyle iyice sardı. Sırtına yüklendi. Bağdat yoluna çıktı.

Testi kırılmasın, hırsızlar çalmasın diye gece, gündüz uyumuyor, gözü gibi koruyordu.

Günlerce yol yürüdü aç ve susuz. Dermansız kalmıştı. Sonunda Bağdat’a ulaştı. Sora, sora Bağdat bulunurmuş, derler ya, padişahın sarayını buldu. Kapıya vardı. Muhafızlar ne istediğini sordular.

-Ey yüce kişiler! Ben garip bir köylüyüm. Padişahin lütfunu umarak çölden geldim. Padişahtan murat isteyeni ihtiyaçtan kurtarin. Hediyemi sultana götürün. Tatli ve lezzetli su. Çölde yagmur sularindan biriktirildi. Testim de yepyeni ve güzeldir!

Sultanın adamları, bu saf, iyi niyetli ve temiz kalpli adama önce güldüler. Sonra onun iyi niyet ve güzel düşüncelerle getirdiği hediyeyi alıp sultana götürdüler.

Çölden gelen köylü, sarayın altından gürül, gürül akıp giden Dicle’den habersiz, sultandan gelecek ihsanı bekliyordu.

Padişah çölden gelen adamin hediyesini kabul etti. Memnun oldu. Onu yanina çagirdi. Karnini doyurdu. Yeni elbiseler giydirdi. Gönlünü aldi. Adamlarina tembih etti:

-Köylünün testisini altınla doldurun. O çöl yolundan gelmiş. Onu gemiyle Dicle nehrinden götürün. Bu yol yurduna daha yakındır. Memleketine buradan dönsün!

Çölden gelen adama içi altın dolu testisini yeniden sarıp verdiler.

-Bu da sana sultanın hediyesi!

Adam hediyeyi kucakladı.

Onu gemiye bindirdiler.

Adam büsbütün şaşirdi.

Etrafını kuşatan güzelliklere hayran kaldı.

Kendi yaşadiklari hayatla bu ihtişami karşilaştirmaya gücü yetmedi.

Mutluluktan uçuyordu.

Karısına padişahın hediyesini sunacaktı.

Hayret edilecek şeydi dogrusu. Padişah ayaginin dibinde akip duran Dicle’nin billur suyu varken, bir testi çöl suyunu kabul etmişti.

Demek ki Allah onları sabır ve kanaatlerinden ötürü böyle ödüllendirmişti.

Kanaat bitmez tükenmez bir hazineydi zahir.

 

 

 

*Osman Nuri Topbaş, Bir Testi Su, 13-16

 

 

www.gencgelisim.com

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız