“İyi o zaman, bir hikaye anlatayım da dinle!”
“Hocam hikayenin sırası mı şimdi?” dedi şaşkınlıkla.
“Olsun, sen yine de dinle ağabey! Bir köylünün iki inatçı keçisi varmış. O kadar inatçılarmış ki biri diğerinin yaptığı şeylerin tam tersini yaparmış. Öyle ki, biri otlamak için köylünün evlerinin kenarından akan derenin karşı tarafına geçse, o mutlaka bu tarafı tercih edermiş. Yine bir gün kırlara otlamaya gitmişler. Keçiler otlaya otlaya ırmağın kenarına kadar gelmişler. Keçilerden biri ırmağın bir yakasında, diğeri öbür yakasında otlamaktaymış. İkisi de derenin karşı tarafından otlamak istemişler ve ırmağın üzerindeki köprünün tam ortasına rastlaşmış, burun buruna gelmişler. Biri yol istemiş: “Çabuk yol ver, karşıya geçeceğim.”
Diğer keçi yol vermeye yanaşmamış: “Önce ben geldim, sen bana yol ver.”
Keçilerin ikisi de inatçı mı inatçı. Köprüde kafa kafaya toslaşmışlar. Bir tos, bir tos daha derken, ikisi birden dengesini kaybedip, ırmağa düşmezler mi! Irmakta bata çıka sürüklenmeye başlamışlar. Boğulmak üzereyken yaptıkları hatayı anlamışlar.”
Sonra dertli babanın gözlerine baktım ve sordum: “Ağabey, hikayeye göre bir köprüde iki keçi kafa kafaya gelse, köprü dar ve yüksek olursa ne olur?”
“Valla, genelde ikisi birden aşağı düşer, bazen sadece biri düşer!” dedi, bir yandan da bıyıklarına dokundu.
“Peki ağabey, ne yapmak lazım?”
“İkisine birden söz geçiremiyorsak, en azından keçilerden birini kontrol altına almak lazım. Köprüden önce biri, sonra diğeri geçmeli.” dedi. Sonra durdu, uzun uzun düşündü. “Bizim keçinin laf anlayacağı yok. O zaman bir müddet (köprüden geçene kadar, yani gençlik duygularını kontrol altına alana kadar) ben ona yol vermeliyim, değil mi?” diye devam etti. Bu cümleyi duyunca, “Haydi bana eyvallah!” dedim ve işyerime geldim.