İNSAN BEYNİNİN YAPISI VE İŞLEYİŞİ NASILDIR?

0
1523

1.1. Kafatası

Beyin katı bir yumurta kıvamında olduğundan, doğum sırasında bile bir kafatası tarafından korunması gerekir (doğum sırasında kafatası, doğum kanalından geçişi kolaylaştırması için iç içe geçmiş gibi görünen esnek plakalardan oluşur; doğumdan sonra bu plakalar birleşir ve zaman içinde taşlaşır.)

1.2. Nöronlar

Beyninizde, yan yana dizildikleri takdirde toplam uzunluğu 45 bin kilometreyi bulacak olan 100 milyar nöron vardır. Bu sinir hücrelerinin her biri, vücudunuzun uygun şekilde hareket edebilmesi için diğer bir nörona aktarılması gereken bilgi parçacıkları içerir. Nöronlar bilgi içerirler ama diğer bir nöronla bağlantı kuramadıkları sürece işe yaramazlar. İşte nöron uçlarının devreye girdiği yer burasıdır. Bunlara “dendrit” denir. Dendrit sinyalin diğer nöronlara nasıl gönderileceğini, nasıl alınacağını ve nasıl aktarılacağını kontrol eder.

1.3. Nörotransmitterler

Beyninizdeki kimyasal habercilerdir. Bir nöronu harekete geçirdiğinizde, nörotransmitterler nöronlar arasında bilgi göndermek ya da almak için işaret verirler. Nörolojik bir rahatsızlığınız olduğunda, sorun genellikle bir nörotransmitterdeki kusurdan kaynaklanır, eğer bir bilgi parçasını başka bir nörona aktaramazsa, belli bir işi nasıl yapacağınızı da bilemezsiniz. Ayrıca, belli nörotransmitterlerin fonksiyonlarındaki doğal bir gerilemenin, sizi delilik ve depresyon gibi durumlara karşı daha savunmasız bıraktığı bilinmektedir.
Bebekliğimizde, bütün bu beyinsel malzemelerimiz küçük bir yerde odaklanır. Tıpkı ağaç dalları gibi birbirleriyle iç içe geçerler. Bu karmaşık anatomi, karar vermek gibi bazı şeyleri yapmayı zorlaştırır, çünkü iç içe geçen yapılar, beynimizin sadece tek bir şeye odaklanmasını neredeyse imkânsızlaştırır. Yaşımız büyüdükçe; üç, dört, beş yaşlarındayken beynimiz hangi dalların geliştirileceğine ve hangilerinin geri kalacağına karar verir. Dolayısıyla küçükken beynimizin hangi bölümlerini daha çok kullanırsak, o türde nöronları daha çok üretiriz ve kullanmadığımız nöronlar için de tam tersi geçerlidir. Küçük yaşlarda beynimizi eğitme tarzımızın, hangi nöron türlerinin gelişeceği ve hangilerinin gelişmeyeceği üzerinde güçlü bir etkisi vardır. (Günümüzdeki en fazla benimsenen teoriye göre, otistik çocuklarda bu kullanılmayan bağlantılar körelmez, dolayısıyla otistik çocuğun bir şeye odaklanması çok zorlaşır, çünkü etrafında olup biten çok fazla şey vardır.) Bu, dikkat dağınıklığı sorunundan farklıdır; çünkü dikkat dağınıklığı sorunu, konsantrasyon becerisiyle ilgilidir. Aslında çoğumuz çocukluğumuzda bu sorunu yaşarız ve bir konuya odaklanmakta yaşadığımız zorluğu yetişkinlik çağımızda da sürdürebiliriz.

Nörolojik gelişimin açıklaması, beyinlerimizin neden farklı yaşlarda farklı şekillerde hareket ettiğini açıklamaya yetmeyebilir. Çocukken müzik dinlememişsek, kayak yapmayı veya Fransızca konuşmayı öğrenmemişsek, yetişkinlikte bunları yapmamız daha zordur, çünkü o nöron bağlantıları gelişmediği için, gerekli bilgileri yeterince işlemden geçiremezler.

Ama belki de yapılması gereken en önemli ayrım şudur: Geleneksel olarak, beyinsel bozukluklar iki türe ayrılır. Birincisinde, beyinsel bozukluğun görünür bir fiziksel, nörolojik ve tıbbi açıklaması vardır; felç, hafıza kaybı ve Parkinson hastalığı gibi. İkincisinde, beyinsel bozukluğun hiçbir nörolojik açıklaması yoktur; depresyon, endişe ve kişilik bozuklukları gibi.

1.4. Merkezi Sinir Sistemi

Eğer beyin tek başına yaklaşık 100 milyar nöron içeriyorsa ve her nöron binlerce diğer nöron ile bağlantı kurabiliyorsa, sinir sistemimiz bir nöronun diğer bir nöron ile dolaylı olarak bağlantı kurduğu trilyonlarca sinaps içeriyor olmalı. Birbiriyle bağlantılı nöronlardan oluşan bu çok karmaşık sistemi anlamak mümkün olmasa bile sistem bazı yapı ve organizasyonlardan oluşmaktadır. Merkezi sinir sistemi beyin ve omurilikten oluşur. Çevresel sinir sistemi beyin ve omuriliğin duyu organları, kaslar, salgı bezleri gibi vücutta geriye kalan her şey ile bağlantısını sağlar.

Beyin
Beyin sinir sisteminin en büyüleyici kısmıdır. Vücudumuzdaki nöronların %90’nından fazlasını içerir. Beyin farkında olma ve mantık yürütmenin, öğrenme, bellek ve duyguların merkezidir. Ne yapacağımıza karar veren ve bu kararların doğru ya da yanlış olduğunu değerlendiren parçamızdır. Ayrıca, farklı bir şekilde davrandığımızda da sonucun ne olacağını tahmin eder. İnsan embriyosunda beyin şekil almaya başlar başlamaz, üç ayrı bölümden oluştuğunu görebiliriz: Arka beyin, orta beyin ve ön beyin:
Arka beyin, çok ilkel omurgalılarda bile bulunduğu için, beynin ilk evrimleşen bölümü olduğuna inanılmaktadır. Arka beynin omuriliğe en yakın olan kısmı medulladır. Yaklaşık 3,5–4 cm. uzunluğun¬da dar bir yapıdır. Medulla nefes alıp verme, kalp atışı ve kan basıncı gibi işlevleri kontrol eder. Ayrıca medulla bedenden gelen pek çok sinirin daha üst beyin bölgelerine geçmek için kullanıldığı alandır: Bedenin sol yarısından gelen aksonlar beynin sağ tarafına ya da sağdan gelenler sol tarafına geçerler.

Pons, medullanın üzerinde bulunur ve arka beynin beyincik adı verilen bölümünü beynin üst kısmına bağlar. Ponsda üretilen kimyasal maddeler uyku-uyanıklık döngüsünü sürdürmemize yardımcı olur. Beyincik iki yarımküreden oluşur ve çeşitli işlevleri yerine getirir. Özellikle denge ile ilgili refleksleri kontrol eder ve hareketlerin yeterli bir dizi içinde bir arada bulunmasını sağlamak için vücudun faaliyetlerini düzenler. Beyincik hasarı titremeler, denge kaybı ve koordinasyon bozukluğu gibi hareketlerde ciddi problemlere neden olur.

Pons ve beyinciğin üst kısmında, beyin sapı, orta beyni oluşturmak için genişler. Adından da anlaşılacağı gibi, orta beyin, beynin arka beyin ve ön beyin arasında bulunan orta kısmıdır. Orta beyin özellikle işitme ve görme için önemlidir. Ayrıca beyinde acı/ağrının kayıt edildiği birkaç bölgeden birisidir.

Beyin sapı tarafından desteklenen, beyin sapı üzerinde tomurcuklanmış gibi duran ve kafatasına uymak için bükülmüş olan bölüm ön beyindir. Ön beynin merkezinde, az çok doğrudan beyin sapı üzerinde bulunan, iki yumurta şeklindeki yapı talamusu oluşturur. Talamus, koku dışında, tüm vücuttaki duyu alıcılarından gelen mesajı geçirir ya da iletir. Beynin bir bölümünden diğerine iletilen bu mesajların çoğu aynı zamanda talamustan geçer. Talamusta bulunan nöronların bazılarının beyin kabuğundaki merkezlerin faaliyetini düzenlemede önemli olduğu görülmektedir. Bazıları ise sinir sisteminin beyin ve omurilik dışında kalan bölümlerinin faaliyetini kontrol eder.

Talamusun altında bulunan küçük yapıya hipotalamus adı verilir. Ön beynin bu bölümünün, pek çok güdü üzerinde büyük bir etkisi vardır. Hipotalamusun bölümleri yeme, içme, cinsel davranışlar, uyku ve vücut ısısını kontrol eder. Hipotalamus ayrıca kızgınlık, dehşet ve hoşnutluk gibi duygusal davranışlar ile de doğrudan ilgilidir. Ayrıca, hipotalamusun, stres sırasında sinir sistemi faaliyetlerinin eşgüdümünün sağlanmasında ve düzenlenmesinde temel bir rol oynadığı görülmektedir.

Beyin sapı, talamus ve hipotalamusun üzerinde bulunan iki beyin yarımküresinin en dış yüzeyine beyin kabuğu adı verilir. Bunlar “beyin” dendiği zaman pek çok kişinin ilk aklına gelen yapılardır. Fakat gördüğümüz gibi, “beyin” gerçekte ön beyin, orta beyin ve arka beyinden oluşur. İki beyin yarımküresi kafatası içindeki boşluğun pek çoğunu kaplar. Beyin sapı üzerinde balon gibi şişmişlerdir, onun üzerine katlanmış gibidirler ve gerçekte beyin sapının görülmesine engel olurlar. Beyin yarımküreleri sinir sisteminin en son evrimleşen kısmıdır ve insanlarda diğer hayvanlara göre daha fazla gelişmiştir. İnsan beyninin ağırlığının yaklaşık %80’ini oluştururlar ve merkezi sinir sistemindeki nöronların yaklaşık % 70’ini içerirler. Eğer açılacak olurlarsa, 60–90 cm2lik bir alanı kaplarlar ve daktilo edilmiş bir sayfadaki bir büyük harfin kalınlığı kadar olabilirler. Kafatasına uymak için, beyin yarımküreleri girintili çıkıntılı kıvrımlar örüntüsü geliştirmiştir. Bu tepeler ve vadilere kıvrımlar adı verilir. Her bireyde bu kıvrımlar parmak izleri gibi benzersiz bir örüntü oluşturur.

Her bir beyin yarımküresi benzersiz bir görünüme sahip olmasına rağmen, beyin kabuğu üzerindeki bir dizi işaret genel işlev alanlarını belirlememizi sağlar. Beyin kabuğu, dikey bir “vadi” ya da “çatlak” ile yaklaşık olarak ön ve arka olmak üzere iki bölüme ayrılmıştır. Bu bölen çizginin önündeki kortikal alanlar (motor alanlar) vücut hareketlerinin planlanması, birbirini izlemesi ve ortaya konması ile ilgilidir. Bu sınırın arkasındaki kortikal alanlar (duyusal alanlar) ise duyularımızdan gelen bilginin işlenmesi ve birleştirilmesi ile ilgilidir. Beyin yarımkürelerinin her biri dört büyük bölüme ya da loba ayrılmıştır. Birbirlerinden beyin kabuğu üzerindeki derin yarıklar ya da çatlaklar ile ayrılırlar. Bu lobların üçü her yarımkürenin öncelikle duyusal bilgiyi işleyen arka kısmında bulunur. Her beyin yarımküresinin kalan lobu ön kısımda bulunur ve öncelikle hareketlerimizin bütünleştirilmesi ile ilgilidir.

Ayrıca, bütün loblarda çağrışım alanları olarak adlandırılan geniş bölgeler vardır. Genel olarak uzmanlar, beyin kabuğunun farklı alanlarından gelen bilginin çağrışım alanlarında birleştirildiğine ve öğrenme, düşünme, hatırlama ile dili anlama ve kullanma gibi zihinsel süreçlerin yerinin bu alanlar olduğuna inanmaktadırlar.

Oksipital lob, beyin yarımkürelerinin en arka kısmında bulunur ve görsel bilgiyi alıp işler. Çevremizdeki şekil, renk ve hareket deneyimlerini yaşadığımız yer Oksipital lobdur. Oksipital lobdaki bir hasar, gözler ve gözler ile beyin arasındaki nöral bağlantılar tam olmasına rağmen, körlük yaratabilir. Oksipital lobun önünde ve şakakların hemen arkasında yer alan temporal lob, yüzlerin tanınması gibi karmaşık görsel görevlerde önemli bir rol oynar. Beyinde birincil “koku merkezidir”; ayrıca, kulaklardan bilgiyi alır ve işler, dengeye katkıda bulunur ve kaygı, hoşnutluk ve kızgınlık gibi duyguları ve güdüleri düzenler. Son yıllardaki araştırmalar parietal ve frontal lobun da dilin kavranmasında rol aldığını göstermesine rağmen, dili anlama ve kavrama yeteneğinin birincil olarak temporal lobun arka bölümünde odaklaştığı düşünülmektedir.

Parietal lob, temporal Iob ve Oksipital lobun üstünde bulunur ve her iki beyin yarımküresinin tavanının arka kısmının yarısını işgal eder. Bu Iob tüm vücudumuzdaki deri, kas ve eklemlerdeki duyusal alıcılardan bilgi alır. Bu duyusal alıcılardan gelen mesajlar duyusal yansıtma alanları olarak adlandırılan bölgelerde kayıt edilir. Aynı zamanda, parietal lobun bir haritayı izlemek ya da bir kişiye bir yere nasıl ulaşacağını anlatmak gibi mekânsal yeteneklerde de rol oynadığı görülmektedir. Frontal lob, alnın hemen arkasında yer alır ve insan beyninin yaklaşık yarısını oluşturur. Beyinden gelen tepki mesajları, geriye dönüş yolculuklarına frontal lobun motor yansıtma alanlarından başlarlar ve buradan vücuttaki çeşitli kaslara ve salgı bezlerine giderler. Bilim adamları beynin bu bölümü tarafından ortaya konan tüm işlevler konusunda hala emin değillerdir. Bunun nedeni, kısmen beynin işlevleri konusundaki bilgilerimizin çoğunun frontal lobları göreli olarak gelişmemiş olan hayvanlarla yapılan çalışmalardan ya da seyrek olarak frontal lob hasarı olan vaka çalışmalarından geliyor olmasıdır. Böyle ünlü bir vaka 1848’de gerçekleşmiştir. Phineas Gage isimli bir adamın başına gelen garip bir kazayı içermektedir.

Gage demiryolu yapım işçilerinin ustabaşıdır ve yanmış barut ve demir barut sıkıştırma çubuğu kullanırken dikkatsizlikten bir hata yapar. Sonuç olarak, demir çubuk çenesinden geçerek frontal lobda ciddi bir şekilde hasara neden olur. Gage bilinçli bir şekilde yürüyerek doktora gider ve kaza sonrası kendisinde, hayret verici bir şekilde sadece birkaç önemli yan etki görülür. Hiç bir fiziksel bozukluğu yoktur ve belleği ve becerileri kaza öncesi kadar iyi görülmektedir. Fakat önemli kişilik değişikliklerine maruz kalmıştır. İşine bağlı biriyken, çalışma isteği kaybolmuştur ve sürekli iş değiştirmeye başlamıştır. Diğer kişilik değişiklikleri o kadar büyüktür ki arkadaşlarına göre Gage artık aynı insan değildir.

Gage olayından bu yana pek çok ayrıntılı araştırma, frontal lob işlevleriyle ilgili bu ilk izlenimleri belirginleştirmiştir. Beynin bu kısmının amaca yönelik davranışlara izin verdiği ve önceden tahminde bulunduğu görülmektedir. Frontal lob hasarı olan hastaların, karmaşık yönergelerin izlenmesini içeren görevleri tamamlamakta ya da çalışma sırasında yönergelerin değiştiği görevleri yerine getirmede problemleri vardır. Frontal lobun bazı bölümlerindeki düşük faaliyet düzeyi ile bazı kişilerde gözlenen hiperaktivite ve dikkat bozukluğunun birbiri ile bağlantılı olduğu gösterilmiştir ve şizofren olan hastalarda da sıklıkla frontal lobda anormallikler gözlenmektedir.

Frontal lobun ayrıca bir kişinin normal duygusal yaşamını sürdürmesi için gerekli olduğu görülmektedir. Frontal lob hasarı olan kişiler genellikle duygusuz görünür ve duygularını sadece yüzeysel olarak gösterirler; fakat arada palavracılık ve ahmaklık dönemleri vardır. Ayrıca, frontal lob hasarı olan bazı kişiler ani öfke patlamaları gösterebilirler: çok küçük tahriklere uygunsuz, amaçsız ve ani öfke ile tepkide bulunurlar. Sonrada bu davranışlarından dolayı utanç duyarlar. Bazı araştırmalar da frontal lobun duygusal mizaç ile bağlantılı olduğunu ileri sürmektedir (neşeli ve iyimser ya da melankolik ve telaşlı olmak gibi). Frontal lob ayrıca beyin kabuğunun diğer üç lobundan da mesajlar alır ve düzenler. Vücudun geçmiş ve gelecekteki hareketlerini sürdürme yeteneğinde de rolü vardır. Psikologlar, beyin kabuğunun bu kısmının bu kadar çok ve ustalık isteyen zihinsel faaliyetlere nasıl katkıda bulunduğunu anlamak için bu konuda daha pek çok araştırmaya gerek duymaktadırlar.

Rus Fizyolog Pavlov’un öğrencisi ve izleyicisi olan, Profesör Pyotr Anokhin tarafından yapılan çalışma insan beyni hakkında oldukça önemli bilgiler sunmaktadır: Yüzyıllarca beyin sadece bir buçuk kiloluk gri madde yığını olarak düşünüldü. Mikroskobun geliştirilmesiyle beynin dış yüzeyindeki kıvrımların o güne kadar sanıldığından çok daha karmaşık olduğu ve binlerce damar ve sinir yollarından meydana geldiği keşfedildi. Büyüteç yolculuğunda devam ettikçe bilim adamları her kolun üzerinde ahtapotun kollarındaki vantuzlara benzer, fakat kolun her tarafında, binlerce ufak çıkıntı olduğunu buldular. Araştırmanın bu aşamasına geldiklerinde ortalama her beynin gerçekten şaşırtıcı sayıda nöron (sinir hücresi) içer¬ diğini hesaplamışlardı: 10.000.000.000!

Frederic Vester tarafından kurulan ‘Biyoloji Enstitüsü’ grubu, beyin üzerine çeşitli araştırmalar yaptılar. Bu araştırmalarını ilk kez 1978 yılında yayınladılar. Aydın Arıtan tarafından dilimize kazandırılan bu önemli çalışmada Vester, beyin hücreleri arasındaki elektriksel bağlantıyı açıklayamamaktan şikayet ediyor: “Sinapslar arasında oluşan basit bilgi (enformasyon) aktarmalarından yola çıkarak, son derece karmaşık bir enformasyon sistemine varan insan beyninin nasıl işlediğini, ancak yeni yeni anlamaya başlamış bulunuyoruz. Beynin işleyiş yasaları, tek boyutlu ve nedenselliğe dayalı bir mantıkla kavranılamayacak derecede komplekstir. Onu anlayabilmek için yeni sibernetik yasalara gerek duymaktayız. Çok olağanüstü gibi gelse bile, şu bir gerçek: İki yumruk büyüklüğündeki, katlanmış, sıkıştırılmış bir madde hissini veren beyin, yaklaşık 15 milyar hücreden meydana gelmiştir. Bu, iğne başı kadar olan bir alanda, yüz binlerce minicik bağlantı ve işlem merkezi bulunması demektir. Ve bu çok küçük merkezlerde sayılamayacak kadar fazla miktarda değişik bağlantı yapılma imkânı vardır. Yani gözle seçilmesi mümkün olmayan o sinir hücreleri, aynı anda saklama, hesaplama, veri alma, cevap verme ve programcılık görevlerini birlikte yerine getirmektedirler.”

Vücudumuzu saran sinirler ‘nöron’ adı verilen yüzlerce, kimi zaman binlerce sinir hücresinden oluşurlar. Bir nöronun ortalama genişliği 10 mikrondur. (Bir mikron milimetrenin binde birine eşittir.) Bir insan beyninin içindeki 100 milyar nöronu, tek bir çizgi halinde yanyana getirebilseydik; 10 mikron genişliğindeki ve çıplak gözle görülemeyen bu çizginin uzunluğu tam 100 kilometre olurdu. Nöronların küçüklüğünü şöyle bir örnekle de gözümüzde canlandırabiliriz: Bir nokta işaretine 50bin tane, bir iğne başına ise 30.000 tane nöron sığdırabilirsiniz.

Nöronların tasarımı, vücuttaki uyarıları taşımak üzere hazırlanmıştır. Nöronların çoğunun görevi komşu nöronlardan sinyaller almak, daha sonra bunları bir başka nörona ya da hedef hücreye iletmektir. Nöronlar bir saniyede binlerce kez bu işlemi yaparak birbirleriyle haberleşebilirler.

Bir nöron, duruma göre kapatılıp açılan bir elektrik prizine benzetilebilir. Tek başına bir nöron, sinir sisteminin birbiriyle bağlantılı elektrik devrelerinin içinde sadece çok küçük bir parçadır. Ancak bu küçük devreler olmadan canlılıktan söz etmek mümkün değildir. Alman Federal Fizik ve Teknoloji Enstitüsü’nde profesör olan Werner Gitt bu küçük alana sığdırılmış dev kompleksi şöyle tarif etmektedir: Eğer her nöronu tek bir iğne başı ile temsil ederek, sinir sistemini bir elektrik devresiyle anlatmak mümkün olsaydı, böyle bir devre şeması için birkaç km2’lik bir alan gerekecekti… Tüm dünyayı saran telefon ağından birkaç yüz kat daha kompleks olacaktı. Tüm nöronlar; bir çekirdek, elektrik sinyalleri taşıyan ‘dentrit’ adı verilen kısa lifler ve sinyalleri uzağa taşıyan ‘akson’ adı verilen uzun bir lif içerirler. İplik kadar ince olabilen sinir hücresi, yaklaşık 1 metre uzunluktadır. Bazen mesajlar, sinirler boyunca çok daha uzun mesafeler kat etmek zorunda kalır.

Bir nöron gövdesini, ileri teknolojiye sahip bir telefon santraline benzetmek mümkündür. Ancak bu hücresel telefon santrali 0.004 ile 0.1 milimetre arasında değişen boyutlarıyla ve geniş çaplı iletişim mekanizmalarıyla günümüz dünyasında eşi olmayan bir tesistir. Nöronlarda diğer hücrelerden farklı olarak dentrit ve aksonlar yer alır. Akson ve dentritler de sözü edilen muazzam tesisin diğerleriyle iletişimini sağlayan haberleşme hatlarını meydana getirirler. Dentritler mesaj alırken, aksonlar mesaj gönderirler.
Bir nöronun uyarı göndermesi saniyenin binde biri kadar kısa bir süre içinde gerçekleşir. Bu nedenle bir nöronun saniyede 1.000 sinir uyarısı göndermesi mümkündür. Fakat genel olarak saniyede 300-400 kadar uyarı gerçekleşir. En büyük ve kalın sinir lifleri, elektriği saniyede 150 metre hızla iletirken, en ince olanlar saniyede 90 metre hızla iletir.
Dentritler çok sayıda kısa uzantıdan oluşurlar ve hücrenin kökleri gibidirler. Dallanmış yapıdaki dentritler, diğer nöronlardan gelen haberlerin alınması ve hücrenin gövdesine iletilmesinde görev alırlar. Diğer bir deyişle dentritler elektrik kabloları gibi hücreye giren sinyalleri iletmek için hizmet verirler. Her bir nöron, sinyalleri hücreye taşıyan 100.000 kadar dallanan dentrite sahiptir.

Beynin ve omuriliğin dışındaki aksonlar ise genellikle beyne duyu alıcılarından bilgi getiren ya da kaslara, salgı bezlerine ve iç organlara emirler taşıyan kablolar gibidirler. Aksonlar hücrenin gövdesinden çıkan, uzun, çoğunlukla tek bir uzantıdan oluşan, uyarıların gönderildiği ince liflerdir. Aksonlar yaklaşık 20 mikron (milimetrenin binde biri) çapındaki genişlikleri ile bir saç telinden daha incedirler; boyları ise bir metreye kadar uzayabilir.
Aksonların çarpıcı bir diğer özelliği ise, tek bir aksonun 10.000 kadar terminale (uç kısım) ayrılabilmesidir. Böylece her bir terminal, farklı bir nöron ile bağlanabilir ve aynı anda birden fazla bölgenin uyarılmasını sağlayabilir. Her bir nöron binden fazla nörondan sinyal alabildiği için, tek bir nöron aynı anda birkaç milyon farklı bilgiyi taşıyabilir. Bu muazzam bir rakamdır. Bu özellik birden fazla kas lifinin hareket ettirilmesinin gerektiği durumlarda çok önemli bir rol oynar. Bu yapılarıyla sinir hücreleri uzun zincirlerden oluşan, yoğun bir şebeke gibidir.
Sinapslar, iki nöronun akson terminallerinin uçlarındaki boşluklardır. İki nöron arasındaki iletişim, ‘sinaps’ denilen bu bağlantı noktalarında kurulur. Nasıl bir telefon santrali sayesinde aynı anda, çok sayıda insan birbirleriyle konuşabilirse; benzer bir şekilde bir nöron da sinapsları kanalıyla çok sayıda nöronla aynı anda haberleşebilir. Her bir nöronda 10.000 civarında sinaps vardır. Bu, bir nöronun aynı anda 10.000 ayrı sinir hücresi ile bağlantı kurabileceği anlamına gelmektir. Dünyada tek bir telefon şebekesi üzerinden aynı anda yüz milyonlarca telefon görüşmesi yapılacağını farz etsek dahi, beynin kapasitesi bu kapasitenin çok üzerindedir: İnsan beyni, içindeki sinapslar aracılığıyla bir katrilyon (1.000.000.000.000.000) haberleşme yapabilir. Bir kişinin 10 hatlı bir telefon santralinde çalıştığında ne kadar zorlandığını düşünecek olursak, tek bir sinir hücresinin 10 bin bağlantıyı eş zamanlı gerçekleştirmesinin ne kadar olağanüstü bir yaratılış örneği olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Nöronlar gelen sinyalleri toplar, mesajın kuvvetine göre iletilmesine karar verir ve bir başka nörona geçişini sağlarlar. Nöronların birbirine bağlantı noktaları olan sinapslar, iletilen sinyallerin dağılma yönünü saptayarak bu iletişimin kontrolünü sağlarlar. Sinir sisteminin çeşitli bölgelerinden gelen tetikleyici (harekete geçiren) ya da engelleyici (hareketi durduran) sinyaller, sinapsları bazen iletime açarak bazen de kapatarak bu kontrolü sağlarlar. Böyece sinapslar zayıf sinyalleri durdururken, kuvvetlilerin geçişine izin verirler. Aynı zamanda zayıf sinyallerden bazılarını seçip büyüterek sinyalleri tek bir yöne değil, çeşitli yönlere göndererek seçici bir faaliyet de gösterirler.
İki sinir hücresinin birleşme noktalarındaki, “sinaps” denilen boşluklar, ancak binlerce kez büyütülerek görülebilecek kadar küçüktür. Oysa iki hücre arasındaki bu boşluk, bir hücreden ötekine elektrik uyarısının sıçramasını önleyecek kadar geniştir. Sinir sisteminde milyarlarca nöron olmasına rağmen, bunlar hiçbir şekilde birbirlerine değmezler. Dolayısıyla sinapslar vücudun elektrik sistemi açısından aşılması gereken birer engeldir. Ancak bu kopukluklara rağmen, vücudumuzdaki sinir ağında hiçbir kesinti yaşanmaz. Çünkü nöronlar boyunca elektriksel olarak iletilen sinyaller, nöronlar arasındaki bu boşluklarda kimyasal olarak devam ederler.
Saatte 390 kilometre hızla hareket eden bir sinyalin -elektrik akımının- aksonun ucuna ulaştığını düşünelim. Bu uyarı dalgası nereye gidecektir? Sinaps denilen bu boşluğu nasıl aşıp yoluna devam edecektir? Bir sinyal bu boşlukta elektriksel özelliğini yitirdikten sonra, diğer nöronda elektriksel bir sinyal olarak nasıl devam edecektir? Bu durum, bir bakıma araba kullanırken bir nehirle karşılaşmaya benzer. Bu noktada aracı değiştirmek gerekir. Tıpkı sizin arabadan inip nehri tekne ile geçmeniz gibi, elektrik sinyali de yoluna bir başka şekilde -kimyasal iletişimle- devam eder. Elektrik sinyalleri yolculuklarını sinapslardaki bu kimyasal iletişim sayesinde, kesintiye uğramadan gerçekleştirirler.
Bir uyarı, akson terminaline ulaştığında iki nöron arasındaki küçük sinaps aralığını atlayan ve komşu nöronun dentritlerindeki alıcı sinirlerini harekete geçirecek kimyasallar taşıyan, bir mesaj paketi ortaya çıkarır. ‘Nörotransmitter’ olarak bilinen bu haberci moleküller, iki hücre arasındaki boşluğu geçerek, bir milisaniyeden daha az bir sürede ikinci nöronu harekete geçirirler. Nörotransmitterler, sinir hücresinin gövdesinde üretilir, akson boyunca taşınır ve akson terminallerinde minik kabarcıklar içinde depolanırlar. Her kabarcık içinde yaklaşık olarak 5.000 haberci molekül bulunur. Bu kimyasallar uyarıcı ya da engelleyici sinyaller olarak çalışırlar. Diğer bir deyişle nöronları ya bir elektrik uyarısı üretmeye sevk ederler ya da üretilen uyarıyı engellerler.
Son zamanlarda yapılan araştırmalar, her nöronun farklı kimyasal haberciler ürettiğini göstermektedir. Diğer bir deyişle her nöron, iletişimde kullanacağı habercileri üreten kimyasal bir tesis gibidir. Nörotransmitterlerin 100 kadar farklı çeşidi bulunur. Bazıları elektrik sinyallerinin tetiklenmesinde, bazıları elektrik sinyallerinin durdurulmasında, bir kısmı hızlandırma ya da yavaşlatmada, frekansı değiştirmeye, enerji depolamaya yarar. Her bir nöron bu çeşitlerin yalnız bir ya da birkaç farklı türünü salgılar. Bir nörotransmitter açığa çıktığında sinapsı geçer ve alıcı nöronun dış zarında bulunan reseptör, bir proteini harekete geçirir. Sinapslar bu noktada bu kimyasal habercilerin sinir hücreleri arasında taşındığı bir ekspres yol olarak düşünülebilir. Aralarındaki mesafe ortalama olarak 0.00003 milimetredir. Bu mesafe çok küçük olmasına karşın yine de elektrik sinyalinin aşması gereken bir boşluktur.
Salgılanan nörotransmitter miktarı, gerçekte hedef dentrit ile bağlanması gerekenden çok daha fazladır. Ancak buradaki fazlalık da vücudumuzun her detayında olduğu gibi, hikmetli bir yaratılış örneğidir. Sinapsta kalan fazla nörotransmitterler, siniri bloke ederek fazladan sinyal gönderilmesini önlerler. Eğer fazla moleküller, siniri bloke etmeselerdi, uyarının durması için geçen süre saniyeler hatta dakikalar alacaktı. Fakat vücudumuzda sinyal iletimi tam olması gerektiği kadar; saniyenin birkaç binde biriyle ölçülen sürelerde gerçekleşir. Fazla olan nörotransmitter akson terminali tarafından emilirken, geri kalanı da enzimlerle parçalanır. Tıpkı bayrak yarışında olduğu gibi, elektriksel bilgiler köprü görevi gören nörotransmitterler aracılığıyla hücreden hücreye iletilir. Böylece haber iletimi hücre uzantıları arasındaki boşluğa rağmen kesintiye uğramadan devam eder.
Nöronlar arasında iletişimin kurulduğu noktaların yakın bir zamana kadar sabit olduğu zannediliyordu. Sinapsın şeklinin, kimyasal habercilerin yapısına göre değiştiğinin ortaya çıkarılması, Profesör Eric Kandel’e 2000 yılı Nobel Tıp Ödülü’nü kazandırmıştır. Bu buluşla beraber, sinapsların uyarının gücüne göre, biçimlerini düzenleyen bir mekanizmaya sahip oldukları anlaşılmıştır. Örneğin, kuvvetli bir uyarı durumunda sinaps büyür ve bu uyarının diğer hücrelere kayıp olmadan, en verimli şekilde iletilmesine olanak sağlar. Sinapslardaki bu sistemin keşfi, kabuklu deniz böceklerinde yapılan deneyler sonucunda mümkün olmuştur. Profesör Kandel insanlardaki sinir sisteminin araştırmalara olanak vermeyecek kadar kompleks olduğunu belirtmekte ve bir açıklamasında sinir sisteminin kompleksliğinden şöyle bahsetmektedir:
Bizim çalışmamızı yönlendiren temel prensip, zihnin beynimiz tarafından gerçekleştirilen bir dizi işlem olduğudur. Beynimiz, dış dünyayı algılayan, dikkatimizi düzenleyen ve hareketlerimizi kontrol altında tutan son derece kompleks elektronik bir aygıttır.
Beyinden kaslara ve diğer organlara mesajlar gönderen ve bu mesajları beyne geri ileten sinir liflerinin dışı yağlı özel bir madde ile kaplanmıştır. “Miyelin” isimli bu yağlı doku, sadece sinir liflerini korumakla kalmaz, aynı zamanda bu liflerin elektrik uyarılarını iletmelerine de yardımcı olur.
Miyelin tıpkı elektrik kablolarının etrafındaki iletken olmayan plastik yalıtım malzemesi gibi görev yapar. Elektrik kabloları hem dokunanların zarar görmemesi, hem de elektrik kaçağı yapıp güç kaybına sebep olmamaları için yalıtılırlar. Eğer miyelin maddesi olmasaydı ya elektrik sinyalleri çevredeki dokulara sızarak mesajı bozacak ya da vücuda zarar verecekti. Ayrıca bu yalıtım maddesi iletkenliği büyük ölçüde artırarak, sinyalin daha hızlı hareket etmesini sağlar. Miyelinle kaplı olmayan sinirler uyarıları saniyede 1-2 metre hızla iletirken, miyelinle kaplı sinirler uyarıları saniyede 100 metre hızla iletirler.
Araştırmacılar tarafından, beynin hücreler arası elektriksel faaliyetleri özel bir teknikle görüntülenmiştir. İlk defa beyne gelen bir bilginin oluşturduğu beyin dalgaları ve gözlerin görebildiği basit resimler belirlenebilmiştir. Beynin bu özelliğini yönetim tekniklerine aktaran ve ‘beyin metaforu’ olarak tanımlayan Gareth Morgan’ın yorumu ise şöyle: “İnsan beynindeki geniş bağlantı ağlarında bu tür bir kapasite fazlasına rastlıyoruz; bu bağlantı ağları aracılığıyla her nöron ya da sinir hücresi binlerce başka hücreyle bağlantı kurar. Tahminen, her biri 1.000 bağlantıya sahip 10 milyar nöronla beyin, sayısız farklı biçimde kat edilebilecek 100.000 kilometrelik bir ‘devre’ye eşdeğerdir. Bu muazzam kapasite önemli bir gelişim potansiyeli yaratır, büyük miktarlarda enformasyonun işlenmesini sağlar. Bu ise binlerce potansiyel gelişme kalıbına kaynaklık eder, beynin sürekli gelişim içindeki yapısına, gelişmesine ve zekaya katkıda bulunur.”

Beynin elektrik bağlantıları ile oluşturduğu bilgi birikimi üzerine yapılmış bir değerlendirme de şöyledir: “Michigan Üniversitesinde nörofizik uzmanı olarak görev yapan Dr. Ralph W. Gerary, 70 yıl süren etkinliğin ardından, insan beyninin en az 15 trilyon bilgi kümesine sahip olduğunu tahmin ediyor.

Profesör Anokhin’in yaptığı araştırmada 10 milyar nöron (sinir hücresi) rakamı tespit edilirken, Vester’de 15 milyar, Madelyn Burley-Allen ise beyinde 10 ila 14 milyar civarında sinir hücresi bulunduğunu belirtmektedirler. Beyindeki sinir hücrelerinin sayısı ortalama bu kadarken, toplam hücre rakamı ise 100 milyar civarındadır.

Aslında burada dikkat çekilmesi gereken, vücudun % 2’sini kaplayan bir organ içinde, bu kadar hücrenin yer alması ve birbirleriyle trilyonlarla ifade edilen bağlantı yapmış olmalarıdır.

Kısaca toparlarsak:
• Yetişkin bir beyin yaklaşık iki yumruk büyüklüğünde ve 1,4 kg ağırlığındadır.

• Hacim olarak vücutta 1/50 yer kaplar.

• Beyin, vücudun toplam ağırlığının %2’sini oluşturmasına karşın, alınan tüm oksijenin % 25’ini, kalorinin %20’sini ve vücutta dolaşan kanın % 15’ini kullanır.

• Beynimizdeki nöronların sayısı yaklaşık olarak 100 milyar kadardır. Bunların yaklaşık 10–15 milyarı sinir hücresi, geri kalanları yapı taşları işlevi gören gliadır.

• Her bir beyin hücresi 15.000 beyin hücresi İle bağlantı kurabilir.

• Her bir nöron diğer nörona 10 milisaniyeden daha kısa bir zamanda ulaşabilir. (Bu süre göz kırpma süremizin onda birinden daha azdır.)

• Beynimizdeki nöronların olası bağlantı sayısı tüm evrendeki atom sayısından daha fazladır.

• Beynin bir gramında bulunan nöronların bağlantı kapasitesi tüm dünyadaki telefon ağından daha fazladır.

• Beş yaşına kadar nöronlar arasındaki bağlantıların % 50’den fazlası kurulmuş olur.

• Beyin hücreleri diğer hücrelere kıyasla daha az ve daha yavaş ölür; yerine yeni hücre üretilmez.

• Ortalama bir insan beyin kapasitesinin ancak % 1-2’sini kullanabilmektedir.

• İnsanlık son 10 yıl içinde beyin hakkında bildiklerini ikiye katladı. Ancak bugün beynimizin en fazla %5’ini anlayabiliyoruz.

• Beyne her 10 saniyede yeni bir bilgi yüklense bile ortalama bir ömürde beynin ancak yarısı kullanılmış olur.

2. Sağ ve Sol Beyin
İnsanlar bir “sağ yarım beyine” bir de “sol yarım beyine” sahiptir. İki beyin yarımküresi çeşitli noktalardan birbirine bağlanmıştır fakat sol ve sağ beyin kabuğu arasındaki asıl bağlantı, korpus kallosum (corpus callosum) adı verilen beyin kabuğunun altındaki ince, şerit şeklindeki sinir lifleri bandıdır.

Normal koşullarda, sol ve sağ beyin yarım küreleri, korpus kallosum aracılığı ile yakın iletişim içindedirler ve uyumlu bir birim olarak birlikte çalışırlar. Bununla beraber, beyin yarım kürelerinin gerçekte aynı olmadığına dair kanıtlar vardır. Örneğin, sol beyin yarımküresi hasarları, genellikle ciddi dil problemlerine neden olurken, sağ beyin yarım küresindeki benzer bir hasar seyrek olarak aynı etkiyi gösterir. Daha dramatik kanıtlar Kaliforniya Teknoloji Enstitüsünde Sperry ve arkadaşlarının, 1960’larda epilepsisi olan kişilerle yaptıkları çalışmalardan gelmektedir.

Kaliforniya Teknoloji Enstitüsünde beynin sağ ve sol lob (beyin yarımküreleri) fonksiyonları üzerinde yaptığı araştırma ve bulgular, 1981 yılında psikobiyolog olan bilim adamı Roger Sperry’ ye Nobel Fizyoloji ya da Tıp ödülünü kazandırmıştır. Geliştirdiği cerrahi ve deneysel tekniklerin 1940’ların sonlarından başlayarak zihinsel süreçlerin şemasının çıkartılmasına çok büyük katkısı olmuştur. Araştırmalar sırasında tüm hastaları, Roger Sperry’nin rehberliğinde, yine bilim adamı olan kendi öğrencisi Michael Gazanica test etmiş ve beyin cerrahı olan Joseph Bogan da nörolojik testleri yapmıştır. İnsan beyni üzerinde ilk “ayrık beyin” ameliyatını bu ekip gerçekleştirmiş ve yepyeni bir çağı, “beyin çağı”nı başlatmışlardır.
Bazı şiddetli epilepsi vakalarında, doktorlar epilepsi nöbetlerinin bir beyin yarımküresinden diğerine yayılmasını önlemek için korpus kallosumu kesmişlerdir. Bu operasyon aynı zamanda, iki beyin yarımküresi arasındaki doğrudan iletişim bağını da kesmekte ve böylece her beyin yarım küresinin kendi başına çalışmasını izleme olanağı sağlamaktadır ve sonuçlar şaşırtıcı olmuştur.

“Ayrık beyin hastalarından” ekranın üzerindeki bir noktaya bakmaları istenir ve aynı zamanda ekranın sağ tarafına çeşitli nesnelerin resimleri yansıtılır. Bu kişiler nesneleri sözel olarak tanımlayabilirler ve sağ ellerini kullanarak, ekranın arkasında yer alan bir grup nesneye dokunup aralarından doğru olanı seçebilirler. Bununla beraber, nesnelerin resimleri, ekranın sol tarafında gösterilirse, sol elleri ile hissederek nesneleri seçebilirler, fakat nesnenin ne olduğunu söyleyemezler. Aslında, nesneler ekranın sol tarafına yansıtılıp, ayrık beyin hastalarından nesnelere sol elleriyle dokunmaları istendiğinde hastalar nesneleri doğru olarak belirleyebilmelerine rağmen, ekranın üzerinde hiçbir şey görmediklerini söylemektedirler.

Bu ilginç sonuçlar, her bir beyin yarımküresinin nasıl çalıştığı ele alınarak açıklanabilir. Sol beyin yarımküresi vücudun ve görsel alanın sadece sağ tarafından bilgi alır. Böylece, sol beyin yarımküresi, sağ görsel alanda gösterilen bir nesneyi sağ elle dokunarak alınan bilgi ile eşleştirebilir. Oysa sol beyin yarımküresi, sol görsel alanda gösterilen ya da sol el ile dokunulan nesnelerin farkında değildir (bu nedenle nesneleri tanıyamaz). Bu olayın tam tersine, sağ beyin yarımküresi de görsel alanın ve vücudun sadece sol tarafından bilgi alır. Böylece, sağ beyin yarımküresi, sol görsel alanda gösterilen bir nesneyi, sol elle dokunarak alınan bilgi ile eşleştirir; fakat sağ görsel alanda gösterilen ya da sağ elle dokunulan herhangi bir nesnenin farkında değildir.
İki beyin yarımküresine ilişkin bu betimleme, bir tanesi hariç, Sperry’nin tüm bulgularını açıklamaktadır. Bir nesne, sol görsel alanda gösterildiği zaman, neden ayrık beyin hastaları nesneleri sözel olarak tanımlayamazlar? Cevap, insanların büyük bir çoğunluğunda, dil yeteneğinin öncelikle sol beyin kabuğunda yoğunlaştığında yatmaktadır. Ayrık beyin hastalarının çoğunda, sol elle dokunularak nesneler seçilebilmesine rağmen, sağ beyin yarımküresi sol görsel alanda görülen nesneyi sözel olarak ifade edemez. Kişiye ne gördüğü sorulduğu zaman, sol beyin yarımküresi (sağ görsel alanı izleyen bölge) “Hiçbir şey” diyecektir.

Diğer bir deyişle, iki beyin yarımküresinin, sadece vücudun farklı yarısından bilgi almak ve onlara bilgi göndermekle kalmayıp, aynı zamanda farklı işlevlerde bir dereceye kadar üstün oldukları görülmektedir. Pek çok kişide, sol yarım küre, sözel ve yazılı kelimeleri tanıma ve konuşma gibi sözel görevlerde baskındır. Sol yarımkürenin, sağ yarımküreye göre daha analitik, mantıksal, gerçekçi ve seri çalıştığı önerilmiştir. Bu tür farkları açıkça göstermek zor olsa da, imkânsız değildir. Tersine, araştırmacılar, sağ yarım kürenin görsel ve mekânsal görevlerde, sözel olmayan imgelemede (görsel imgeler, müzik ve çevresel sesler gibi), yüzleri tanımada ve duyguların algılanması ve ifade edilmesinde üstün olduğunu göstermektedir.

1960 yılına kadar insan beyninin sağ ve sol lobunu ameliyatla ayırarak sonuçlarını test etme imkanı olmamıştır. O güne kadar sonuçlarının ne olacağı tahmin edilemeyen böyle bir araştırmaya ne bir bilim adamı cesaret edebilmiş, ne de böyle bir araştırma için gönüllü bir kişi bulunabilmiştir. O yıllara kadar bir kaza sonucu veya savaşta kafasından yaralanan hastalardan bilinen bir gerçek vardı. Beyninin sağ tarafından yara alanların sol tarafına, beyninin sol tarafından yara alanların da sağ tarafına felç gelmekteydi. Bu sonuçlardan beynin sağ lobunun vücudumuzun sol tarafını, beynin sol lobunun da vücudumuzun sağ tarafını kontrol ettiği biliniyordu.

Sonunda bilim adamları bir insan beyninin sağ ve sol lobunu ameliyatla birbirinden ayırarak test etme imkânına sahip oldular. İkinci Dünya savaşında asker olan W.J. savaş sırasında düşman hatlarının arkasına paraşütle indirilen askerler arasında idi. İndirmeden sonra çıkan çatışmada birçok arkadaşı ölmüş, kendisi de esir düşmüştü. Ama çatışma sırasında kafasından yara almış ve yara beynin bir lobuna da isabet etmişti. Doğal olarak vücudunun diğer tarafına da felç gelmişti.

W.J.’yi iyileştirme çalışmaları savaştan sonra da devam etmiş, fakat hiçbir tıbbi tedavi olumlu sonuç vermemişti. Aksine felç vücudunun diğer tarafına da sirayet etmeye başlamıştı. Bu sonuç bilim adamlarını oldukça şaşırtmıştı. Beynin yara aldığı kısma göre vücudun diğer tarafına felç gelmesi normaldi. Fakat beynin diğer tarafında yaralanma olmadığına göre, felç neden vücudun diğer tarafına da sirayet ediyordu. Bu sonuç beynin bir lobundaki yaranın, diğer lobunu da etkilemeye başlamasından olabilirdi. Eğer durum böyle ise yaranın diğer lobu etkilememesi için son çare olarak ameliyatla iki lobun birbirinden ayrılması gerekiyordu. Böylece W.I. ameliyatla beyninin sağ ve Plana göre beynin sağ ve sol lobunu birbirine bağlayan korpus kallosum (corpus callosum) adındaki yoğun sinir lifinden oluşan bağ kesilecekti. Ayrıca beynin bir lobundaki yaranın, beynin diğer lobuna etkisi önlenecekti. Bunun sonucu olarak vücudun bir yanında bulunan felcin vücudun diğer yanına sirayet etmesi de önlenecek ve W.J .’in normal bir hayat yaşayabilmesi mümkün olacaktı. Ameliyat başarılıydı ve diğer ameliyatlar bunu izledi. Bu ameliyat ve testlerden sadece hastalar istifade etmediler. Beynin kapasitesi ve fonksiyonları ile ilgili birçok tesadüfi olağanüstü sonuçlar da elde edilmiş oldu. Bugün araştırmalar hala devam etmektedir.

Beyin ile ilgili yeni bir çığır açan bilim adamlarının buluşu şöyleydi; Yoğun sinir lifinden oluşan korpus kallosum ağ demeti, beynin sağ ve sol lobu arasında sürekli bilgi alışverişinin yapılmasını sağlayan bir köprü vazifesi görmekteydi. Korpus kallosum kesildiğinde, bu iki lob arasındaki haberleşme kesilmekte ve dolayısı ile aralarında hiçbir yönde bilgi alışverişi mümkün olmamaktaydı. Ameliyat sonucunda hastalar bir bakıma birbirinden haberi olmayan iki tane beyne sahip oluyorlardı. Korpus kallosumun yardımı olmaksızın beynin sağ ve sol lobu birbiriyle haberleşemiyor ve biri diğerinde neler olduğunu bilemiyordu. Bilim adamları böylece birbiriyle haberleşemeyen beynin sağ ve sol lobunda neler olduğunu araştırma imkanına sahip oldular. Karmaşık testler sonucu hangi işlemlerin beynin sağ lobunda, hangi işlemlerin de beynin sol lobunda olduğunu bulmaya çalıştılar. Bulgular çok ilginçti. Beynin her lobunun uzmanlık alanı farklıydı ve bilgiyi işleme tarzları da aynı değildi.

Birçok test sonucunda, nüfusun %95’inin sol lobunun, konuşma, matematiksel işlemler, diziler, sayılar ve analiz gibi konularda çok üstün olduğu, mantıklı ve lineer çalıştığı tespit edilmiştir. Aynı şekilde çoğumuzun sağ lobunda da, ritim, hayal kurma, renkler, boyut, hacim, müzik gibi fonksiyonlar gerçekleştirilmektedir. Özet olarak beynin sol tarafı bilgiyi mantıklı ve lineer olarak işlemekte, sağ lob ise artistik tarafı oluşturmakta, detaydan çok, resmin tamamıyla ilgilenmekte ve bilgiyi şekil ve hayalle işlemektedir. Duyguların ve hayallerin etkisinin en fazla olduğu yer yine beynin sağ lobudur.

Beynin her iki lobundan ayrı ayrı ne bekleyeceğimizi bilmek diğer insan faaliyetlerini çözmemizi sağladığı gibi hipnozun nasıl ve neden gerçekleştiğini; etki mekanizmasını da çözmemizi, daha doğrusu bu konudaki anlayışımızı genişletmemizi sağlayacaktır.

Sol Iob beynimizin mantıklı olan tarafıdır. Sol Iob kelimelerle, sözlerle ilgilenen taranır. Dolayısıyla dil ve kelimelerle uğraşan merkez bu kısımdadır. Konuşmamızı ve yazmamızı sağlayan hep bu merkezdir. Aynı zamanda analitik özelliği ile de üstündür. Olay ve bilgileri gerçekçi ve mantıklı bir şekilde değerlendirir. Sol Iob söylenen bir cümlenin sadece kelime anlamlarını anlayabilir. Ancak içinde ifade edilen mecaz ve derin anlamları değerlendirmesi mümkün değildir. Örneğin “O seni arkandan vurabilir” cümlesindeki mecaz anlamı sol Iob tek başına anlayamaz. Sol lobun anladığı, o anda kendisini sırtından bıçaklamak isteyen birinin arkasında olduğudur. Sol lobun sınırlı olduğu bir özellik de bilgileri lineer olarak işlemesi, yani bilgiyi sırayla işlemesidir. Bu her defasında bir bilgi demektir. Birkaç bilgiyi aynı anda işleyip, büyük resmi görebilmesi mümkün değildir.

Matematik ve sayılarla ilgili işlemlerin halledildiği yer yine beynin sol lobudur. Daha önce de belirtildiği gibi, sol Iob vücudun zıt tarafındaki hareketleri kontrol etmektedir. Örneğin sağ kolunuzu havaya kaldırdığınızda, sağ kolunuza bu hareketi yaptıran ve talimat veren beyninizin sol lobudur.

Diğer yandan sağ Iob, beynin sanatla ilgili olan yaratıcı tarafıdır. Beynin sağ tarafının uzmanlık alanına giren faaliyetler ise şöyle sıralanabilir. Sözel değildir. Dili kelimeler değil, şekiller ve resimlerdir. Bilgiyi lineer olarak işlemez. Aynı anda birçok farklı bilgiyi alabilir. Detaylardan çok problemin veya resmin tamamını algılamaya yöneliktir.

Tanıdıklarınızın yüzünü hatırlamada, şekil ve resimlerle uğraşmada üstün olan sağ lobdur. Boyut ve hacimsel ilişkilerde uzmandır. Örneğin evinizden ayrıldığınızda tekrar geri dönebilmenizi sağlayan beyninizin sağ lobudur. Çünkü evinize geri dönebilmek, beyninizin yer tespiti, yön, boyut gibi hacimle ilgili özellik ve ilişkileri işleyebilmesine bağlıdır. Yine bu taraf beynin müzik seven tarafıdır. Müzikle ilgili kabiliyetler sağ beyin fonksiyonlarıdır. Hayal ve mecazda kastedilen anlamı ancak beynin bu yanı değerlendirebilir. Biraz önce verilen, “o seni arkandan vurabilir” cümlesinde kastedilen mananın gerçek bir bıçaklama değil, bir aldatma veya kalleşlik olacağı değerlendirmesini beynin ancak sağ lobu yapabilir. Fantezilerin merkezidir.

Rüyalar, uydurulan hikaye ve masallar beynin sağ yanının faaliyetleridir. Ressamlık ve heykeltıraşlık gibi sanatsal uğraşlar yine beynin bu kısmı ile gerçekleştirilen işlerdir. Sağ lob beynin duygusal olan tarafıdır. Duygu ve heyecanın merkezi beynin bir başka bölgesi olan limbik kısım olmasına rağmen, bu tip duygularla en yakın ilişkisi olan bu kısımdır. Ruhani olan kısım yine sağ taraftır. İbadet ve dua faaliyetlerinin idare merkezidir. Cinsel duygular sağ lobdan idare edilmektedir. Son olarak da vücudun sol tarafını kontrol eder. Sol ayağınızı havaya kaldırdığımızda bu hareketi yapmanızı sağlayan beynin sağ tarafıdır.

Beynin sağ ve sol lobundaki bu uzmanlaşma nüfusun % 95’inde bu şekildedir. Bu tüm sağ elini kullananları kapsamaktadır. Nüfusun % 5’ini oluşturan solakların beyin fonksiyonlarının uzmanlaşma şekli biraz karışıklık göstermektedir. Buna rağmen çoğunun beyin sağ ve sol lobu fonksiyonları, sağ elini kullananlarınki ile aynıdır. Bazı solaklarda ise uzmanlaşma karışmış durumdadır. Bunun anlamı hacimsel ve sözel fonksiyonların, her iki lobla da yerine getiriliyor olmasıdır. Ancak anneleri solak olan, solak çocukların beyin loblarındaki uzmanlaşma ters bir durum gösterir. Bu çocuklarda sözel kısım beynin sağ tarafı ile idare edilirken, hacim ve şekilsel fonksiyonlar beynin sol lobu tarafından yürütülmektedir. Günümüz araştırmalarının ilginç bir yönü, sol ve sağ frontal lobların duygusal tepkiler ve mizaçta oldukça farklı rolleri olduğunu ileri sürmeleridir. Wisconsin Üniversitesi’nden Richard Davidson ve arkadaşları çeşitli araştırma tekniklerini kullanarak, sol frontal lobu sağa göre daha aktif olan kişilerin daha neşeli, sosyal, coşkulu ve kendine güvenli olduğunu göstermişlerdir. Ayrıca bu kişilerin çevrelerindeki olaylara daha olumlu tepki verdiklerini, diğer insanlardan ve yeni durumlardan zevk aldıklarını ve hoş olmayan olaylardan daha az etkilendiklerini bulmuşlardır. Tersine, sağ frontal lobu daha aktif olan kişiler kolaylıkla stresin etkisinde kalır, çevrelerindeki hoş olmayan olaylardan korkar, etkilenir ve yeni durumları tehdit olarak algılarlar. Ayrıca (ki bu sürpriz değil) diğer insanlarla ve yeni durumlarla karşılaşmaktan çekinirler. Baskın olarak sol frontal lobu aktif olan kişilere göre daha şüpheci ve depresif olma eğilimindedirler. Bunları destekleyen daha üzücü kanıtlar epileptik nöbetleri olan hasta çalışmalarından gelmektedir. Sağ yarımküresine anestezi yapılan hastalar genellikle gülerler ve olumlu duygular ifade ederler. Bunun tersine, sol yarımküreye anestezi yapılması ağlamayı ortaya çıkarır.

Herkesin sol ve sağ yarımküreleri arasındaki farklılıkların aynı örüntüyü göstermediğine de dikkat çekmek gerekir. Yarımküreler arasındaki farklılıkların özellikle erkeklerde kadınlardan daha fazla olduğuna dair bazı kanıtlar vardır. İki yarımküre arasındaki farklılıklar şaşırtıcı olmasına rağmen, normal koşullar altında, beynin sağ ve sol yarımlarının korpus kallosum aracılığı ile yakın iletişim içinde olduklarını ve böylece eşgüdüm içinde bir arada çalıştıklarını da hatırlamalıyız.
Bellek eğitiminde uzman olan ve ‘Geisselhart Tekniği’ni geliştiren Roland Geisselhart anlatıyor: “Dr. Sperry, otuz yıl kadar önce, hastalığın beynin her iki yarısını da etkilememesi için beyin bölümleri arasındaki bağlantının kesilmiş olduğu saralı hastalarla çeşitli deneyler yapmıştır. Bu ameliyatın bir sonucu olarak, beynin her iki bölümünün işlevlerini ancak ayrı ayrı inceleyebilen Dr. Sperry, şaşırtıcı sonuçlara ulaşmıştır: Beynin sağ ve sol bölümleri yalnızca birbirlerinden ayrı işlevler görmekle kalmamakta, aynı zamanda işleyişleri bakımından da farklılıklar göstermektedirler. Beynin her iki bölümü de bir bakıma kendi dilini konuşmakta ve deyim yerindeyse kendi yaşamını sürdürmektedir.” Beyninin sol yarısı zarar görmüş kişilerde konuşma yetenekleri, sağ yarısını kaybedenler de ise mizah duygusu kaybolmaktadır. Onlar için bazı kelimelerin duygusal anlamları bir şey ifade etmemektedir. Bu da Dr. Sperry’nin ulaşmış olduğu sonuçları desteklemektedir.

Aynı konu hakkında California Üniversitesi’nden Profesör Robert Ornstein’ ın yapmış olduğu araştırma, başkaları tarafından yapılan birçok araştırma ve teoriye de temel teşkil etmiştir. Dünya Beyin Kurulu Başkanı olan Tony Buzan, Ornstein’ın yaptığı araştırmayı Aklını En İyi Şekilde Kullan adlı kitabında şöyle anlatıyor: “Beynin iki yarısının biyolojik olarak benzeştiğinin ve ikiye bölünmüş bir beyin değil de, uyum içerisinde çalışan iki beyin olarak düşünülmesinin daha gerçekçi olabileceği bilinciyle yola çıkan Profesör Ornstein, her bir beynimizin, değişik fiziksel faaliyetlere ek olarak değişik entelektüel faaliyetleri ele alıp almadığını bulmaya karar verdi.”

Profesör Ornstein daha sonra öğrencilerinin bazılarına beyin dalgalarını ölçen özel başlıklar takar ve değişik zihinsel işlevler yapmalarını ister. Ardından öğrencilerinden sayı listelerini toplamaların, resmi mektup ve hikayeler yazmalarını, renkli bloklar düzenlemeleri, mantıkla irdelemeleri ve ‘hayal kurmaları’ yönünde talepte bulunur. Bu faaliyetler yapıldığı esnada Profesör Ornstein her kişinin beyninin iki yarısından gelen dalgaları ölçüyordu.

Bulguları hem şaşırtıcı hem önemliydi. Genelde sol beyin, Matematik, Dil, Mantık, İrdelemek, Yazmak, ve diğer benzeri faaliyetleri ele almaktayken; beynin sağ yanı, Hayal gücü, Renk, Müzik, Ahenk, Hayal kurmak ve diğer benzeri faaliyetleri gerçekleştirmektedir.

Ornstein daha çok beyinlerinin bir yanını kullanmak üzere eğitilmiş olan insanların, hem genel durumlarda, hem de özellikle diğer yan ile ilgili faaliyetlere belirli bir gereksinim duyulduğu özel durumlarda, eğitimde göz ardı edilen yanı, bu oranda kullanmadıklarını keşfetti.

Ornstein yaptığı araştırmada, sağ ve sol beyin fonksiyonlarından daha da önemli bir şey keşfetti. “Ornstein, iki beyinden ‘zayıf olanın, daha kuvvetli olan taraf ile işbirliği içerisinde çalışmaya uyarıldığı ve teşvik edildiği zaman, sonuçta genel yetenek ve etkide büyük bir artış olduğunu buldu. Bu artışlar Ornstein’ın umduğundan daha büyüktü; zayıf yanı kuvvetli olan yanla birlikte çalışmaya teşvik ettiği zaman, iki misli etkili performans artışı bekliyordu. Gerçek sonuç, beynin bazen standart matematikten farklı çalışabildiğini gösterdi, çünkü bir yan diğer yanla ‘toplandığı’ zaman, çoğunlukla beş ila on misli daha etkili bir sonuca ulaşılıyordu.

Buzan beynimizin bu iki farklı yanının özelliklerini ve isimlendirilmelerini anlatmaya devam ediyor: “Rasyonel beyin, ‘bilinçli’ beyin, yeni beyin, entelektüel beyin ve tıpta serebral korteks gibi değişik isimler verilen üst beyin, merkezi alt beynin üstünü kalın buruşuk bir battaniye gibi örten, girintili çıkıntılı ‘düşünme başlığı’dır.

Üst beyniniz daha ziyade entelektüel faaliyetleri ele almakta. Burada şunu not etmekte fayda var: sağ ye sol beyinden söz ettiğimiz zaman, aslında sağ ve sol üst beyinden söz ediyoruz.

Bilinçsiz beyin, eski beyin, sürüngen beyin, içgüdüsel, beyin gibi değişik isimler verilen alt beyin, bilinçli beyninizin özellikle farkında olmak zorunda olmadığı günlük faaliyetlerle uğraşmaktadır: Isı kontrolü, tansiyon, kimyasal dengeler, belirli bilgi işlemleri, hazım işlevi, vb. Alt beyninizin ayrıca duygularınızı kontrol ettiği görünüyor.

Ornstein’ın ulaştığı sonuçlardan biri de üst beynin yani sağ beynin, alt beyni yani sol beyni programlayabiliyor olmasıdır. Bu sayede sağ beyin; fiziksel sağlığı, atletik performansı, zihinsel yeteneği, motivasyonu ve iradeyi etkileyebiliyor. Sonuç böyle olunca sağ beynin sol beyni programlayabiliyor olması göz önüne alındığında hipnozun nasıl çalıştığı ve etkili olduğu sorusu da bir nebze cevaplanmış oldu sanıyorum. Hatta niçin hipnoz kullanılsın? sorusunun da cevabını içererek…

3. Olumlu Düşünme

‘Yaratıcı düşünce’, ‘düşünme becerilerinin doğrudan öğretimi’ ve ‘yanlamasına düşünme’ konularında dünyanın otorite saydığı kişi olan Edward de Bono’ya göre zeki olmak yeterli değildir. Çok zeki pek çok kişi zayıf bir düşünürdür. Böyle kişiler zekalarını, konuyu araştırmak yerine görüşlerini savunmak için kullanma yoluna gidebilirler. Zekalarını; yapmak yerine yıkmak için kullanabilirler. Zeka, bir arabanın beygir gücü gibidir. Sadece bir potansiyeldir. Düşünme becerisi, araba kullanma becerisi gibidir. Arabayı sürmek için öncelikle nasıl kullanılacağını öğrenmemiz gerektiği gibi, nasıl yapıcı düşünüleceğini de öğrenmemiz gerekir.

Düşünme becerisinin geliştirilmesi yönünde yapılan çalışmalar sonucunda, ‘kavramsal terapi’ tekniği ortaya atılmıştır. ‘İyimserliğin Gücü’, ‘Dostluğun Gücü’ adlı kitapların yazan olan Alan Loy McGinnis’e göre ‘kavrama terapisi’, dış olayların değil düşüncelerin ruhu biçimlendirdiği gibi basit bir fikre dayanır. Kavramcı hipnozitörlere göre duyguların olaylardan doğduğunu var saymak yanlıştır. Duygular daha çok olayların ortaya çıkardığı düşüncelerden doğar. Düşünceler gerçekle uyuşmadığında, çoğunlukla gerçekler düşünceye uydurulur. Bu tür direnç ve içten karşı çıkışlar çok kuvvetlidir ve çoğu zaman onları yenmek olanaksız görünür. Şöyle bir eğilim vardır: ‘Hata yapmış olamam. Anne babamın söyledikleri her zaman doğrudur. Doktorumun söylediği doğrudur. Sen ne söylersen söyle ben haklıyım.’ Bu haklı olma oyunu istendiği kadar genişletilebilir; eğitime, evliliğe, mesleğe, bilime, politikaya ve dine uyarlanabilir.

Kavramsal terapinin çarpıtılmış düşünce olarak tanımladığı, aslında olumsuz düşünceden başka bir şey değildir. İnsan olabildiğince çabuk bir şekilde bu çarpıtılmış ya da olumsuz düşüncelerden sıyrılmanın yollarını bulmalıdır. Bu konuda birçok teknik vardır.
Olumsuz düşünce yapısından ve olumsuz düşüncelerden sıyrılmaya yardımcı olacak tekniklerden biri psikolog Robert Oyler tarafından keşfedilmiştir. Teknik şuydu: Bileğinize lastik bir bant takıyorsunuz ve günün yirmi dört saati çıkartmıyorsunuz. Kendinizi, otomatik olumsuz düşünceler den birini yinelerken yakaladığınızda lastiği çekip bırakıyorsunuz. Böylece birkaç hafta size, belli kavramsal çarpıtmaları ne kadar sık yinelediğinizi fark ettiriyor. Başka bir tekniği de Marilyn vos Savant ileri sürüyor: “Mantık doğru düşünmenin temelidir; duygulardan ve tutkulardan arınmıştır. Mantık silahını taşımaya başladığınızda,düşünmenin ve sorun çözmenin yeni alanlarına doğru gözü pek bir şekilde ağır ağır ilerleyebilirsiniz.

Çalışma ABD’deki ünlü tıp araştırmaları merkezi Mayo Clinic tarafından gerçekleştirilir. İngiltere’deki The Daily Telegraph Gazetesi okurları arasında yapılır: Çalışma için The Daily Telegraph gazetesi iki ayrı baskı yaptı. Aynı gün, ülkenin değişik yerlerinde dağıtımı gerçekleştirilen birinci baskıda, okurlara günlük aktivitelerini nasıl artıracakları öğretildi. Örneğin işe ya da okula yürüyerek gitmek, TV’yi uzaktan kumanda yerine cihazın üstündeki düğmeleri elle kontrol etmek, asansör yerine merdivenleri kullanmak gibi… İkinci baskıda yayınlanan ‘zayıflama önerileri’ listesi ise tek bir madde içeriyordu: ‘Daha zayıf olmayı düşünün ve hep zayıf olacağınız günü hayal edin…’ Bir ay boyunca uygulanması istenen bu öneriye katılan her iki gruptan da günlük beslenme alışkanlıklarını değiştirmemeleri istendi. Bir aylık süre sonunda, belli bölgelerden seçilen ve önerilere sıkı sıkı uyan 500 okurun durumları incelendiğinde, aktivite artıranlarla sadece düşünmekle yetinen grubun kilo kayıpları arasında hiçbir fark bulunmadığı görüldü. Çalışmaya katılan ve söylenenleri harfiyen yerine getirenlerin yarısından fazlası, hangi tekniği seçerse seçsin, bir ayda yaklaşık 1,5 kilo civarında zayıfladılar. Çalışmayı uygulayan Dr. James Levine, düşünmek ile zayıflama tekniğinin ilk kez denendiğini ve sonuçları yorumlarken dikkatli davrandıklarını hatırlatarak, ‘Görülüyor ki, kişinin kendisini iyi motive etmesi ve güçlü bir öz kimliğe sahip olması kilo kaybında önemli bir etkendir.’ dedi. Mayo Clinic’in İngiltere’deki Daily Telegraph okurları arasında gerçekleştirdiği çalışma sonucu devamlı zayıflamayı düşünenler, vücut aktivitelerini artıranlar kadar kilo kaybetti.

Benzer bir çalışma da New York, Sloan-Kattering Kanser Merkezi’nin Başkanı Lewis Thomas tarafından yapılır. McGinnis anlatıyor: “Uzman tarafsız araştırmacılar tarafından kılı kırk yararak yapılan çalışmalar, siğillerin sadece ‘düşünmek’ denebilecek bir teknikle yok olabileceğini gösteriyor. Bu çalışmada, vücutlarının her iki yanında da başa çıkılmaz siğiller olan 14 kişi hipnotize edildi. Bu teknikle vücudun bir tarafındaki siğillerin tümünün yok olacağı öne sürülüyordu. Birkaç hafta içinde alınan sonuçlar tartışmasız bir şekilde olumluydu. Hastada öngörülen bölgedeki siğillerin hepsi ya da tamamına yakını kaybolurken, kontrol altındaki bölgede her zamanki kadar çok siğil vardı.

Bu çalışmayı irdeleyen Lewis Thomas, bilinçaltından dağıtılan talimatların doğasını çözmeye çalıştığını söylüyor. Bilinçaltı, çeşitli lenf hücresi gruplarına emirler göndererek, bir bölümdeki siğilleri ortadan kaldırılırken diğerlerine dokunulmaması için doğru yönde görevlendiriyordu. Ve Lewis ancak şu sonuca varabildiğini söylüyor: “Bilinçaltım, benden çok daha fazla ilerde.”

Vera Peiffer’a göre, olumlu düşünme, bilinçaltı zihninizin yönlendirebilme yeteneğini olumlu biçimde kullanmaktır. Bu yetenek, ters anlamıyla kullanıldığında, Bilinç ve Bilinçaltı’nın ele alındığı bölümde de değinildiği gibi kişi aslında hiç gitmek istemediği mutsuzluk ve çaresizlik diyarına ulaşabilir. Olumsuz düşünce o kadar büyük bir güçtür ki, bir anda insanın bütün yaşamını alt üst edebilir. Bu nedenle bu iç gücü kontrol altına almak bir zorunluluktur.

Anthony Robbins, ‘Sınırsız Güç’ adlı kitabında, Avustralya’daki yerli kabilelerden birinde yaşanan bir olaydan bahseder. Bu kabilelerden birinde büyücü doktorlar kemik gösterme olarak adlandırılan bir büyü yaparlar. Bazı sihirli seslerden oluşan bu büyü; kurban üzerinde o kadar etkili olur ki, kurban mutlaka çok büyük bir hastalığa yakalanacağını veya muhtemelen öleceğini bilir. 1925’te gerçekleşen böyle bir olayı, Dr. Benson şöyle anlatmıştır: “Düşman tarafından büyülendiğini fark eden adam, gerçekten acınacak haldeydi. Tehlikeli ve anlamsız sözlerle, gözleri parlayarak, ellerini sanki kanına karışan zehirleyici sıvıyı geçiştirmek ister gibi kaldırarak donup kalmıştı. Yanakları soldu gözleri donuklaştı,yüz ifadesi korkunç şekilde bozuldu. Çığlık atmaya çalışıyor fakat genellikle sesi boğazında düğümleniyordu. Ağzında oluşan köpükleri görmeliydiniz. Vücudu titremeye, adaleleri istemeden burkulmaya başlamıştı. Sallanırken sırt üstü yere düştü, kısa bir süre sonra bayıldı ve biraz daha sonra can çekişir gibi kıvranmaya ve yüzünü elleriyle kapatarak inlemeye başladı…O’nun ölümü bir an meselesiydi.”

Bu olayı kısaca analiz edersek:
• Kemik gösterme adlı büyünün gücü hakkında kuvvetli bir olumsuz düşünce, olumsuz inanç boyutuna ulaştırılmış olarak tüm kabile bireylerince paylaşılıyordu.
• Kişi kendisine büyü yapıldığını fark ettiği andan itibaren bilinçaltı, hastalık veya ölümle ilgili olumsuz düşünceleri (bu büyüden kurtuluş yok gibi) eyleme

dönüştürdü.
• Kendisinin ve seyredenlerin bilinçli zihinlerini tatmin edecek belirtileri gösterdikten sonra, bilinçaltı sahibinin inandığı sonu sahibine yaşatmış oldu.
• Diğer kabile üyelerinin bilinçaltlarında söz konusu büyüye olan olumsuz inancı daha da kuvvetlendirecek yeni bir referans kaynağı yerini aldı.

Norman Cousin’in hikayesi ise olumlu düşüncenin etkisini gösteren en iyi örneklerden birisidir. Cousin “Bir Hastalığın Anatomisi” adlı kitabında halsizlik yaratan, uzun süren bir hastalıktan, gülme aracılığıyla, mucizevi bir şekilde sağlığına nasıl döndüğünü anlatmaktadır. Gülmek, Cousin’in yaşam sevinci ve zenginliğini artırmak için bilinçli olarak kullandığı tek araçtı. O’nun rejiminin çok önemli bir kısmı kendisini güldürecek film, televizyon programlan ve kitaplardan oluşuyordu. Bunlar da onun iç temsilini, olumlu yönde geliştirdi. Gülmek; olumlu düşüncelere kaynaklık ederek fizyolojisini temelinden değiştirdi ve sinir sistemi de mesajlara bu yönde cevap verdi. Böylece daha iyi uyuyarak, acılarını azaltarak, bütün fiziksel varlığını geliştirdi.

Doktorların birisinin, bütünüyle iyileşme şansının yüzde bir ihtimal olduğunu söylemesine rağmen; Cousin sonunda tamamen iyileşti. Cousin, ulaştığı sonucu şu şekilde açıklamaktadır. “Görünüş çok kötü olsa bile, insan zihni ve vücudunun yeniden oluşturma gücü asla küçümsenmemelidir. Yaşam gücü, belki de yeryüzünde en az anlaşılan güçtür.” Son yıllarda Cousin ve diğerlerinin deneyimlerini açıklığa kavuşturan ilginç araştırmalar yapılmaktadır.

Olumsuz düşünceye sahip insanların hayatları karmakarışık olduğu gibi, zorluklarla baş edebilme güçleri de sınırlıdır. Olumsuz insanlar genellikle muhalefetle karşılaştıklarında teslim bayrağı çekerler. işlerin neden yürüyebileceğini araştırmaktan ziyade, neden yürüyemeyeceğine dair sebepler ararlar. Suçlayacak şeyler ararlar. Mazeret üretmeye daha yatkındırlar. İşler yolunda gitmediğinde ilk şikayet eden, ilk tereddüt gösteren onlardır. Başarısızlığa daha eğilimlidirler.

Vera Peiffer’a göre, Eğer olumsuz düşüncelerden hemen kurtulmazsanız giderek büyürler ve zihninizi tümüyle kaplarlar. Düşünürken kendinizi dinleyin. Belirli bir durum ortaya çıktığında, olumsuz düşünceler geliştirmek yönündeki eğiliminiz sizi de şaşırtacak. Asla olumsuz düşünmemeye karar verin. Kendinizi olumsuz düşünceler yolunda ilerlerken yakaladığınızda hemen aklınıza ‘dur’ deyip yerlerine olumlu düşünceler koyun.

Oxford Üniversitesi Mutluluk Ölçme Laboratuarı’nda M. Ergyle başkanlığında yapılan araştırmada bir grup insana 15 üzücü ve olumsuz şeyler düşünmeleri söylendi. Bu düşüncelerin, onlar üzerindeki olumsuz etkileri ölçüldü. Sonra onların kendi dertleri hakkında birkaç dakika konuşmaları istendi. Sonuçta olumsuz unsurlar hakkında konuşmanın, olumsuz konuları düşünmek kadar kötü olmadığı anlaşıldı. Konuşma, düşünmenin olumsuz etkisini konuşulan kişiyle paylaştırmış ve yarı yarıya azaltmıştır. Bir grup Harvard Üniversitesi mezunu, 1937 senesinden beri, kendi bedeni ve ruhi sağlıkları hakkında, belirli anket sorularına cevap ver¬diler. Michigan Üniversitesi’nden psikolog C. Peterson, on¬lardan 99’unun hayatlarını gözden geçirdi. 25 yaşlarınday¬ken en bedbin (kötü görüşlü, ümitsiz, her şeyin fena yönü¬nü görmek isteyen. NS.) olanların; 40, 50, 60 yaşlarında daha ciddi hastalıklara yakalananlar olduğunu tespit etti. Peterson’un görüşüne göre, bunun sebebi, onların hastalık¬lar karşısında pasif kalışları ve kendilerine dikkat etmeyişle¬riydi.

Başka bir araştırmada da (Stanford Üniversitesi’nden Psikolog F. Pratta’nın insanların bilinçaltını neyin daha faz¬la işgal ettiğine ilişkin araştırması) olumsuz düşüncelerin zihni daha meşgul ettiği ve düşünmeye engel olduğu belir¬tiliyor. California Üniversitesi’nden Oliver John’un yaptığı araştırmaya göre de, “…kötüyü ifade eden kelimeler, zihin¬le daha çok çatışıyor ve zihne takılıyordu.

Beynin gelen bilgiyi işleme biçimi, olumsuzlukları görmezden gelmeye dayalıdır. Dr. Harry Alder,Yöneticiler İçin NLP adlı eserinde, ‘Kişiolmak istemiyorum’ mesajı beyinde ‘hasta’ olarak kaydedilirken, ‘O randevuya geç kalmak istemiyorum.’ beyinde ‘geç’ olarak kaydedilir. ‘Randevu yerime beş dakika erken gitmek istiyorum’ ise ‘erken’ olarak kaydedilir. Sonuç olarak, ne istemediğinizi değil, ne istediğinizi düşünmelisiniz, derken olumlu ve olumsuz düşüncenin bilinçaltı tarafından ele alınış biçimine açıklık getirmektedir. Olumlu düşüncede de aynı ilke geçerlidir. Olumlu düşüncede zorunlu olan şey olumluyu olumlunun üstüne programlamaktır. Dolayısıyla hiçbir zaman kendinizi kişi olmamaya programlamayın, kendinizi tamamıyla sağlıklı olarak gözünüzde canlandırın. Yine başarmamak üzere asla kendinizi programlamayın; başarmaya kendinizi programlayın ve hedefinizi gözünüzde canlandırın. Aptal olmamak için asla kendinizi programlamayın; her geçen gün daha akıllı ve uyanık olmaya kendinizi programlayın ve hede¬finizi gözünüzde canlandırın.

Olumlu düşünce, daha baştan kazanma anlamına gelir. Biçer, olumlu düşünceyi sporcu gözüyle değerlendirir: Olayları olumlu düşünmek kelimelere olumlu ve yaratıcı bir anlam katar. Bu tür olumlu yaklaşımların zihin üzerinde etkisi büyüktür. Amaç saptanırken kelimelere olumsuz anlam yüklenirse, sporcu ideal performans durumuna ulaşa¬maz.

Mutluluğun ilk adımı da olumlu düşünmedir. Olumlu düşünceler, bireyin kendini iyi hissetmesi, kendini kendi zihninde ve iç dünyasında resim olarak yeterli, ses olarak tutarlı ve ahenkli, his olarak da olumlu ve yeterli algılamasıdır. Bunun aksi de doğrudur, insanın mutsuzluğu bireyin kendini kendi zihninde kötü algılaması ve duyduğu hislerin olumsuz yansımasıdır. Olumlu düşünce tek başına, bir yere kadar geçerlidir. Olumlu eylemle desteklenmiyorsa, bir süre sonra olumlu düşüncenin işe yaramadığı gibi bir inanç gelişebilir. Eylemle desteklenmediğinde, baştan kazanılan tutum ve davranış yerini karamsarlığa bırakır. Onun için olumlu düşünme ve olumlu davranma karakter haline gelmelidir.

4. Zihinsel Canlandırma

İmgeleme (zihinsel canlandırma) zihinde bir fikir veya resim yaratma yeteneğidir. İmgelemede gerçekleşmesini istediğiniz bir şeyin açık ve net bir görüntüsünü yaratmak için düş gücünüzü kullanırsınız. Sonra, nesnel bir gerçeklik olana dek,yani düşlediğiniz şeyi elde edene dek bu fikir veya resme düzenli bir biçimde odaklanmayı ve pozitif enerji vermeyi sürdürürsünüz.

Fiziksel, duygusal, zihinsel ya da ruhsal düzeyde herhangi bir şey gerçekleştirmeyi amaçlayabilirsiniz. Kendini¬zi yeni bir evde, yeni bir işte ya da güzel bir ilişkiyi sürdürürken veya sakin ve huzur içinde hissederken ya da gelişmiş bir bellek ve öğrenme yeteneğiyle hayal edebilirsiniz. Ya da kendinizi, zor bir durumun üstesinden fazla zorlanmadan gelirken resmedebilirsiniz. Veya kendinizi, sevgi dolu, neşe saçan bir varlık olarak görebilirsiniz. Her düzeyde çalışabilirsiniz ve hepsi de sonuç verir.

Zihinde canlandırma; kişinin gerçek dünyada ulaşamadıklarına zihinde ulaşmasıdır. Geleceği, şimdiye taşıması, belki gerçekte ulaşacaklarının bir nevi provasıdır. Turgay Biçer, zihinde canlandırmayı şöyle tanımlıyor: “… olayları zihinde canlandırmak demek, zihnimizi başarıya ulaştırma hedefiyle olumlu biçimde programlamak demektir. Hayal edemiyorsak, diğer bir deyişle olayları zihnimizde canlandıramıyorsak, gerçeği de oluşturamıyoruz demektir. Amaç, bir süreç içinde hayallerimizi gerçeğe dönüştürebilmektir.” Zihinde canlandırma insana verilmiş en büyük güçlerden biridir. Çünkü bugünün hayalleri, yarının gerçekleridir. CarI Sandberg’in dediği gibi “Önce hayal etmeden hiçbir şey olmaz. “

Zihinsel canlandırma beynin sağ yanı ile ilgilidir. Biçer, ortaya koyduğu düşüncesini biraz daha derinleştirir: “Zihinde canlandırma, sistemli ve bilinçli olarak yapılan güçlü imajların zihinde prova edilmesi olarak da açıklanabilir. Bu anlamıyla zihinde canlandırma, beyni, olumlu ve güçlü olması arzulanan yönde programlamaktadır.

Psikanalist ve hipnoterapist olan Vera Peiffer zihinde canlandırmanın bir alışkanlık olduğundan bahseder. Ona göre insanlar canlandırmayı denemelerle kazanabilirler: Hayal gücünüzü sık sık kullanma alışkanlığında olmayabi¬lirsiniz ama bu yetenek, kuşkusuz, alıştırmalar yapılarak kazanılabilir. Genellikle çocuklarda hayal gücünün işlek olduğunu biliriz; o halde bir yetişkin olarak bu yeteneği yitirdiyseniz sık sık yineleyerek tekrar öğrenebilirsiniz.

Daha sonra zihinde canlandırmanın ilk adımı olarak, herhangi bir çiçeğe bir süre bakmayı önerir. Gözleri kapatıp hayalimizde canlandırma yapmamızı ister. Hatırlanamayan detaylar için gözlerimizi açıp, çiçeğe bakmamızı ve böylece çiçeğin tüm detaylarını zihnimizde canlandırıncaya kadar devam etmemizi söyler.

Olumlu Düşünmeyi hayatına yansıtanlardan biri Alexander Alekhine olmuştur. ‘Beyin Gücünü % 100 Kullanma Tekniği’ kitabının yazarı Scott Witt, zihinsel aktivitasyon dediği durumu anlatıyor: “Alexander Alekhine bu tekniği uygulamış bir satranç ustasıdır. Zihinsel aktivitasyon ile aklında hamleleri düşünmüş ve oyunu zihninde oy-namıştır. Bu şekilde üç aylık bir çalışma sonucunda, dünya şampiyonunu yenebilmiş ve adını 20. yüzyılın satranç de¬haları arasına sokmayı başarabilmiştir.

Araştırmacılar, belki bu çalışmayı okuduğunuzda sizin de düşünce yapınızı değiştirecek sonuçlara ulaşmışlardır. Dr. Maxwell Maltz bunlardan biridir; ça-lışmalarında spor psikolojisi için çok önemli bir sonuca varmıştır: Zihin, gerçek bir deneyim ile hayal edip canlandırılan bir iç deneyim arasındaki farkı çok iyi algılayamaz. Yani bazen yaşanılan bir deneyim ile gerçekmiş gibi canlandırılan bir deneyimi aynı algılar. İki deneyim de merkezi sinir sistemini aynı ölçüde etkiler.

Dr. Maxwell Maltz’ın ulaştığı sonuçların bir benzerine de Psikolog Bernie Zilbergeld ve Arnold Lazarus ulaşmışlardır. Katherine Ramsland aktarıyor: “Psikolog Bernie Zilbergeld ve Arnold Lazarus, kişinin zihninde kendini bir şeyler yaparken canlandırması durumunda, zihin bunu sanki gerçek bir deneyimmiş gibi algılar demektedir. Spor konusunda hayali canlandırma üzerine yapılan çalış¬malar kasların, nefes alma ve sinir sistemlerinin bir olayın kendisinin deneyimini yaşıyormuşçasına güçlü bir şekilde zihninde canlandırmaya yanıt verdiğini ortaya koymuştur.

Zihinde canlandırmanın başka bir boyutu daha var. O da gerçek gibi yapılan zihinsel çalışmalarda harcanan eforla, gerçekte yapılan ve orada harcanan eforun hemen hemen birbirine yakın olmasıdır. Beyin gerçek bir şey ile canlı biçimde hayal edilen olayları seçemez ve iki olayı da aynı şekilde değerlendirir. Bu çalışma, olimpiyatlarda kayakçı Richard Suinn üzerinde denenmiştir. Suinn’in çalışma sırasında elektrotlarla saptanan elektrik akti¬vitesi ile aynı çalışmayı zihninde tekrar ettiğinde oluşan elektrik aktivitesi birbirine yakın bulunmuştur. Aynı çalışma Arizona basketbol takımı üzerinde de yapılmıştır. Takım içinde seçilen ilk beş kişi sahada serbest atış yaparken, diğer beş oyuncudan aynı hareketleri otururken zihinlerinde yapmaları istenmiş ve araştırmayı yürütenler, iki çalışmada de aynı miktarda enerjinin harcandığı sonucuna varmıştır. Zihin fiziksel olarak yapılan bir deneyim sırasında veya canlı bir hayal fonksiyonunu kullandığında aynı sinir yolları ve nöro-kimyasal mekanizmaları harekete geçirir. O halde zihinde canlandırma ya da gerçek deneyimlerin birbirinden üstün olmadığını söyleyebiliriz.
Dünyanın birçok yerinde psikologların yaptığı araştırmalar, hayalinde canlandırma işleminin işe yaradığını ispatlamaktadır. Bu konuda yapılan klasik çalışmalardan biri Avustralyalı psikolog, Alan Richardson tarafından yürütülmüştür: Richardson, oluşturduğu üç ayrı gruptaki insana, serbest basketbol atışları yaptırttı. İlk gruptakilere her gün yirmi dakika boyunca idman yapmaları söylendi. İkinci gruptan basketbole dair her şeyi unutmaları istendi. Üçüncü gruptakilereyse, sakin bir şekilde ye¬re oturmaları ve yirmi dakika boyunca kendilerini sahada başarılı atışlar yapar halde zihinlerinde canlandırmaları söylendi. Richardson, bu insanlardan topa uzandıklarını hissetmelerini, mükemmel rotayı görmelerini, ağın içinden kayan topun çıkardığı sesi duymalarını ve zihinlerinde canlandırdıkları bu başarılı sonucun verdiği tatmin duygusunu hissetmelerini istedi.

Çalışma sürecinin sonunda; birinci grup, yani her gün düzenli bir şekilde idman yapan deneklerin atışları % 24 oranında gelişme göstermişti. İkinci grup, basketbol hakkındaki her şeyi unutması istenen grup, hiçbir gelişme göstermemişti. Üçüncü grup, yani sadece “düşünmesi” istenen grubun atışları ise % 23 oranında gelişmişti.

Sonu olarak; zihinde canlandırma işlemi, özellikle birçok duyuyu harekete geçirecek biçimde yapıldığında, faaliyette bulunduğunuz tüm alanlarda gelişme göstermenize yardımcı olacaktır.

Tıptan iş dünyasına kadar birçok alanda; zihninde canlandırdığı, sürekli gelişmekte olan ideal görüntülerin peşini bırakmayan ve kendini disiplinli bir şekilde bu ideallere adayarak gerçeğe dönüşmelerini sağlayan çok sayıda insan vardır. “Yüksek İtibarlı İnsanların 7 Alışkanlığı” adlı kitabın yazarı Stephen Covey buna “Zihindeki sonla başlamak” diyor. Covey bütün başarıların iki kez yaratıldığını vurguluyor, önce zihinde sonra dünyada.

Zihinde canlandırma işe yarar: çünkü zihin ve beden oldukça detaylı ve derin bir biçimde birbiriyle bağlantılıdır. Bilim, yeni yeni bu bağlantıyı anlamaya başlıyor. Bu ko-nudaki çarpıcı çalışmalardan biri, Emory Üniversitesi’nden Dr. John Basmajian tarafından yürütülmüştür. Basmajian, ufacık elektrotları, kolun dirsekle el arasında kalan kısmındaki elektrik gücünü harekete dönüştüren makinenin bağlı olduğu kas birimleriyle birleştirdi. Bu elektrotlar, bir osiloskop ve aynı anda bir amplifikatörle bağlantılandırıldığında motor birimlerinden her birinin elektriksel titreşim düzenini kaydedebiliyordu. Bir sinir hücresi ve ince bir kas demetinden oluşan bu birimlerden her birinin gerek osiloskoptaki grafikte oluşan sivri uçlara bakıldığında gerek amplifikatöre kaydedilen sesler dinlendiğinde birbirlerinden tamamen farklı düzenler oluşturduğu görülmekteydi.

Basmajian yaptığı bu çalışmanın sonunda bireylerden her birinin bu düzenleri incelediklerinde istedikleri anda değişiklikler yapabildiklerini gördü. Ardından, “insanlar o kadar yetenekliler ki istediklerinde bu düzenler içinde ikilik, üçlük ve hızla artan daha hızlı ritimler oluşturabiliyorlar” dedi.

İmgeleme gücü sayesinde kişiler, bireysel motor birimlerini etkileyebilir ve bu hücrelerin etrafındaki kas etkinliklerini değiştirebilirler. İşte bu yüzden; olumlu, bilinçli ve birçok duyunun söz konusu olduğu mükemmelliğe ilişkin imgelemeler etkinliği gerçekleştirecek olan kasları harekete geçirip, etkinliğin gerçekleştirildiği sürede beynin ve bedenin uygun miktarda güç kullanmasını sağlayabilir.

5. Kendini Kaptırmak

Çoğumuz yapmakta olduğumuz işe çok fazla daldığımızda, zamanın farkında bile olmadan geçtiği ve içimizin huzurla dolduğu anlar yaşamışızdır. Yeni araştırmalar, kendimizi vererek bir işe daldığımızda, örneğin kitap okurken, kayak kayarken, bir şey inşaa ederken ya da piyano çalarken, zihnimizin en etkili bir şekilde çalıştığı bir bilinç değişikliğinin ortaya çıktığını ve çaba gerektirmeden kendini bir işe verme duygusunu yaşadığımızı göstermektedir.

Şikago Üniversitesi’nde bir psikolog olan Mike Csikszentmihayi bu tür dalma anlarına “kendini kaptırmak” olarak bakmaktadır. Kendini kaptırma durumları, her şeyin mükemmel bir şekilde yerli yerine oturduğu ve kendinizi en fazla canlı ve yaptığınıza tamamen verdiğinizi hissettiğiniz dönemlerdir. Şikago ve Milano Tıp Fakültesi ‘nden Csikszentmihayi ve arkadaşları bir çalışmada, kişinin talebi alışılmıştan yalnızca biraz daha yüksek olduğu zaman, insanların hem sıkılmadan, hem de talep çok yüksek olmadığı için kaygıya kapılmadan, kendini kaptırma durumuna girdiklerini bulmuşlardır.

Belirli teknikler kendini kaptırma durumunu kolaylaştırabilir. Tekniklerden biri, bir görevi daha da güçleştirmektir. Örneğin işi vidaları sıkıştırmak olan bir montaj işçisi, işi tamamlaması için gereken süreyi birkaç saniye kısaltarak günlük tekrarların doğasından gelen sıkıntıdan kurtulabilir. Bir diğer teknik, dikkati tam anlamıyla bir göreve yöneltmektir; başlangıçta, bu bir çaba gerektirir, fakat daha sonra kişi çaba gerektirmeden kendini kaptırma durumuna geçer.

Kendini kaptırma konusunu inceleyen araştırmacılar çaba gerektiren ve gerektirmeyen dikkati birbirinden ayırmaktadırlar. ABD’ deki Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsündeki araştırmacıların bulguları, dikkatin bu iki türünün, beyin işlevlerindeki birbirine zıt örüntülere karşılık geldiğine işaret etmektedir. Çaba gerektiren yoğunlaşmanın kortikal uyarılmada artışa neden olduğu, kendini kaptırma durumu için tipik bir örnek olan çaba gerektirmeyen yoğunlaşmada ise kortikal uyarılmanın azaldığı ileri sürülmüştür.

Kendini kaptırma durumundaki derin yoğunlaşma, hipnozun ortaya çıkardığı değişikliklerle çarpıcı bir benzerlik taşımaktadır. Araştırmalar, fantezi kurmaya ya da bir tabloya kolayca dalıp gitmeye yatkın olan insanların, diğer insanlardan daha kolay hipnotize edildiklerini göstermektedir. Bu bireyler, hipnotize edildiklerinde mutluluk, zengin imgeleme ve zaman algısında bozulmayla birlikte görülen derin bir anlamlılık duygusu ve dikkatin yoğunlaşması gibi değişik bilinç durumlarında ortaya çıkan duygular hissettiklerini bildirmektedirler.

http://dahibeyin.blogspot.com/2012/11/algilama-sureci-ve-ogrenmeye-etkileri.html

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız