DOĞAN CÜCELOĞLU’ndan Başarı Taktikleri

0
1215

DOĞAN CÜCELOĞLU RÖPORTAJI: “Kendimiz için bir mahpushane yaratmışız”

Yaşamı anlama üzerine yazdığı pek çok kitapla 7’den 70’e hepimize seslenen Doğan Cüceloğlu, günlük hayatta göremediklerimizi bize fark ettiren Türkiye’deki ender insanlardan biridir. Sayıları 40’ı aşmış İngilizce ve Türkçe bilimsel makalesi bulunan Cüceloğlu Türk insanının duygu, düşünce ve davranışlarının bilimsel psikoloji kavramları içinde inceleyen kitaplarıyla yıllardır nedenlerimizi sorguluyor.

Kendisiyle ilk tanışıklığım üniversite yıllarıma, “İnsan İnsana” kitabına uzanıyor. Şimdi ise kendi adıyla kurduğu ve sürekli güncel tuttuğu internet sitesi üzerinden yazdığı kitapların değerlendirmelerini diğer okuyucularla paylaşabiliyor, hatta kendisine soru sorabiliyorsunuz.

Doğan Cüceloğlu ile yurtdışı eğitim konusunda kafaları karıştıran pek konuda uzun uzun konuştuk. Konuşmalarımızdan çıkan en önemli sonuç; en kötü durumun bile farkına vardıktan sonra bir fırsata dönüşebileceğini görmemiz oldu.

Türkiye’de pek çok genç bütçesine uygun farklı programlara katılıp geleceklerine artı değer katma amacıyla yurtdışına gidiyor. Bu durumda gençler, ne gibi uyum ve davranış sorunlarıyla karşılaşırlar?
Kültür şoku diye bir kavram var. Giden yabancı öğrenciler bu kültür şokunu yaşıyor. Onun da üç aşaması var. Biri, kendini çok yabancı ve her şeyin dışında hissetme. Bu sırada bir yargılama oluşuyor. O da, “Bunlar da insan mı, bu ne biçim yiyecek, bu ne biçim giyiniş tarzı, bunların hepsi sahte, ne anlamsız bir dünya, ben niye geldim buraya…” şeklinde oluyor ve bir yalnızlık ve karamsarlık oluşuyor. Bu dönem 6 hafta kadar devam ediyor. Bu sırada karar verip, geri dönenler çok oluyor.

Ardından ikinci bir devre başlıyor. Birden bire, “Ben anlayamamışım bu işi, aslında bunlarla ilgili her şey şahane, burada müthiş bir gelişmişlik var. Bu insanların müziği de şahane, giyinişi de şahane, yolları da şahane, iyi ki gelmişim, aslında görememişim, bizimkinde bir iş yokmuş…” gibi ayrı bir yargılama durumu oluşuyor. Kendini kötüleyip, yeni ortamı gözde büyütme ve büyük bir hayranlık içerisinde kalma belirtilerinin yaşandığı ikinci dönem uzun sürüyor. Bazıları hiç kurtulamıyor bu dönemden. Bir süre sonra daha gerçekçi bir üçüncü devre başlıyor. O da, “Bunların yolu kendilerine uygun, fonksiyonel; bizim yolumuz kendimize uygun, fonksiyonel. Her ikisinin de artıları var, eksileri var, değerlendirilebilir” şeklinde görülen düşünce durumu.

Gerçekten yabancı öğrenci almaya hazır, deneyimli, üniversiteler bilinçli hareket ediyor. O nedenle bir yabancı öğrenci geldiğinde daha okul başlamadan önce “oryantasyon” dedikleri bir program oluşturuyorlar. ABD’de yabancı öğrencilere danışmanlık yapmak bir nevi meslek haline gelmiş. Gönül ister ki Türkiye’de de böyle bir bilinç olsun. Türkiye’den gidecek öğrencilere Milli Eğitim Bakanlığı bir program hazırlasın. Bizde böyle bir bilinç olsaydı daha önce Almanya’ya giden işçilerimiz için bir yönlendirme yapılırdı ve bugün tahmin ediyorum ki Almanya’da çok farklı bir kitle oluşurdu. İlişkilerimiz ve imajımız çok farklı olurdu.

Sizce neden böyleyiz?
Çünkü biz bireyin yaşamına önem veren bir kültür değiliz. Peki, niye önem vermiyoruz konusu da apayrı bir inceleme alanı. Şimdilerde bununla ilgili bir kitap üzerinde çalışıyorum. Bunlara, dünyaya bakış tarzımızın sonucunda oluşan durumlar, diyebiliriz. Yaşananlar tesadüfen yaşanmıyor. İyi veya kötü olduğumuzdan kaynaklanmıyor.

Bu noktada ebeveynlerin de durumunu göz ardı etmemek gerekir. Onlara ne gibi görevler düşüyor?
Enteresan bir durum var. Ebeveyn gerçekçiyse zaten çocuğunu göndermeden önce ona yaşamın gerçekleriyle karşılaşma imkânı vermiştir. Çocuğunu yaşamdan yalıtmamıştır. Çok koruyucu, yönlendirici, denetleyici ana babalar olmamışlardır. Koruyucu, denetleyici, yönlendirici ana babalar, çocukları telefon açıp da ağlamaklı bir ses tonuyla “anne ben gelmek istiyorum” dediklerinde gel tabii ne var, diyenlerdir. Ya da “ah evladım böyle yap, şöyle yap, bilmem ne ol” gibi yönlendirme yapan insanlardır. Bu tavırlar aslında çocuğun zaten niye öyle davrandığının sebebi. Bu çocuk demek böyle bir aile ortamında yetişmiş ki oraya gidince bu tip programlar etrafında olmayınca sudan çıkmış balığa dönüyor. Çocuk önüne dört köfte konulup hadi ye, diyen bir aile ortamından gittiğinden kim ne verecek, kim ne diyecek onu bekliyor. Öyle bir şey olmayınca da sanıyor ki kimsenin umurunda değilim.

Bence ebeveynlerin kültür şokunun çok doğal olduğunu ve bunun 6 hafta, 2, 3 ay sürebileceğini bilmesi gerekiyor. Aileler nasihat etmek yerine dinlemeye önem vermeliler. Sürekli gerçekçi olarak yeni bir dünyada, geçici bir süre içerisinde olduğunu çocuğa göstermeliler. Geçici bir süreç içerisinde olduğu bilinci çocuğa iyi gelecektir. Ailelerin “madem o kadar mutsuzsun o zaman gel, dünyanın sonu mu ne var yani” dememeleri gerekir.

Genellikle kültürümüzde seçimlerimizi alışkanlıklarımızın içinde farkında olmadan yapıyoruz. Daha bilinçli yapmak durumundayız. Bence yurtdışına gitmek kişinin kendini, kültürünü, temel inançlarını, değerlerini, kavrayıp, kültür robotluğundan kurtulması için çok güzel bir fırsat. Her gence öneririm. Her ana babaya imkânları varsa en azından bir yıl çocuklarının yurtdışında kendi başlarına ayakta kalabilmelerine fırsat vermelerini tavsiye ederim.

İstanbul Üniversitesi’nde psikoloji okuduktan sonra ABD’de Illinois Üniversitesi’nde doktora yaptınız. İlk başlarda sizin de davranış sorunlarınız oldu mu?
Hem de çok fazla oldu. Bu çok masumane durumlarda oluyor ve bazen de son derecede gülünç durumlarda oluyor. Örneğin, ben alışveriş merkezine gidip kendime bir fotoğraf makinesi alacaksam ve siz arkadaşımsanız, “”Hadi gidelim bana bir fotoğraf makinesi alalım.”” derim. Biz birbirimize böyle “”hadi gidelim”” deriz. Amerika’da arkadaş bildiğim insanlara “”hadi gidelim bana bilmem ne alalım”” dediğimde adam tuhaf tuhaf yüzüme bakıyor ve “”Niye bana ihtiyaç duyuyorsun ki, ben anlamam fotoğraf makinesinden”” diyor. Şaşırıp kalıyorsun.

En çok karşılaştığım zorluklar kadın erkek ilişkilerinde oldu. Yüzüme gülümseyen her kızın bana aşık olduğunu sandım. Ondan sonra müthiş öfkelendim ve “Benimle dalga geçiyorlar” dedim. Çünkü bana bakıyor, gülümsüyor, benimle flört ediyor sandım. Beş dakika sonra bu benim nişanlım, diye tanıştırdığında hayret ettim. Alay mı ediyorsun, nişanlın varsa bana niye böyle bakıyorsun, dedim. Müthiş yargıladım onları. Daha sonra farkına vardım ki farklı bir sistem içerisindeyim. Bir kızın senin gözünün içine bakması, gülümsemesi, konuşması uygarca bir davranış olarak algılanıyor. En basit şey mesela yemeğe gittiğin zaman birisinin yemeğinin parasını vermek zorunda değilsin.

Ayrıca orada beni en çok etkileyen hiç tanımadığım insanların gözümün içine bakarak “günaydın” demesiydi. Kapıdan önden çıkıyorsa, arkadan siz geliyorsanız kapıyı tutması ve gülümseyerek yüzünüze bakması çok güzel bir davranıştı. Önceleri çok hayret etmiştim. Sonra alışkanlık haline geldi benim için. Buraya döndüğümde bunu bulamadığım zamanlar öfkelenmeye başladım.

Düşünce tarzında uyumun çok önemli olduğunu gördüm. Örneğin, profesör diyor ki “cuma günü saat 5’te bu ödevi bekliyorum”. Eğer ödevi 5 dakika geç verirsen kabul etmiyor. İlk başlarda bu bana çok katı, gâvur inadı gibi gelmişti. Sonra anlıyorsun ki bu da kendi başına bir eğitim. Hoca sınavda dışarı çıkıp, gidiyor. Öğrenciler ne birbirlerine bakıyor, ne de birbiriyle konuşuyorlar. Kişinin onur sistemi dediğiniz sistemi görmek beni çok etkiledi. Üniversite doktora öğrencileri arasında herkes kendi alanında en iyisini yapmak üzere gelmiş. Elinden gelenin en iyisini yapıyor. Hesap soran yok. “Kimse görmüyor, şunu şuradan alsam da şöyle yapsam” diye düşünüp söylediğinde benim bulunduğum üniversite ortamında birçok öğrenci, “ama sen görüyorsun ya niye başkalarının görmesine gerek var” tavrı içerisinde. Bunlar bana çok önemli uyum süreçleri olarak geldi. Yavaş yavaş uygar bir kültürün ne demek olduğu konusunda çok düşünmeme yol açtı.

Siz yabancı dili nerede öğrendiniz?
Ben Amerika’ya doktoraya gittiğimde yabancı dilimin çok iyi olduğunu sanıyordum. Çünkü o zamanlar Türkiye’de asistandım ve Amerikalı profesörlerin derslerini öğrencilere tercüme ediyordum. Ama doktora programına girebilmem için bir yeterlilik sınavına girmem gerekiyordu. Şunu gördüm ki benim buradaki yabancı dilim ABD’de akademik bir eğitimi kaldıracak olgunlukta değil. O nedenle Amerika’da doktora derslerine paralel bir yıl yabancı dil eğitimi aldım.

Dil öğrenmek için nasıl bir yol izlemek gerekir sizce?
Gençlerin kesinlikle yabancı dil alt yapısını çok güçlü bir şekilde oluşturmalarına salık veririm. Buradaki zamanlarını bu alt yapıyı oluşturmak için kullanabiliyorlarsa kullansınlar. Sınavı geçmiş olmaları yeterli değil. Eğer eğitim için gidiyorlarsa kendi alanlarında bilimsel araştırmaları okuyabilecek hale gelmelerini tavsiye ediyorum.

Yabancı dil o kültürün, o toplumun dilidir. Yaşamdan yalıtılamaz. O nedenle o kültürün müziği, sanatı, felsefesi, edebiyatı ve yaşamıyla tanışmaları gerekir. Dil çalışmak yanlış bir yaklaşım. Televizyonuyla, müziğiyle, kitabıyla bütünün içine girmek gerekir. Her dilin bir ritmi vardır. O ritmi yakalamak önemli.

Yurtdışında hem eğitim gören hem de eğitim veren bir insansınız. Türkiye ile karşılaştırdığınızda ne gibi farklılıklar gördünüz?
Türkiye’deki üniversite geleneği ABD’deki üniversite geleneğinden farklıdır. Bize Cumhuriyet döneminde Orta Avrupa geleneği gelmiş. Ondan önce de medrese geleneği var. Medrese geleneğini biliyoruz. Onun bilimsel araştırma ile bir ilgisi yok. Medrese daha ziyade hafıza üzerine kurulmuş bir sistem. Onun için bir nesilden öbürüne bellek aktarılması sağlıyor. Orta Avrupa üniversitelerinde oldukça hiyerarşik bir yapı var. Ülkelere göre farklılıklar gösteriyor. Mesela, Fransız sistemi, Alman sisteminden farklıdır. Şimdi yavaş yavaş Amerikan sistemi hakim olmaya başladı. ODTÜ ve Boğaziçi Üniversiteleri gibi kurumlarımız Amerikan modeline daha yakın. Klasik yerleşmiş üniversitelerimizin ise oldukça farklılıkları var. En önemlisi hocanın bilimsel kariyerine hazırlanışı, yetişmesi farklıdır. Ne demek bu? Türkiye’de kimler asistan alınıyor. Doktora programı nasıl planlanıyor ve doktora programlarının çalışma alanları nasıl yönetiliyor? Bunlar incelendiği zaman her iki tarafta çok büyük fark görülür. Bu demek değil ki bu farklar bizde bilim insanı yetiştirme konusuna pek özen gösterilmiyor. Bence bu konunun üzerinde ısrarla durulması gerekiyor. Bizde benim gördüğüm kadarıyla bir kişi asistan olarak alınırken ve hatta doktora programından geçip, üniversite kadrosuna girerken daha ziyade o bölümdeki güçlü insanlarla ilişkisi hesaba katılıyor. Amerika’da ise kişinin akademik yeteneği hesaba alınıyor. Bunu kesinlikle söyleyebilirim. Bu, zaman içerisinde çok büyük farklar ortaya çıkarıyor. Orada akademik program içinde bir doktora öğrencisi son derecede bağımsız olarak sürekli eleştirir, karşı çıkar ve kendi görüşlerini destekleyecek araştırmaları bularak mevcut dersin içerisine sokar. Bunu ne kadar dirençle ve bir nevi asi bir tavır içerisinde yaparsa sistem onu o kadar çok kabul eder. Burada ise akademik hayatının sonu olur. Türkiye’de benim gördüğüm kadarıyla bizim klasik akademik sistem içinde gerçekten yetenekli, bağımsız ve kendini alanına adamış gençlerin akademisyen olma fırsatları pek çok. Bu söylediğim şey çok acı bir şey. Bununla ilgili de ufukta yapılacak herhangi bir şey görmüyorum. Bu sadece üniversitelerimizde mi böyle? Hayır. Bürokrat sistemde de böyle. “Tanıdık bildik kültürü” olduğumuzdan kaynaklanıyor.

Amerika’da kötü üniversiteler var. İyi üniversiteler var. Bundan dolayı Amerika’da üniversite mezunuyum dediğiniz zaman hemen soruyorlar, “Hangi üniversite mezunusun?” diye. 3000’in üzerinde üniversite var. Bunların içerisinde ben üniversiteden mezunum dediğiniz zaman utanılacak üniversiteler de var. Yani tamamıyla parayla mezun olabileceğin okullar. Herkes bunları bilir ve sürekli üniversiteler değerlendirilir, açık pazar durumundadır. “Doktoramı aldım” dediğinizde “Hangi üniversiteden doktoranı aldın?” diye sorarlar. Onun için bazı üniversitelerin doktoralarını doktora olarak kabul etmezler. Bilmeyenler için geçerlidir orada. Kaliteli, bilimde öncülük yapan üniversitelerin hocalarına ise müthiş olanaklar sağlanmıştır. Onun için öğretmen olarak görülmezler. Hemen hemen üç grup yüksek öğrenim vardır. Bir tanesi meslek yüksek okulu düzeyinde eğitim verir, iki yıllıktır. Bunların sayısı çok fazladır, yaygındır. Hiçbir sınavı yoktur. İstediğin gibi girebilirsin. Herhangi bir alanda meslek edinebilirsin. İkincisi öğrenime ağırlık veren ve hocalarından daha çok iyi öğretmen olması istenilen üniversitelerdir. Üçüncüsü ise lisans düzeyinde eğitim veren araştırmaya önem veren üniversitelerdir. Bu üniversitelerde hocalık yapan kişiler bir yılda bir ders verirler, o da haftada 3 saattir. Hatta onu da 1 bir sömestir verirler. Bazılarının 12, bazılarının 36 asistanı vardır. Müthiş araştırma üretirler. Kitap yazmazlar. Kitap yazanlar daha çok üniversitedeki öğretmenliğe önem veren profesörlerdir ama yazılacak kitaba konu olan araştırmaları da hep bu insanlar üretir. Sürekli makale hazırlarlar ve Nobel mükafatı alan gruptakiler böyledir ve büyük araştırma fonlarıyla çalışırlar. Bilimi sürekli canlı tutarlar. Amerika bu araştırma kurumlarına gözbebeği gibi bakar. O bakımdan bizde gerçekten meslekte üretici olmak isteyen insanların çoğu maalesef üniversite ortamında yer imkânı bulamaz. Amerika’ya gidip, parlayıp, bizim gazetelerde isimlerini okuduğumuz insanlar haline gelebiliyorlar. Daha başka farklar da var ama esas üzerinde duracağım temel farklar bunlar.

Yurtdışı bir kurtuluş olarak görülüyor. Bir şekilde gideyim. Orada tuvalet temizleyeyim ama gideyim. Daha sonrasında ise sıkıntılar başlıyor. Gitmeden önce gençler neler düşünmeliler, kendilerini nasıl hazırlamalılar, nasıl bir bakış açısı geliştirmeliler?
Türkiye’de biraz dış dünyanın farkına varmış, kendine güveni olan insanlara sor. Sadece üniversite öğrencisi değil, Türklerin büyük bir çoğunluğu yurtdışına gitmek istiyor. Bu önemli. Bunun nedenini sormak gerekir. Şimdi üzerinde çalıştığım kitap, benim “Mış gibi Yaşamlar” kitabımın ikinci adımı olarak devam ediyor. Şöyle bir gözlemde bulunuyorum. Bir mahpushane yaratmışız kendimiz için. Çocuk doğduğu andan itibaren çocuğun en ufak bir sesinde hemen şişt diyoruz. Neden şişt diyoruz, onu düşünmek gerekir. Yani 10 günlük çocuğun ıh ıh demesini kabul etmeyecek, bundan rahatsız olacak bir toplum haline gelmişiz. Eğer biz bundan rahatsız oluyorsak çok hasta bir toplumuz. Çocuk doğalca çocukluğunu yaşarken sürekli yaramaz olarak damgalanıyor. Bu ülkenin çocukları, çocukluğunu yaşayamaz hale gelmiş. Dersine çalış, yapma, gitme, koşma düşersin sözleri ile büyüyen çocuk birden kendini OKS, ÖSS maratonunda buluyor. Ne yapmışız? Bir mahpushane yaratmışız. Şimdi, kim mahpushanede kalmak ister? Hapistekilere soralım: Hapiste kalmayı mı tercih edersiniz? Dışarıda nereye gideceğinizi bilmiyorsunuz ama şöyle bir kapıyı açalım mı? Herkes çıkar gider değil mi? Durum bu. Belki abartarak konuşuyorum ama bizim bu ülkeyi yöneten insanlar olarak, bu ülkenin entelektüelleri olarak, bu ülkenin profesörleri olarak bu ülkenin geleceğinden sorumlu ana babalar, öğretmenler, yöneticiler, politikacılar olarak düşünmemiz gerekir. Neden bu ülkeyi böyle bir mahpushane havası içerisinde tutuyoruz. Hepimiz böyleyiz. Biraz zenginleşince, fırsat bulunca gidip 8 ay New York’ta yaşayım, 4 ayımı da burada geçireyim diyoruz. Yazarlarımıza bak, çizerlerimize bak hepsi aynı. Ama dışarıdakilerin “Ay geleyim de 8 ay İstanbul’da kalayım, 2 ay Amerika’da yaşayım” dedikleri çok az. Hemen hemen yok gibi. O nedenle ben gençlerimizi kınamıyorum. Bu tavrın arkasında neler yattığını düşünmeliyiz.

Sorunuza cevap olarak şunu söyleyeyim: Gençler gitmeden önce araştırsınlar. Neyi araştırsınlar? Bizim ülkemizde pek konuşulmayan şeyler söyleyeceğim. Gönüllerinin muradını keşfetmeye çalışsınlar. Bir yaşam vizyonu oluşturmaya çalışsınlar. Çünkü oraya gidip, rüzgârın önündeki yaprak gibi uzun yıllar geçirip, orada biraz dal budak salıp, ev sahibi olup, çoğu evleniyor. Bir süre sonra keşfediyorlar ki mutlu değiller. Ama iş işten geçmiş. O zamanda dönüş çok zor oluyor. Onun için bence dışarıya gidecek olan öğrencilerin önce ben neyi gerçekleştirmek istiyorum? Seçeneklerimde nelerim var? Ben ne de iyiyim? Neyi başarabilirim? Gönlümden geçenler, gönlümün muradı ne? Böyle bir düşünce keşfetmeleri gerekiyor. Nasıl keşfedecekler? Bir ortam gerekir bunun için. Bu ortamı ailede bulabilirler mi? Üniversite hocalarıyla bulabilirler mi, arkadaş aralarında bulabilirler mi? Gözlesinler. Ellerinden gelinceye kadar bu ortamlar içinde bir etkileşim kurmaya çalışsınlar. Gidip gelenlerle temas kursunlar. Mümkün olduğunca gitmeden önce bilinçli gitmeye çalışsınlar. Çünkü yaşam hem çok uzun hem çok kısa. Nasıl baktığına bağlı. Her geçen gün ve her geçen saat tik tak, tik tak ilerliyor. O seçimleri çok bilinçli yapmalılar.

İşsizliğin had safhada olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Üniversiteyi bin bir emekle kazanan, bitiren gençler, ya işsizlikten yakınıyor ya da düşük ücretlerle istemedikleri belki de branşlarının dışında olan alanlarda çalışmak zorunda kalıyorlar. Tabiî ki bu durumda bir mutsuzluk duygusu, karamsarlık ve hayal kırıklıkları yaşanıyor. Bu noktada gençler ne yapmalılar?
Bir kere dediğiniz doğru, karamsarlık mı gerçekçilik mi? Ben “gerçekçilik” diye görüyorum. Ama “karamsar bir gerçekçilik” var burada. Çünkü gerçeğin kendisi karamsar hakikaten. Burada eğer kişinin özgüveni yerinde değilse benim önerim, Türkiye iş kurma cenneti. Ama Türkiye’de iş kuranların çoğu kırsal bölgeden, tahsili az olan insanlar. Bu adamların sahip olduğu ne? Girişim! Yaşam içerisinde boğuşmuş, ben yapabilirim duygusunda olan insanlar. Ondan İngiltere’ye gidip, doktora yaptıktan sonra, “Gel bakayum gardeşim ne isteyisün şu işi yapacaksın bağa, ne vereceğüm sağa” diyor. Okumuşların, yürekli ve girişimci olmalarını gönlümden geçiriyorum. ” Bizim paramız yok ki, bilmem ne haldeyiz” bunların hepsi laf. Bence gençler eksiklerini tamamlasınlar ve girişimci olsunlar. Çünkü Türkiye tam bir girişimci cennetidir. Yok pahasına başka hiçbir yerde bu kadar kalifiye insanı çalıştıramazsınız. İş kur, bir sürü kaliteli adam hemen hemen yok pahasına seninle çalışmak için sıraya giriyor. Daha ne istersin. Bu kaliteli insanlar iş kursun. Dördü beşi bir araya gelsinler. Su içsin, kuru ekmek yesin, iş kursun. Yapılacak çok iş var. Yabancı geliyor, parasının zoruyla burada iş kuruyor. Çok iyi para kazanıyor. Yazık oluyor bizim emeğimize diyorum.

İş kuranların şu 5 konuya dikkat etmesini öneriyorum.
1. Kendini tanımak, kendine değer vermek: Kendini tanımıyorsa, kendini tanımaya başlasın. Bil ki kız erkek cinsiyetin, dilin, dinin, ırkın ne olursa olsun sen insan olarak değerlisin.
2. Seçimlerinden sorumlu olmak: Paldır, küldür yaşama. Sabahleyin kaçta kalkıyorsun? Niçin o saatte kalkıyorsun? Kalktıktan sonra ne yapıyorsun? Ne yapmıyorsun? Ne içiyorsun? İçmiyorsun? Kendine hesap vermeye çalış.
3. Önceliklerinin bilincinde olmak: Neden şunu daha önce yapıyorsun? Neyi daha önce neyi daha sonra yapacağının farkında olmak, bu da sorumlulukla ileri gelir.
4. İnsan ilişkilerinin bilincinde olmak
5. Paranın gücünü bilmek ve parayı yönetmesini bilmek

Bu beş maddeye dikkat etsinler. Derin bir nefes alıp, iş hayatına girsinler. Türkiye’de o kadar çok geliştirilecek iş var ki ve bu amaçla yurtdışına gitsinler. 2-3 ay gitsin, görsün. Bizde kahve mi yoktu? Neden Star Bucks bu kadar yayıldı. Bizde köfteci mi yoktu? Neden Mc Donald’s bu kadar talep görüyor? Hiçbiri sebepsiz değil. Bütün bunları inceleyecek olursak bir işletme ve yaklaşım tarzı, bir mimari, insanı anlama çabası, yaşama coşkuyla bakma gibi bir sürü alt başlık çıkıyor. Bunları öğrensinler, zengin olsunlar. Türkiye’de iş hayatı onları bekliyor.

Adam mezun oluyor. İş arıyorum, ağabey iş yok, diyor. Bence, nasıl iş kurulur seminerleri verilmeli. Hükümetin bunu yapabilecek bürokrasisi yok. Zaten bilse kendisi yapacak. İş kuranların hayatlarını okusunlar.

Ben psikolojiye yazıldığımda ağabeyim “Sen Galata Köprüsü’ne git, dilenci ol” demişti. Şimdi yeteri kadar psikolojik danışman yetiştiremiyoruz. Öyle bir ihtiyaç haline geldi ki ben gelen talepleri karşılayamaz durumdayım. Demek ki kendini geliştirdiğin zaman iş alanı var.

Son olarak mutlu bir yaşam için gençlere tavsiyeleriniz neler?
En önemli tavsiyem “mış gibi yaşamasınlar” şu dört gereksinimin karşılanmasına imkân versinler: Ciğer, gönül, kafa ve öldükten sonra hayırla anılmak. Bunun dördünü de düşünsünler. Yamukluk olursa hayat eninde sonunda yakalıyor. Sadece ceple mutlu olmuş insan yok. Sadece kafayla mutlu olan yok. Sadece gönülle de mutlu olunmuyor. Hayat denge istiyor sürekli.

 

Yazan : Gülten Sarı Kaynak : Milliyet

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız